Türkan Uludağ’ın hatıra defterinden… Bir zamanlar Kıbrıs’ta… (1)
Rahmetli anneciğimi zorlamıştım hatıralarını yazmaya… Deniz Plaza’dan iki büyük çizgili defter alarak birisine doğumundan itibaren kendi hatıralarını, diğerine de babacığımın hatıralarını kaleme almaya başlamıştı…
Zaman zaman fenalaşıyor, morali bozuluyordu çünkü yazmak, aynı duyguları tekrar yaşamaktır… Çok acılı bir hayatı olmuştu anneciğimin… Çok büyük yoksulluk içerisinde büyümüş, minik yaşlardan çalışmak zorunda kalmıştı…
1917’de Konedra’da dünyaya gelen anneciğimin ailesi, bir sene sonra yani 1918’de Lefkoşa’ya, Tahtakala’ya göç etmiş ve Lefkoşa’ya yerleşmişlerdi. Böylece annem Tahtakala’da büyümeye başlamıştı…
O kadar minyon bir yapıdaydı ki – bunda elbette yoksulluğun ve yiyecek bulamayışının da etkisi vardı – Konedra’nın hocası onu görünce korkmuş, “Amanın mahalleye cin geldi!” diye ortalığı velveleye vermiş… Oysa gördüğü minik, miniminnacık bir çocuktu…
Bu miniminnacık çocuk büyüyecekti – babasının şiddetle karşı çıkmasına karşın okumayı, öğretmen olmayı seçecekti… Sonraları kütüphaneci olacaktı ve hayatı boyunca devam eden okuma merağını, pratikte kütüphanede büyüyen bana da geçirecekti…
Sevgili anneciğimi 2005 yılının Ağustos ayının 23’ünde kaybettim… Ama hatıra defteri bende duruyor… Bu hatıra defterinden bazı bölümleri, onun anısına bu sayfalarda yayımlamak istedim… Bu hatıralar, Kıbrıs’ın bundan tam yüz yıl önce nasıl olduğunu, o dönem nasıl yaşadıklarını da yansıtıyor…
Leymosun’da, Mağusa’da, Pile’de öğretmenlik yapmış, kütüphanede yıllarca kütüphanecilik yaparak özellikle ödev verilen öğrencilere canla başla yardım etmiş, kitap okumayı sevdirmeye çalışmış rahmetlik anneciğim Türkan Uludağ’ın hatıralarının bir bölümü şöyle:
“Mağusa Kazası’na bağlı kuru bir köy. Kenarından dere geçiyor ama içecek suyu yok. Kışın yağmurlar yağınca, dere suları köyün sarnıcına dolar ve köylüler bu suyu içerler. Aynı zamanda etraf köylerin çoban kuyularından su taşıyıp içerler. Köyün adı Konedra… (Şimdiki adı Gönendere)…
Gönendere bir Türk köyü. Çocuklarını okutmaya çok meraklı. Dünyanın bir çok yerlerinde bu köyün aydın, okumuş insanlarına rastlarsınız. Gönendere Lefkoşa’dan 19 mil uzakta. Köyün girişinde bir cami ve caminin arkasında iki katlı bir ev… İşte ben bu evde doğmuşum. Yıl 1917, Eylül ayının 17’si, Perşembe günün akşamı, sancılarla kıvranan Ziba Hanım, ebesi Hacı Eminaba’nın yardımıyla bir kız çocuğu dünyaya getirmiş. (Yani beni)…
Babam, Mehmedali Ağa, avluda bir aşağı, bir yukarı gidip geliyor ve bir oğlan çocuk bekliyor. İlk oğluna babasının adını koyamamış, genç yaşta ölen ve annemi evlat edinip onu sülüsüne vasi (yani malının üçte birini anneme bırakan Mustafa Efendi’nin adını koymuşlar Ağabeyime). Büyük ablama babaannesinin adı ŞERİFE, küçük ablama da anneannesinin adı Fatma ismi verilmişti. Babam dört gözle oğlan beklerken, benim gelmem onu çok üzmüş. Kız olduğumu duyar duymaz evden çıkıp kahvehaneye gitmiş, saatlerce orada oturmuş, üç günlük olduğum halde bana isim koymamış, yüzüme bile bakmamış. Üç gün sonra ebem Hacı Eminaba ona “Be Mehmedali, bu çocuk hala adız. Ne koyacaksan adını gel koy” demiş.
