1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Türkiye Cumhuriyeti Tarihinde Bir Utanç Sayfası: 6/7 Eylül Olayları
Türkiye Cumhuriyeti Tarihinde Bir Utanç Sayfası: 6/7 Eylül Olayları

Türkiye Cumhuriyeti Tarihinde Bir Utanç Sayfası: 6/7 Eylül Olayları

Türkiye Cumhuriyeti Tarihinde Bir Utanç Sayfası: 6/7 Eylül Olayları

A+A-

 

Ali Dayıoğlu
  [email protected]

Geçen hafta, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en karanlık sayfalarından birini oluşturan 6/7 Eylül 1955 olaylarının yıldönümüydü. Aradan 58 yıl geçmiş olmasına rağmen, İstanbul ve İzmir’de yaşanan ve başta Rumlar olmak üzere Gayrimüslimleri hedef alan olaylar hiçbir zaman unutulmadı. Tam bir “pogrom” (çoğunluğun, devlet destekli biçimde azınlığa saldırısı) niteliğindeki olaylar Türkiye’nin utancı olmaya devam etti.

6/7 Eylül olaylarının (daha doğru bir ifadeyle, 6/7 Eylül rezaletinin) gerisinde üç temel amaç yatıyordu: 1) İttihat ve Terakki’den itibaren uygulanmaya başlanan ve sonrasında da devam ettirilen etnik ve dinî açıdan homojen bir Türk ulus-devleti yaratmak; 2) Ekonomik yaşamı millileştirmek; 3) 1954’ten sonra uluslararasılaşan Kıbrıs sorununda Türkiye’yi taraflardan biri hâline getirmek.

Devlet tarafından alınan çeşitli “önlemlere” rağmen, 1955 itibarıyla, ilk iki amaca tam olarak ulaşılamamıştı. Gerçi 1915 Tehcirinin ardından alınan “idari ve hukuki önlemlerle” Türkiye’deki Gayrimüslim sayısı epeyce azaltılmıştı ama, Türkiye’nin ticaret ve ekonomi merkezi İstanbul’da Rumların da dahil olduğu kayda değer bir Gayrimüslim nüfus yaşamaya devam ediyordu. Gayrimüslimlerin asıl kazanç kaynağı ticaret olduğundan, bu insanları ekonomik olarak çökertmek için çıkarılan 1942 Varlık Vergisi Kanunu gibi, hem bu alanı hedef alan, hem de bu insanları korkutarak İstanbul’dan ayrılmalarını sağlayacak olan başka “önlemlerin” hayata geçirilmesi gerekiyordu. Bunların başta gelenini de 6/7 Eylül olayları oluşturdu.     

Meselenin Kıbrıs sorunuyla ilgili bağlantısına gelince, olayların gerisinde Britanya’nın Kıbrıs’la ilgili hesaplarının yattığı görülüyordu. Britanya, Kıbrıs sorununa Türkiye’nin dahil edilmemesi durumunda, Kıbrıs’la ilgili bir çözümün Yunanistan’ın istediği biçimde şekilleneceğini düşünüyordu. Bundan dolayı, 29 Ağustos 1955’te Londra’da “Doğu Akdeniz’in siyasal ve savunmaya ilişkin sorunlarının” tartışılacağı bir konferans düzenledi. Britanya, yalnızca Kıbrıs konusunun ele alınacağı bu konferansa Yunanistan’ın yanı sıra Türkiye’yi de davet ederek, Yunanistan karşısındaki pozisyonunu Türkiye ile dengelemeye ve Kıbrıs’taki statükoyu, yani egemenliğini devam ettirmeye çalıştı. Britanya, gerek konferans başlamadan, gerekse sürerken Türkiye’nin Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak ortaya koyacağı sert bir tavrın bu amaca hizmet edeceğini düşünüyordu. Bu doğrultuda, konferans öncesinde Britanya Dışişleri Bakanı Harold Macmillan’ın “Türkler görüşlerini müzakerelerin başında ne kadar sert ortaya koyarsa, kendileri için de bizim için de o kadar iyi olur” ifadesini kullandığı belirtildi (Dilek Güven, 6-7 Eylül 1955 Olayları, İstanbul, İletişim Yayınları, 2006, s. 196’dan Robert Holland, Britain and the Revolt in Cyprus 1954-1959, Oxford University Press, 1998, s. 69).

