Türk olmayı öğretmedik
Son beş yıldır İngiltere ve Galler’deki tüm okullar, her 18 Ekim’de, Irkçılığa karşı farkındalık etkinlikleri düzenliyorlar.
Benim kızım da dünkü etkinlikler kapsamında, sınıfına ve öğretmenine, ırkçılık konusunda bir sunum yaptı.
Önce O’nu kısaca size tanıtayım.
7 yaşında bir kızım var benim.
Aklı genelde oyunda olduğu halde, ‘ben artık çocuk değilim’ diyerek hemen her konuda isyan bayrağı elinde dolaşan, yaşıtlarının tıpkısı bir 7 yaş örneği kendisi.
Sabah yolda okula giderken, karar verdi bu sunumu yapmaya.
Peki dedim tabii ki, ‘öğretmenin onay verirse elbette yapabilirsin, yapmalısın da’…
‘Ne anlatacaksın peki?’ diye sordum sonra; Rosa Parks’ın ABD’deki otobüs eylemini, Gandhi’nin Güney Afrika’da başına gelenleri ve Hitler’i anlatacağını söyledi.
Anlatmış da!
Güzel anlatmış olacak ki kendi minik dünyasında anlayabildiği kadarıyla, öğretmenden kocaman bir aferin almış.
***
Kızımızı, etnik kimliğini öğretmeden büyüttük biz.
Türk olmak nedir, Türk kimdir, nedir, bilmez bunları hiç.
Rum nedir, kimdir, onu da bilmez.
Kürt kimdir, Ermeni kimdir, bilmez!
Yurt dışında yaşamanın sağladığı avantajı da kullanarak, yani okulda beynine işlenecek kimlik kodlamaları faktörünü doğal yollardan elimine ederek, kim olduğunu değil, ne olduğunu anlattık hep ona.
Yani insan olduğunu!
Kimliği ile ilgili olarak tek öğrendiği, ama güzelce öğrendiği, Kıbrıslılığıydı.
Büyüdükçe, gerçek dünyayla tanıştıkça, zaten öğrenecek, tecrübe edecek geriye kalanını.
Ama o güne kadar, özün, insan olmaktan geçtiğini iyice bir anlamalı ki, ülkesinin tarihini, Türkiye tarihini, dünya tarihini öğrenirken, kendi kimliğinin dayatmalarına mahkum olmadan, insanca bakabilsin geçmişe.
Türk’ü, Rum’ü, Kürt’ü, İngiliz’i, Alman’ı, farklı ten rengine sahip olanları, özden hareket ederek, yani eşitlik temelinden hareket ederek değerlendirsin, anlasın.
Bunun içindir ki O’na, otobüste bir beyaza yer vermediği için tutuklanan Rosa Parks’ın hayatını ve Amerika’da ırkçılığa karşı verdiği mücadeleyi okuduk.
Harriet Tubman’ı…
Maya Angelou’yu…
Wilma Rudolp’u okuduk.
Güney Afrika’yı okuduk.
Nelson Mandela’yı…
Mahatma Gandhi’nin, biletin parasını ödediği halde, ten rengi nedeniyle neden beyazlara bahşedilen birinci sınıf kompartımanda seyahat edemediğini, onu neden trenden attıklarını ve bunun üzerine Güney Afrika’da başlattığı direniş eylemlerini okuduk.
Anne Frank’ı okuduk…
Hitler’in, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere yaptıklarını okuduk.
Ve tabii Simone de Beauvoir’ı, Emmeline Pankhurst’ü okuduk.
Okumaya da devam edeceğiz.
Bütün insanların eşit olduğunu…
Kimsenin, hiçbir sebeple ayrımcılığa uğramaması gerektiğini…
Dünyanın neresinde, ne şekilde yaşanırsa yaşansın, her türlü ayrımcılığa karşı sonuna kadar mücadele etmenin, mücadeleden hiç vazgeçmemenin ne kadar önemli olduğunu…
Tüm bunları yüreğinin ta içine iyice kazıyana kadar, okumaya, anlatmaya devam edeceğiz.
Devam edeceğiz ki insan insana silah çektiğinde, ölenin cinsiyetine ya da kimlik bilgilerine bakmasın!
Yaşananın bir savaş olup olmadığına, dökülen kanın milliyetine bakarak karar vermesin.
Biz çocuğumuza Türk olmayı değil, insan olmayı öğrettik.
Biz çocuğumuza, cebinde taşıdığı bir kağıtta yazanla kendini tanımlamasını değil, bütün kimliklere saygı duymanın onuruyla yaşayabilmesini öğreteceğiz.
Bu dünyaya bırakabileceğimiz en büyük miras da sanırım, bunu başarmak olacaktır.