1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. TÜRK MODERNLEŞMESİNİN CİNSİYETİ
TÜRK MODERNLEŞMESİNİN CİNSİYETİ

TÜRK MODERNLEŞMESİNİN CİNSİYETİ

TÜRK MODERNLEŞMESİNİN CİNSİYETİ

A+A-

Feminist Atölye
[email protected]


FEMA olarak bu hafta severek okuduğumuz bir başka kitabı sizinle paylaşmak istiyoruz. İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti; Kadınlar Aile, Erkekler Devlet Kurar’  adlı kitabın yazarı Prof. Dr. Serpil Sancar. Sancar’ın bu kitabı Kemalist ideolojinin bizlere yansıtıldığından farklı olarak, o döneme feminist bir gözle bakmamızı sağlarken aynı zamanda günümüzdeki benzer söylemleri de değerlendirmemizde kayda değer katkıda bulunmaktadır.

Bildiğimiz üzere son yıllarda Türk toplumunda kadının yeri üzerine yapılan çeşitli söylemlerle sıkça karşılaşmaktayız. Kadınlar birer birey olmaktan çok, hep bir başkasının üzerinden ele alınmakta ve bu bağlamda belirli rol ve görevler çerçevesinde görülüyorlar. Toplumumuzda kadın ya çocukların annesi, ya erkeğin karısı, ya babanın kızı ya da devletin kadınlarıdır.

Günümüzde sürekli olarak vurgulanan bu aitlik kuşkusuz sadece bugünün muhafazakar ideolojisinin bir sonucu değildir. İdeolojik farklılıklar gözetmeksizin kadınlar her dönem belli projelerin özneleri olmuşlardır. 2000’lerin Türkiye’sinde ailenin içinde dolaysıyla özel alanda konumlandırılmaya çalışılan kadınlar, benzer söylemlere erken cumhuriyet döneminde de maruz kalmışlardır. 1930’lu yıllarda yeni kurulan devletin anası, modern kızı ve aydın Türk kadını olarak sahneye çıkarılan kadınlar, modern Türkiye’nin Batı’ya dönük yüzünü temsil etmişlerdir. Şüphesiz ki, o dönem içinde Osmanlı’dan alınan gelenekselci mirasa karşın, kadınlar devrim niteliğinde belli siyasal ve sosyal hakları elde etmişlerdir. Fakat bu haklar dönemin Batıcı-modernleşmeci projenin bir sonucu olduğundan, kadınlara sözde özgürlüklerden fazlasını getirememiştir.

1930’lu yıllar sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da köklü değişimleri beraberinde getirmiştir. Yeni ulus devletler kurulurken, aynı zamanda sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda devrim niteliğinde reformlar yapılmıştır. Türkiye’de Avrupa’dan farklı olarak yapılan değişiklikler toplumsal yapıyı yeniden şekillendirmeyi amaçlamıştır. Bu da her zamanki gibi devletin iktidarını güçsüzlükleri üzerine kurduğu  kadınları değiştirmek ve denetlemekle başlamıştır. Kadın, toplumun dışarıya yansıyan yüzü olarak kabul edildiğinden kadının modernleşmesi akabinde toplumda modernleşmeyi de getirecektir anlayışla hareket edilmiştir. Modern Türkiye’nin yaratılması için devletin ilkelerinin öğretildiği modern ailelerin kurulması öncelikli hedefler arasına alınmıştır. Yeni kurulacak olan bu modern aileler, başında bir erkek reisin olduğu, kadının aile bireylerine gönüllü hizmet ettiği bir model olarak tasvir edilmiştir. Erkek hem ailenin reisi hem de ulusun kurucusu ve koruyucusu olarak toplumda konumlandırılırken, kadınlar ulusun geleceği ve garantisi olan çocukların yetiştiricisi olmaktan öteye gidememişlerdir. Aynı zamanda kadınlar toplumun yeniden üreticisi olarak görüldüğünden, tıpkı bugün olduğu gibi annelik üzerinden yüceltilmişlerdir. Bu da yazarın da vurguladığı üzere biyoloji üzerinden yeni bir cinsiyet rejiminin sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yazar kitabının ilk bölümlerinde kadının denetiminin ulus devletlerin milliyetçi projelerinin bir sonucu olduğunu belirtirken aynı zamanda bu projelerin hangi söylemler etrafında oluşturulduğunu bizlere anlatmaktadır. Türk kadını artık Osmanlı geleneğinden sıyrılarak Batılı modern kadın olmuştur. Okullarda eğitim almaya başlayan, çeşitli sanat dallarıyla ilgilenen Türk kadını, aydın olduğu kadar da iffetli ve namusludur. Milli kültürün sınırlarını temsil eden kadınlar dönemin önemli yazarlarınca ele alınmaktadır. Sancar, kitabında çokca yer verdiği dergi ve gazete yazılarıyla dönemin ideolojik yapısını gözler önüne sermektedir. Örneğin Kadro dergisinin bilinen yazarlarından Yakup Kadri medeniyetin kadınlara vazifelerini unutturmaması gerektiğini hatırlatan bir yazı kaleme almıştır.  Benzer söylemlere dönemin diğer ünlü dergilerinden olan Tan ve Hayat’ta da sıkça karşılaşılmaktadır. Bu dönemde öne çıkan bir diğer önemli söylem ise doğurganlık üzerine olmuştur. Bu bağlamda Anadolu kadını yüceltilirken, yine dönemin bir diğer önemli yazarı İsmail Hakkı Baltacıoğlu şehirli kadınların da doğurması gerektiğini, ulusun ancak bu şekilde büyüyebileceğini vurgulamıştır.