Babam, “Madem kız oldu karışmam, nestersanız koyun” demiş. Ebem de düşünmüş. “Adını Peygamberimizin karısı Hz. Hatice’nin adını koyalım. Onun gibi akıllı olsun” demiş ve adımı “HATİCE” koymuşlar.
ÖLÜM TEHLİKESİ
Bir gün annem iş yaparken ben ağlamaya başlamışım. Bir aylık kadarmışım. Benden üç yaş büyük olan ablam Fatma, hemen koşup bir parça ekmek getirip ağzıma doldurmuş, ben yutamayınca gözlerim faltaşı gibi açılmış, ablam hemen koşup bakır tası su doldurmuş, getirip ağzıme dökmeye başlamış. Tam boğulmak üzere iken Nazif Teyzem gelmiş. Çocuğu olmadığı için beni çok severmiş. Odaya girince bir çığlık atmış. Hemen beni kucağına alıp ekmekleri ağzımdan temizlemiş, beni baş aşağı çevirip suları çıkarmış, arkama vurarak boğulmaktan kurtarmış beni.
Üç yaşındaki ablam “Ağlardı da ona ekmek, su verdim” demiş. Teyzem ona, dişim olmadığını, sadece meme emdiğimi anlatmış. Böylece ölümden kurtulmuşum…
MÜEZZİNİN KORKUSU…
Ben çok zayıf, cılız fakat çok hareketli olarak büyümüş ve dokuz aylık yürümüşüm. Bir gün annem erkenden hanaydan inmiş, ekmek yapmak için hamur yoğurmaya başlamış. Beni de aşağıya indirip avluya bırakmış. Ben kaşla göz arasında sokak kapısının aralığından sokağa çıkıp dolaşmaya başlamışım. Tanyeri henüz ağarmış, müezzin sabah ezanını okumak için yola çıkmış. Evimize bitişik camiye gelirken beni yolun içinde görünce “Aman Tanrım! İn mi, cin mi, bu nedir acaba?” diye korku dolu gözlerle bana bakıyormuş. Annem oralarda beni göremeyince, sokak kapısına gelmiş.
“Be Hatice, nere gittin be” diye çağırmaya başlamış. Sokak kapısını açınca, müezzin derin bir nefes almış.
“Ziba Hanım, yani bu senin çocuğun mu? Ben de in, cin zannettim. Buncaççık çocuk nasıl yürür?” demiş. Annem de dokuz aylık olduğumu, yürümeye yeni başladığımı, ikide bir kapının aralığından çıkıp sokakta dolaştığımı söylemiş.
Müezzin başını iki tarafa sallayarak “Vallahi beni korkuttu” demiş. Annem beni alıp içeri getirmiş ve odanın kapısını da kapamış, “Artık içeride kalacan, hocayı da korkuttun işte” demiş.
LEFKOŞA’YA GÖÇ…
Annemi iki yaşında alıp evlat edinen teyzem, ikinci defa bir polis çavuşu ile evlenmiş. Kazım Çavuş, Gönendere’yi hiç beğenmemiş. Su olmadığı için köyde çok sıkılmış. Teyzeme ilk efendisine kalan mallardan satıp, Lefkoşa’da bir ev ve bir dükkan satın alıp yerleşmişler. Annem 15 yaşında babamla evlendirilmiş ve ben bir yaşında iken onlar da karar verip Lefkoşa’ya göç etmişler. Babam Tahtakala mahallesinde cami yanında bir ev satın alarak bizi Lefkoşa’ya taşımış. Evimiz aşağıda iki oda, bir sündürmeden ibaretti. Babam bir de Hanay yapmıştı. Evimizde olan eşya, bir yarım dolap, üstünde bir ayna, bir büyük dört direkli karyola, bir beşik, 4-5 kerevet, üstünde yün yataklar ve birer yorgan, bir küçük masa, bir iki kaba saba sandaliye, bir tezgah (bez dokumak için), bir yeni Lefkonuk sandığı, bir de eski sandık, bir su küpü, bir de çamaşır küllü suyu küpü, bir yağ küpü, zeytin küpü, desti, bardak… Kap kaçak için bir raf… Çocuklar ve büyükler için oturak tahtası, sofra dediğimiz birkaç sini. Kaşıklar tahtadandı, çok kap kacak yoktu. Annem, babam, ağabeyim, ablam, ben, benden küçük bir kızkardeşim, bir kalburun üstüne konan bir sininin etrafına oturak tahtalarımızı dizerek otururduk. Ortada kocaman bir çanakta gelen yemeği, hepimiz aynı çanaktan yerdik.