Macmillan’ın beklentilerini karşılayacak şekilde Başbakan Adnan Menderes 24 Ağustos 1955’te sert bir açıklamada bulundu. Kıbrıslı Rumların 28 Ağustos’ta Kıbrıslı Türkleri katledeceklerine ilişkin haberlere karşılık Menderes şöyle konuştu: “Kıbrıs meselesinde, tahrikçilerin takındıkları tavır ve vaziyetle söylenen sözler, bizleri haklı endişelere sevketmiş bulunuyor. Bu endişelerin bir kısmı istikbale muzaf olmakla beraber, bugünden yarına vahim hâdiselerin cereyan edebileceğine dair ortada dolaşan sözler, endişelerimizin kaynağını teşkil etmektedir. Hiç ihtimal vermek istemiyoruz ve böyle olabileceğine imkân da göremiyoruz. Fakat 28 ağustosun Kıbrıstaki ırktaşlarımız için bir katliâm günü olacağını terrörist bir eda ile mütemadiyen ilân edip durmaktadırlar… Hareket, âni olabilir. Mahallî hükümet, hazırlıksız bulunabilir. Oradaki halkımız, son derecelere kadar tahrik edilmiş ve silâhlandırılmış bir ekseriyet karşısına masum, hareketsiz ve silâhsız bulunabilir. Fakat bu, hiç bir zaman onların bir an için daha müdafaasız kalacakları manasını tazammun etmez. Bu bakımdan büyük bir endişe ve heyecan içinde bulunan Kıbrıslı ırkdaşlarımızı tatmin etmek ve müsterih kılmak isteriz… Bu ne biçim bir hükümettir [Yunan Hükümeti] ki, bir kasaba papazına devlet muamelesi yapacak kadar eğilip bükülmektedir… Şurasını katiyetle ifade edeyim ki, bu memleketin, Kıbrıs statükosunda bugün için hatta yarın için memleket aleyhine olabilecek bir değişikliğe katiyen tahammülü yoktur.” (Ayın Tarihi, 24 Ağustos 1955. http://www.byegm.gov.tr/ayintarihidetay.aspx?Id=424&Yil=1955&Ay=8, 24.07.2010).

Konferans başlamadan önce Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Britanya Dışişleri Bakanı ve diğer yetkililerle görüştü. Kıbrıs’la ilgili tezleri savunma konusunda Britanya’nın Türkiye’ye ilişkin tereddütleri olduğunu gören Zorlu, 28 Ağustos’ta Menderes’e şifreli bir telgraf gönderdi. 5 Eylül’de Menderes tarafından “Kıbrıs Türktür Cemiyeti” Başkanı Hikmet Bil’le paylaşılan telgrafta, Britanya’nın Türkiye’ye ilişkin tereddütlerinin giderilmesi için Türkiye’de “gereğinin yapılması” istendi (Güven, 6-7 Eylül 1955 Olayları, s. 81-82; Ayhan Aktar, “En Karanlık Gece”, Sabah, 5 Eylül 2005).

