1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Türk toplumu ne yazık ki henüz doğaya ne yaptığının farkında değil”
“Türk toplumu ne yazık ki henüz doğaya ne yaptığının farkında değil”

“Türk toplumu ne yazık ki henüz doğaya ne yaptığının farkında değil”

“Türk toplumu ne yazık ki henüz doğaya ne yaptığının farkında değil”

A+A-


Söyleşiyi yapan: Özgür İpek
[email protected]


Kıbrıslı Türk sinemacı Derviş Zaim, son filmi Devir ile anlatım biçimleri üzerine düşünmeyi sürdürüyor. Burdur’a bağlı Hasanpaşa köyündeki geleneksel bir çoban yarışması etkinliğini perdeye aktaran film, belgesel atmosferini kurmacanın serin suları içerisine çekiyor. Yönetmenle filmin esin kaynakları, çekim süreci ve insanın doğayla kurduğu ilişki üzerine konuştuk.

Derviş Bey, bizlere öncelikle öykünün ortaya çıkışı ve çekim sürecinden söz eder misiniz?


Birçok kaynak var. Burdur’a bağlı Hasanpaşa köyünde, bir çoban yarışması geleneğinin olduğunu duymuştum ama bunu bir çerçeve içerisine yerleştirmem Metin And’ın Anadolu’nun koyun kültürüyle ilgilendiği kitabıyla oldu. Metin And o kitapta, Hasanpaşa’daki bu çoban yarışmasının, neye denk düştüğünü daha iyi anlamamı sağladı. Filmin damarlarından birini oluşturmamı sağlayan bilgi bu sayede geldi. Ama bunun dışında da meselenin kendisine baktığım zaman beni heyecanlandıran bir tarafı olduğunu fark ettim. Şöyle bir karşılaştırma yapmak gerekirse neyi murat ettiğim daha iyi anlaşılacaktır. Salamis Harabeleri var, Vuni Harabeleri var, Türkiye’de Miletos, Bergama gibi yerler var. Bunlar Antikçağ’ın günümüze kadar gelmiş ve kısmen ayakta kalmış eşsiz hazineleridir. Biz bugün Berlin’e kaçırılmış olan altarı Türkiye olarak geri getirmeye çalışıyoruz, keza Kıbrıs’tan İsveç’e kaçırılmış olan eski çağa ait eserleri geri almak adına uğraş veriyoruz. Bu kalıntıların insanda böylesi duygular uyandıran bir yanı var. Ben Hasanpaşa’daki çoban yarışmasına bakarken de benzer duygular hissettim. Bu yarışmanın kökeninin çok eskiye gittiğini düşünüyorum. Bu anlamda çok heyecan verici bir fenomenle karşılaştığımın farkına vardım. Orada çok eskilere dayanan ve hemen hemen benzer şekilde devam eden bir yarışma var ve ’bunu dünyanın başka bir yerinde bulabilmek şu an için çok zor. Yaşayan, soluk alıp veren, eski çağlara ait bir seremoninin, müzede olması gereken bir seremoninin hala kanlı canlı bir şekilde önümüzde durduğunu gördüm ve bu beni sonsuz heyecanlandırdı. Bunların dışında geç kapitalist çağdan, insanın doğayla daha farklı ilişkisinin olduğu zamanlara ait bir fikir yürütme girişimi diye de nitelendirilebilir yapmaya çalıştığım şey. Filmimi kabaca bu üç sacayağı üzerine temellendirebilirim. Evvela yarışmayı çektik, daha sonra da köye birkaç kez daha giderek saptadığımız insanların üzerine odaklandık. Elimizde gerçekten çok yoğun bir materyal vardı ve bu materyalden de ortaya  Devir filmi çıktı. Bu film daha evvel yaptığım işlerden yapı ve yaklaşım itibariyle epey farklı bir çalışma. Çünkü burada profesyonel oyuncular yok. Oranın halkı ve çobanlar var. Daha evvel hiçbir şekilde kamera karşısına geçmemiş insanlarla çalıştık. Onlarla birlikte çalışmak farklı bir manada benim için de bir düello gibiydi. Ortaya çıkan sonuçtan memnun olduğumu söylemeliyim.