Kitabın ilerleyen bölümlerinde romanlar üzerinden dönemi inceleyen yazar, aşırı Batılılaşmaya karşı bir tavır alındığını bunun da çeşitli edebi eserlere yansıdığını söylemektedir. Bu edebi eserlerin ana teması toplumun yozlaşması üzerine kurulmuştur. Bu yozlaşma da kuşkusuz kadınların Batılılaşmayla birlikte Türk toplumunun ahlaki değerlerinden uzaklaşmasıyla ortaya çıktığı ileri sürülmektedir. Bu anlamda yazar, dönemin romanlarında muhafazakar bir çizginin hakim olduğunu söylemektedir. Modernlik muhafazakarlıktan uzaklaştıkça topluma zarar vermekte, bu yüzden de kadının geleneksel yapıdan ayrılmasını önleyecek söylemler üretilmiştir.
Kitabın son bölümünde yazar aile odaklı modernleşmenin muhafazakar modernlikle birleştirildiği 1945 ile 1965 arası dönemi çeşitli gazeteler üzerinden ele alıyor. Dönemin en çok okunan Hürriyet, Cumhuriyet, Milliyet ve Zafer gazetelerini tarayan yazar, bu yıllar içinde kadınlarla ilgili yapılan haberleri, yazıları inceliyor. Birçok farklı konuda örneğin evlilik, cinsellik, kürtaj, eğitim, iş yaşamı, siyaset ve daha bir sürü farklı konuda kadınlarla ilgili çıkan yazıları inceleyen yazar, dönemi anlama açısından okuyucuya geniş bir yelpaze sunmaktadır.

1980’li yıllara kadar eleştirilmeyen erken dönem cumhuriyet rejimi politikaları ne denli modernleşmeci olurlarsa olsunlar kadınları devlet eli altında kamusal alana çıkarmayı hedeflemiştir. Kadını bireysel bir varlık olarak görmekten ziyade, toplumun gönüllü ve fedakar kadınları olarak ele alan modernleşmeci zihniyet bugün de benzer söylemler içinde dile gelmektedir. Bu bağlamda Serpil Sancar dünü anlamak ve bugünü yorumlamak açısından feminist yazına değerli bir kaynak kazandırmıştır.

BİR ONUR YÜRÜYÜŞÜ de Böyle (!) Geçti

1969 yılında Stonewall Inn adlı barda polisin baskı, saldırı ve şiddetine uğrayan eşcinseller 4 günlük boyunca sokaklarda çatışarak, kendilerine baskı uygulayan rejime karşı mücadele vermişlerdir. Bu mücadele LGBTİ bireyleri için dönüm noktası olmuştu. Bir varoluş mücadelesi olarak da görebileceğimiz bu olaylar sonucunda her yıl dünya genelinde Onur Yürüyüşleri düzenlenmeye başlamıştır. Türkiye’de ilk defa 1993 yılında Onur Haftası kutlanmak istense de valiliğin izin vermemesi sonucu o yıl etkinlikler gerçekleştirilememişti. Bu yıl ise 13. Onur Yürüyüşü kapsamında İstiklal Caddesi’nde yürüyüş yapmak isteyen LGBTİ bireylerinin yine valilik tarafından önleri kesildi. Valiliğin yürüyüşe ‘Ramazan’ nedeniyle izin vermemesi sonrası polis yürüyüş yapmak isteyenlere su, gaz bombası ve plastik mermiyle saldırdı. Tüm dünyanın şaşkınlıkla izlediği Onur Yürüyüşü’nde renklerin birlikteliğinden çok polisin şiddet ve saldırısı öne çıktı. Uluslararası Gey ve Lezbiyen İnsan Hakları Komitesi Onur Yürüyüşü’ne yapılan saldırıyı kınayarak, Türkiye hükümetinin LGBTİ’lerin barışçıl toplanma hakkını güvence altına alması gerektiğini dile getirdiler. Ataerkil kültürün bir sonucu olarak kendinden olmayanı ötekileştirme, marjinalleştirme ve dışlama üzerine kurulu olan devlet aklı yine sadece şiddete ve saldırıya çalıştı! FEMA olarak Onur Yürüyüşü’ne yapılan saldırıyı şiddetle kınıyoruz!!

 

-------------------------------------------------------------

Catharine A. Mackinnon,Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru, çev.Türkan Yöney, Sabir Yücesoy, Metis Yayınları, İstanbul, 2003,s.118
  Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinisyeti, İletişim Yayınları, İstanbul,2012, s. 115
  A.g.e s. 122

Bu haber toplam 4034 defa okunmuştur
Gaile 325. Sayısı

Gaile 325. Sayısı