Bu arada, telgraftan önce gerek basın, gerekse çeşitli dernekler, birlikler ve sendikalar Yunanistan’ı ve Fener Rum Patrikhanesini hedef alan söylem ve eylemlerde bulunmuşlar, Gayrimüslimlere yönelik girişilecek “harekât” için halkı hazırlamaya başlamışlardı. Örneğin Hikmet Bil, Ağustos ayı içerisinde yaptığı bir açıklamada, Kıbrıslı Rumların olası bir katliam girişimine karşı, “Bu harekete verilecek cevabın çok kısa olması lazım. İstanbul’da çok Rum var” demişti (Foti Benlisoy, “6-7 Eylül, Kendi Toprağında ‘Rehine’ Olmak”, Birgün, 7 Eylül 2004’ten Yeni Sabah, 20 Ağustos 1955). Kıbrıslı Rumların 28 Ağustos’ta katliam yapacaklarına ilişkin haberlere karşılık olarak Hürriyet gazetesi de 28 Ağustos tarihli sayısında, Rumların böyle bir saldırı gerçekleştirmeleri durumunda buna karşılık vermek üzere İstanbul’da birçok Rum bulunduğunu “hatırlattı” (Alexis Alexandris, The Greek Minority of Istanbul and Greek-Turkish Relations 1918-1974, Athens, Center for Minor Studies, 1983, s. 256).

Londra Konferansı gergin bir şekilde devam ederken ve İstanbullu Rumlara yönelik tehditler havada uçuşurken, 6 Eylül günü saat 13.00’ten itibaren “Atatürk’ün Selanik’te doğduğu ev ile Türk Konsolosluğu binası arasındaki bahçede bir bombanın patladığı, patlama sonucu evin ve Konsolosluğun camlarının hasara uğradığı” yönünde devlet radyosundan yayın yapılmaya başlandı. Haber önce Demokrat Parti (DP) yanlısı İstanbul Ekspres gazetesinin saat 16’daki ikinci baskısında, ardından da diğer baskılarında yer aldı. Kıbrıs Türktür Cemiyeti ile çeşitli öğrenci birliklerinin çağrısı üzerine Taksim Meydanında toplanmaya başlayan göstericiler saat 18’den itibaren İstiklal Caddesine doğru yürüyüşe geçtiler. Göstericiler önce Gayrimüslim işyerlerinin camlarını taşlamaya, ardından da yıkıp dökmeye ve yağmalamaya başladılar. Olaylar İstiklal Caddesiyle sınırlı kalmadı. Başta Rumlar olmak üzere Gayrimüslimlerin evlerinin, işyerlerinin, ibadethanelerinin, mezarlıklarının bulunduğu yerlerde de benzer olaylar meydana geldi. Güvenlik güçlerinin seyirci kaldığı, hatta yardımcı olup yönlendirdiği ve organize olmuş kişilerin gerçekleştirdiği saldırılar sonucunda binlerce ev ve işyeri tahrip edilirken, çok sayıda kilise ve mezarlık da yakılıp yıkıldı. Ayrıca, Rumca yayınlanan gazetelere saldırıldı. Konuyla ilgili kimi kaynaklarda olaylar sırasında öldürülen Gayrimüslimlerin sayısı 2 olarak verilirken, bazı kaynaklarda bu sayının 11, bazılarında da 15 olduğu belirtildi. Ayrıca, Gayrimüslim azınlığa mensup çok sayıda kişi yaralandı, birçok kadına da tecavüz edildi.

Olaylar İstanbul’la sınırlı kalmadı. Haberin İzmir’de de duyulması üzerine Konak Meydanında toplanan kalabalık, Uluslararası İzmir Fuarı nedeniyle Meydan’da çekilmiş olan Yunanistan bayrağını yaktıktan sonra, Fuar alanındaki Yunanistan Pavyonu ile konsolosluk binasına saldırdı. Buraları ateşe veren kalabalık, Gayrimüslimlere ve levantenlere ait ev ve işyerlerini yağmaladı. Ayrıca, NATO’da görevli 6 Yunanistanlı subayın evlerine saldırılarak kendileri ve aile fertleri dövüldü. Aynen İstanbul’da olduğu gibi, İzmir’de de güvenlik güçleri saldırıları önlemek şöyle dursun, saldırganlara yol gösterdi ve yardımcı oldu.