Siniye oturunca babam “Hani besmele” derdi. Hepimiz yüksek sesle besmele çeker, yemeğe başlardık.
Babamın katı kuralları vardı. Yere bir tanecik bile düşürülmeyecek, yemekte konuşulmayacak, gülüşme, didişme, olmayacaktı.
Yemek bitince de “İlahi Yarabbi Şükür” denecekti. Bunlara aykırı davranan, tokadı yerdi.
Bakır ve kalaylı bir tas vardı. Hepimiz suyu o tastan içerdik.
Evimize et, süt, yumurta, tereyağı, yoğurt, peynir, hellim girmezdi.
Sabah zeytin ekmek yerdik. Çay filan yapılmazdı. Kahve de hiç pişmezdi bizim evde. Et, balık, tavuk asla alınmazdı. Öğlenleri okuldan gelir, gene zeytin ekmek yerdik.
Bazan annem bir okka taze bakla alır, sininin ortasına dökerdi. Hepimiz oturur yerdik. Babam sabah iki okka ekmek alır, eve bırakır çıkardı. Salih eniştemin bakkal dükkanına gider, orada talar örer, satardı. Tahta kaşık yapardı. Onları satar, öğlen olunca dükkandan bir urup ekmek, yanına da ya helva, ya taze nor, ya renga alır, orada yer, Abdurrahman dayıdan da bir kahve getirtir, sigarasını da yakar, karnını doyururdu.
TAHTAKALA MAHALLESİ…
Evimiz Tahtakala (Tahtakale) mahallesi camisinin yanındaydı. Her sabah ezan sesiyle uyanır, minarenin üstüne yuva yapmış ebabil kuşlarının seslerini dinlerdik. Babam sabah namazını kılar, sonra yüksek sesle Fatiha, İhla, Nas suresi ve daha bir çok sureler okurdu, dualar ederdi. Ben çok zekiydim. 3-4 yaşında sureleri dinleyerek yanlışsız okumayı öğrenmiştim. Ağabeyim Fransızca dersi alır, yüksek sesle çalışırdı. Ben bir çok Fransızca kelime öğrenmiştim. Bir gün ağabeyim çalışırken “Yulaf” kelimesinin Fransızcası’nı nutmuş, bir türlü hatırlayamıyordu. Ben yattığım yerden “La vuan” “Yulaf” dedim. Ağabeyim şaşıp kaldı. “Nereden öğrendin La vuan’ı?” dedi. “Senden” dedim. Saymaya başladım. “La Farine Un, La rob dü bebe, bebeğın elbisesi…”
Yattığım yerde Fransızca öğreniyordum.
RUM-TÜRK DİYE BİR AYRILIK YOKTU…
Caminin diğer tarafında da Tahtakala İlkokulu vardı. Mahallemizde evler birbirine bitişikti. Sağ tarafımızda Eleni isimli orta yaşlı bir Rum kadın, sol tarafımızda Hacı Yorgolar isimli bir başka Rum aile vardı. Andrulla, Mariya, Kosta isimli bir başka Rum aile daha vardı. Rum-Türk diye bir ayrılık yoktu o zaman. Beraber oynar, birbirimize gider gelirdik. Aramızda kava niza yoktu. Evimizin karşısındaki çıkmaz sokakta, Ekmekçi Mustafa Dayı ve annesi Emin aba vardı. Emin aba, kör kuyu dedikleri bir pis su kuyusuna düşüp ölmüştü. Bütün mahalle ağlamıştı Emin aba için. Allah rahmet eylesin. Arka tarafımızda da bir başka çıkmaz sokak vardı. Bu sokakta Ahmet Rifat Dayı, karısı Bahire aba ve kızı Vasfiye vardı. Vasfiye benden birkaç yaş büyüktü. Beni okula ilk defa Vasfiye götürmüştü ama sarıklı, cübbeli, eli sopalı Hoca’dan çok korkmuş ve okuldan kaçmıştım.
Vasfiye büyüdü, evlendi, başka mahalleye gitti. Onu ara sıra yolda görür, selamlaşırdık. Geçen sene onun evine giren hırsız, onun parasını, mücevherlerini aldı ve onu öldürdü. Ağzını balta ile kırıp altın olan üç dişini de söküp aldı. Ben çok üzüldüm, günlerce bu olayın tesirinde kaldım. Hala hatırladıkça gözlerim yaşarır. Allah kahretsin böyle kalpsiz insanları.