Devir isminin bir tür süregidişi, döngüyü temsil ettiği ifade edilebilir. Doğa ile insanın birlikteliği ve moderniteyle beraber insanın doğadan uzaklaşması da yine bu ismin içerdiği anlam dünyası temelinde düşünülebilir sanırım.

Filmin adı hem bunları çağrıştırıyor hem de başka bir şeye göndermede bulunuyor. Niyazî-i Mısrî’nin devir nazariyesi bir şekilde filmin içinde bulunsun istedim. Böyle bir işe kalkıştığınız zaman öyle ya da böyle bir gelenekle hesaplaşıyorsunuz. Yaptığım işlerde Anadolu’nun sufi geleneğine öyle ya da böyle selam duruyorum, bu filmde de yine sufi geleneğe böylesi bir selam durma var. Devir nazariyesi bu sebeple filmin içerisinde bulunuyor. Filmin adı da muhtemel okuma biçimlerine ilişkin olarak bir anahtar sunuyor.
İnsanın doğayla kurduğu ilişki yerli sinema dahilinde pek nadir ele alınan bir tema. Bu durum, aslında modern bireyin doğayla kurduğu kısıtlı ilişkiyle paralel olarak da düşünülebilir sanırım.
İnsanların doğayla kurdukları ilişki toplumların gelişmişlik düzeyleriyle de bağlantılıdır. Şu anda gelişmekte olan ülkelerde, G-20’nin bir kısmında, önemli olan ekonominin büyümesi, enerji miktarının çoğalması gibi şeyler. Dolayısıyla çevreyi korumak, ikinci, üçüncü dereceden önem arz eden bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Toplumlar belirli bir gelişmişlik düzeyine ulaştıktan sonra çevrelerine yaptıkları kötülüğün farkına varıp büyüme ve gelişme adına yaptıkları şeyleri fark edip, ondan sonra biz ne yaptık diye düşünmeye başlıyorlar ve doğayla daha farklı bir ilişki kurmanın peşine düşüyorlar. Türk toplumu ne yazık ki henüz doğaya ne yaptığının farkında değil. Amerikan toplumu, doğaya yaptığını fark etti ve şimdi doğayla farklı bir ilişki kurmanın derdinde. Çin ve Türk toplumları henüz bu aşamada değil. Dolayısıyla benim filmim bu manada erken bir film diye de nitelendirilebilir. Hele Kıbrıs Türk toplumu hiçbir şeyin farkında değil. Dağları tıraşlıyoruz, ince av diyoruz, doğaya türlü şekillerde zararlar veriyoruz. Bu bakımdan doğayla olan ilişkimizi yeniden gözden geçirmek gerekir. 

Amatör oyuncularla çalışmanın zorlukları nelerdir, bu oyuncularla iletişiminiz nasıl gerçekleşti?

Amatörleri içerisinde bulundukları havuzdan çok ayırmamak gerekir. Bir çobanı, filmde çoban olarak oynatırsanız, o, aşağı yukarı nasıl davranacağını bilir ve jestleri de sizin filminize olumlu olarak yansır. Bir amatöre, onun içinde bulunduğu gerçek dünya içerisinde bir rol verirseniz, profesyonel bir adamı oraya getirmekle kazanacağınız getirinin çok ötesinde bir kazanım elde edersiniz. Ben bu adamları kan dolaşımı anlamında uyuşabilecekleri bir çerçevede bir araya getirip, kendilerinden belli ilişkiler çerçevesinde bu ilişkileri oynamalarını rica ettim. Oyuncularımdan gerçekten iyi bir performans aldığımı düşünüyorum. Bu roller için dışarıdan birilerini getirmiş olsaydım aynı performansı almak pek mümkün olmayabilirdi.

O doğa içerisinde hayatlarını süren bu insanların filmde yer almaları, bir anlamda kendilerini kamera karşısında tekrar etmeleri, Devir’in belgeselvari yapısını da desteklemiş olmalı.