Ordunun devreye girmesiyle 7 Eylül’ün ilk ışıklarında olaylar sona erdi. DP Hükümeti tarafından yapılan ilk açıklamada olayların çıkış nedeni, “Kıbrıs sorunu nedeniyle aylardan beri halka hâkim olan heyecan ile Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve ve Türk Konsolosluğuna karşı girişilen tecavüze” bağlanırken, ikinci açıklamada, “gösterilerde komünist tertip ve tahriki olduğu” vurgulandı.

Her ne kadar olayların sorumluluğu komünistlere yıkılmaya çalışıldıysa da, kısa süre içerisinde Selanik’teki bombalama olayının failleri saptandı. Yapılan inceleme sonucunda, Konsolosluk binasının ve Atatürk’ün evinin camlarının kırılmasına yol açan bombanın dışarıdan içeriye doğru atılmadığı, bombanın içeriden patlatıldığı ve olayın gerçekleştiği saatlerde Konsolosluk binasında yalnızca Türk bekçinin bulunduğu belirlendi. Ayrıca, söz konusu bombanın Milli Emniyet Hizmetleri adına çalışan ve Türkiye’nin verdiği burs ile Selanik Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okuyan Batı Trakyalı Oktay Engin isimli bir Türk öğrenci tarafından sağlandığı ortaya çıkarıldı. Tutuksuz yargılanan Oktay Engin, DP Hükümetinin girişimiyle daha sonra gizlice Türkiye’ye kaçırıldı. Oktay Engin, ileriki yıllarda önce Nevşehir’e kaymakam, sonra da vali oldu.

Üzerinden 58 yıllık bir süre geçmiş olmasına rağmen, 6/7 Eylül olaylarından esas kimin sorumlu olduğuna dair tartışmalar devam etmekle birlikte, olayların hükümetin bilgisi dahilinde Derin Devlet tarafından tertiplendiği, fakat dozunun kaçtığı yönünde yaygın bir görüş vardır. Buna en büyük kanıt olarak da Özel Harp Dairesi eski başkanlarından Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun yaptığı açıklama gösterilmektedir. Yirmibeşoğlu şöyle demiştir: “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?” (Fatih Güllapoğlu, Tanksız Topsuz Harekât, Ankara Tekin Yayınevi, 1991, s. 104).

Türkiye’de sermayenin Gayrimüslimlerden Müslüman tüccara devrinin önemli aşamalarından biri olan bu olayla Türkiye’nin uluslararası prestiji ciddi şekilde sarsılmıştır. Olayların bugün bile çeşitli çevreler tarafından dillendiriliyor olması, bu durumu yeterince ortaya koymaktadır. Ayrıca olaylar, Mete Tunçay’ın ifadesiyle, “İmparatorluk kültürünü sona erdirip İstanbul’un taşralaşması sürecini başlatmıştır” (Erdal Şafak, “6-7 Eylül ve Brandt Cesareti”, Sabah, 5 Eylül 2005).

Olayların bir başka önemli sonucu, bu tarihten itibaren Kıbrıs konusunda her sıkıştığında Türkiye’nin bunun bedelini kendi vatandaşı olan Gayrimüslimlerden, özellikle de Rumlardan çıkarmaya başlamasıdır. Aynı durum, Yunanistan ve bu ülkede bulunan Müslüman-Türk azınlık bakımından da geçerli olmuştur. Hatta, 29 Ocak 1990’da Gümülcine’de bir “Yunan Mini 6-7 Eylülü” yaşanmıştır (Konuyla ilgili olarak bkz. Baskın Oran, Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, 2. B., Ankara, Bilgi Yayınevi, 1991, s. 191-193). Neyse ki, özellikle 1999’dan sonra iki ülke arasında başlayan yakınlaşma süreci bu politikadan uzaklaşılmasını sağlamış, Türkiye’deki Rumlar ile Yunanistan’daki Türkler, bazı sorunların varlığına rağmen, en nihayet nefes almaya başlamışlardır.

Bu haber toplam 2998 defa okunmuştur
Gaile 231. Sayısı

Gaile 231. Sayısı