Babası Ahmet Rifat dayıyı hiç sevmezdim. Çünkü bir gün dedemin dükkanı önündeki plaka taşlarda bir ayak oynarken beni görmüş ve babama “Ne bırakın o kızı da kahvelere karşı atılır oynar?” demiş. Babam da akşamüzeri eve geldi, eline bir odun alıp (değnek değil) beni dövmeye başladı. Ne olduğunu anlayamadım. Sonra Ahmet Rifat dayının öyle söylediğini anlattı. Bütün vücudum yara bere oldu, günlerce oturamadım.
“AFET ABA, SAAT KAÇ?”
Mahallemizde bir de “Küçük Afet” dedikleri Afet aba vardı. Afet aba hastanede veya bir klinikte çalışıyordu. Bir oğlu vardı. Bir gün Afet aba bir kol saati aldı, koluna taktı ama ta dirseğine yakın bir yere. Bütün mahalle saati gördü ve herkes ona “Saat kaç acaba Afet Hanım?” derdi. O da hemen elbisesinin kolunu sıvar ve “Saat üç veya beş” her neyse, söylerdi. Çoluk çocuk her saat “Afet aba saat kaç?” derdi. O da yenini dirseğine kadar sıvar, saati söylerdi. Hiç kızmazdı ve kendisiyle alay edildiğini de anlamazdı.
“EVİN PERİSİYMİŞ MEĞER…”
Bir de M. dayı vardı. Mağusa’dan bir kadın getirip nikahladı. Sonra Nazım Hoca’nın müridi oldu. Kuyruklu bir külah giydi başına. Karısını “ortadan” almıştı. Sonra “Sevap işledim, onu kurtardım” derdi.
Bir gün eve gelince odadan çırılçıplak bir adamın çıktığını görmüş M. dayı… Karısı hemen ağlamaya başlamış. “Aman efendi, eyi da geldin eve. Evin perisiymiş meğer. Hemen bir Türbe yaptıralım bahçeye. Adamcağız çırılçıplak ortalarda dolaşmasın, günahtır” demiş. Hemen bahçeye tahtadan bir türbe yaptırdılar. Üstüne de yeşil örtüler örttüler. Artık M. dayı eve gelince adam türbeye girer saklanırmış. Hanım çok memnun ama dedikodular M. dayıyı çok rahatsız etti. Torlanıp toplanıp Şam’a gittiler. Bir daha da dönmediler.
Mahallemizde bir de “A.. A…” dedikleri bir adam vardı. Bir kızı ve Z… Hanım isminde bir karısı vardı. Karısı sonra evli bir adamı sevdi ve aldı. Adam ölünce sarındı, büründü, dindar oldu. Günahlarının bağışlanması için gece gündüz dualar okurdu.
YATSI OKUNUNCA YATIRDIK…
Mahallemizde bir de iki gözü ama olan Kör Hüseyin Efendi ve hemşiresi Şerif Mulla aba vardı. Hüseyin efendi her gece bize gelir, babam ona Battal Gazi Destanı, İncili Çavuş gibi kitaplar okurdu. Eskiden radyo yoktu, televizyon yoktu. Yatsı ezanı okununca namaz kılacak olan kılar ve yatardık. Şimdiki gibi gece geç vakitlere kadar oturulmazdı. Yalnız Ramazan geceleri kadınlar bir araya toplanır, masallar, hikayeler anlatır ve “Yüzük-fincan oyunu” oynarlardı. Sonra hamur yoğururlar ve şehirge keserlerdi. Çünkü o zaman şehirge satılmazdı. Ramazan yaklaşınca gecede bir aile için toplanıp şehirge kesilir, siniler dolardı. Onları kurutup pilava ve çorbaya koyarlardı.
Fincan oyunu:- Bir tepsinin içine katılacak insan kadar fincan dizilir yani on kişi oynayacaksa on fincan konur. Bir tanesinin altına bir alyans (nişan yüzüğü) konulurdu. Sonra herkes kapalı fincanlardan bir tanesini seçer ve onu açardı. Altında yüzük yoksa, o oyundan çıkardı. Yüzüğü bulan kazanırdı. Zenginse, yüzüğü hediye olarak verirdi ev sahibi. Bizim evde böyle oyunlar oynanmazdı…
DEVAM EDECEK