Seçtiğimiz biçimin anlatmaya çalıştığı şeyi desteklemesi elbette gerekirdi. Bu soruya olumlu yanıt vermem gerekir. Fakat şunun özellikle altını çizmek gerekir ki bu film bir belgesel değil. Devir’de belgeselin biçimsel anlatı yapısını kurmacanın yapısını daha da ileriye götürmek gibi bir niyetle kullanıyoruz. Günümüzde kurmaca filmlerin yapısıyla ilgili kimi tıkanmışlıklar, problemler ve meseleler var. Bu sorunları aşmanın yollarından biri de, işte bu tip anlatım yollarını, yordamlarını projeye entegre etmekten geçiyor. Benim Devir’in biçimsel yapısıyla ilgili olarak yanıtlamaya çalıştığım şey, belgesel anlatım stilini kurmacanın sınırları içerisine katarak, bu entegrasyondan yeni bir anlatım biçimi meydana getirebilir miyiz sorusu oldu. Bu soruya verilebilecek yanıt bana soracak olursanız, olumludur.

Kıbrıslı sinemaseverlere  Devir’in setinden aktarmak istediğiniz özel bir anı var mı?

Çekim yaptığımız Hasanpaşa köyü küçük bir yer, haliyle burada lokanta yoktu. Köyün teyzeleri, ablaları bizim için yemek yapıyorlardı. Hayatımda içtiğim en lezzetli tarhana çorbalarını Hasanpaşa’da içtiğimi söyleyebilirim. Çok içten, samimi insanlardı. Senaryonun çok muğlak, gevşek olduğu, oyuncularla beraber inşa edildiği, benim senaryoyu yoğurduğum, senaryonun beni yoğurduğu bir proje oldu. Bu nedenle beni oldukça heyecanlandıran bir proje oldu. Hatta muhtemelen bundan sonra yapacağım işlerde de bu film yapma biçiminin benim üzerimde etkisi olacağını söyleyebilirim. O kertede etkili oldu. Anekdotlardan bahsetmek gerekirse çok sıcakta ve çok soğukta çalıştık. Yarışma şafak sökerken başlıyor. Saat 9 gibi de bitiyor. O arada ne çektiyseniz çektiniz. Çok sayıda kamera ile çekim yaptık. Muhtemel karakterler üzerine gitmek söz konusuydu. Çok çabuk karar verme ve esneklik göstermek gereken bir projeydi. Her aşamasında böyleydi. Bana çok şey öğrettiğini söyleyebilirim. Ancak küçük bir ekibin üstesinden gelebileceği bir işti ve bunu başarabildiğimiz için mutluyum. Filmin hem kendi filmografim hem de Türkiye sineması içerisinde farklı bir yeri olacak ve değeri de gün geçtikçe anlaşılacak.

Devir’in ardından doğa temalı yeni bir film daha gündemde mi?

Evet, koyunların ardından ikinci film de balıklar üzerine kurulu.
Gölgeler ve Suretler filminiz özellikle Kıbrıs’ta çok büyük bir ilgiyle karşılandı. Okulların katıldığı toplu gösterimler gerçekleşti, gerek adada gerekse yurtdışında yaşayan Kıbrıslılar filminizi uzun süre boyunca konuşmayı sürdürdü. Gölgeler ve Suretler’in ada halkı tarafından böylesi bir destekle karşılanması hakkındaki fikirleriniz nelerdir?
Bizim tarihimizle ilgili yapılması gereken bir filmdi. Özellikle yapmam gereken filmlerden bir tanesiydi. Gölgeler ve Suretler’i yaptığım için gayet mutluyum, görevimi yaptığımı düşünüyorum. Bunun karşılık bulması da beni çok sevindiriyor. Umarım ada insanının ruhunu, meselelerini ele almaya gayret ettiğim başka filmler de yapma şansım olur.

Bu haber toplam 1472 defa okunmuştur
Gaile 222. Sayısı

Gaile 222. Sayısı