1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Türkiye Cumhuriyeti ve 1 Kasım Seçimleri
Türkiye Cumhuriyeti ve 1 Kasım Seçimleri

Türkiye Cumhuriyeti ve 1 Kasım Seçimleri

Türkiye Cumhuriyeti ve 1 Kasım Seçimleri

A+A-

 

Yonca Özdemir
[email protected]


Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 92. yılının kutlandığı bu hafta, Türkiye halkı Cumhuriyet’in kaderini belirleyecek önemli bir seçimle de karşı karşıya. Bu seçim, 1 Haziran’da da olduğu gibi ve aslında bu sefer daha da fazla, sadece bir partiye hükümet kurma hakkı vermek için yapılmayacak. Bu seçim, Cumhuriyet’in ve Türkiye siyasi sisteminin ve dolayısıyla da Türkiye halkının kaderini de belirleyecek bir seçim. Sorun şu ki, AKP sadece bir hükümet partisi değil, Türkiye’de yeni bir rejim inşa etmeye de çalışan bir kurum. Bu yeni rejim tam anlamıyla İslami bir rejim olmasa bile modern bir rejim de değil. Hele demokratik bir rejim hiç değil. Bugün Türkiye’nin AKP hükümeti altında yaşadığı 20. yüzyılın ilk ve belki de en önemli Üçüncü Dünya modernleşme projesi olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu modernleşme iddiasından, özellikle siyasi anlamda, gitgide uzaklaşmasıdır. Ayrıca bu on üç yıllık serüven Türkiye ekonomisinin bir yandaş kayırma, yağmalama ve emek sömürüsü düzenine dönüşmesinin hikâyesidir. Belki bu tip problemler Türkiye’de hep biraz vardı, ama hiçbir zaman bu boyutlara ulaşmamıştı. Kısacası, 29 Ekim 1923’te kurulan Cumhuriyet aslında hiç bugünkü kadar iflas etmemişti.

Bu kadar olumsuzlukların yaşandığı bir ülkede seçimlerde hala AKP’nin açık farkla birinci geliyor olması gerçekten açıklanması gereken bir olay. AKP, Türkiye’de solun oldukça zayıfladığı ve ortanın sağındaki partilerin de tükendiği bir dönemde ortaya çıktı. Fakat AKP’nin on üç senedir hükümette olmasını sadece bununla açıklamak mümkün değil. Gerek seçim sonuçlarından, gerek araştırmalardan anlaşılıyor ki, son on üç yıldır AKP halka en çok güven veren parti oldu. Bunun başlıca iki nedeni gösteriliyor: ekonomik istikrar ve siyasi istikrar.

AKP’nin seçim başarısının belki de en büyük nedeni ekonomi alanında başarılı olarak algılanması. Öncelikle belirtmem gerekir ki, ekonomide 1990’lara kıyasla göreceli bir istikrar sağlanmışsa da, AKP algılandığı kadar büyük bir başarı elde etmiş değildir. AKP, Kemal Derviş’ten yürüyen bir IMF programı ve düşme trendinde bir enflasyon devraldı. Yani istikrarı sağlayan reformların çoğunun kararı zaten bir önceki hükümet zamanında alınmış ve uygulanmıştı. Aslında AKP devraldığı bu hazır reçeteyi uygulamaktan öte pek bir şey yapmadı; sadece 2008’de benzer başka bir IMF anlaşmasına daha imza attı. AKP’nin bir büyük şansı da hükümete geldiği zamanın dünyadaki ekonomik büyüme döneminin başlangıcına rastlamasıydı. Büyüyen dünya ekonomisinin yarattığı likidite fazlası dolayısıyla Türkiye ekonomisi de kolayca büyüdü. 2003 ve 2014 yılları arasında Türkiye ortalama %4,8 oranında büyümüştür. Bu büyüme oranı benzer ülkelerdeki büyüme oranı ortalaması civarındadır. Yani Türkiye’nin müthiş bir ekonomik büyüme performansı sergilediği iddiası asılsızdır. Dünya ekonomik koşulları değiştiğinden beri Türkiye artık eskisi gibi büyüyememektedir (1). Üstelik Türkiye ekonomisi üretim yoluyla değil, harcama yoluyla büyümektedir. Harcamaların artmasındaki en büyük etken ise artan yabancı sermaye girişleridir. Özellikle sıcak para girişlerine dayalı bu ekonomik büyüme modeli aslında Türkiye ekonomisini çok kırılgan bir hale getirmiştir.

AKP’nin ekonomik politikalarına bakılırsa, neoliberal politikalar ile yandaş sermayedar yaratma politikalarının bir karışımını görürüz. Serbest piyasa ekonomisinin bile kuralları vardır ve aslında bugünkü AKP ekonomik sisteminden daha az vahşidir. Piyasalar birtakım kurumlar tarafından denetlenir ki firmalar en azından yasal olarak eşit koşullarda rekabet edebilsin. Hâlbuki bugün Türkiye’de yandaş şirketlerin kayırıldığı ve muhaliflerin ekonomik yaşam alanının yok edildiği bir kapitalist sistemden bahsediyoruz. Son yıllarda Erdoğan ile yıldızı barışmayan Aydın Doğan’ın holdinginin ve 17 Aralık 2013 sürecinden beri de Fethullah Gülen’le bağlantılı şirketlerin yaşadığı sıkıntılar buna örnek olarak gösterilebilir. Hatta daha bu çarşamba Kanaltürk ve Bugün televizyonları “kayyum tayini” bahanesiyle polis tarafından basıldı. Genelde küçük ve orta boy sermayedarlardan oluşan muhafazakar yeşil sermaye ise başından beri verdiği AKP desteği sayesinde son on üç senede oldukça palazlandı. Aslında muhafazakâr olmayan ama fırsatçı olan bazı sermayedar kesimler de AKP yandaşlığına terfi ederek Türkiye’deki ekonomik yağmadan istifade etmektedirler. Bugün özel sermayenin kaderi Erdoğan’ın insafına bırakılmıştır. Erdoğan ve ailesini memnun etmeyen, yok olmaya mahkûm edilmektedir. Bu vahşi kapitalizmden daha da vahşi sistemde en belirgin politika ülkenin varlıklarının yandaş sermaye kesimine aktarılması ve KİT’lerden tutun da ülkenin arsalarına, madenlerine, ormanlarına ve derelerine kadar her şeyin bu uğurda yağmalanmasıdır. Bir diğer unsur da, aslında tüm sermaye kesiminin yararına olsa da, en çok yine yandaş sermayenin istifade ettiği müthiş emek düşmanı politikalardır. Nitekim toplam ücretlerin milli gelirdeki oranı 2002’de %29 iken 2014’de %26’ya düşmüştür. Üstelik bu gelişme, ücretlilerin nüfustaki oranı artmasına rağmen olmuştur (2). AKP döneminde işçi piyasaları esnekleştirilmiş ve işçi hakları daralmıştır. Sendikalaşma oranı 2000’de %10 iken 2010’da %5,7’ye düşmüştür (3). Yani 1950’lerden beri en düşük sendikalaşma oranı da AKP döneminde gerçekleşmiştir. Zaten var olan sendikaların en büyükleri de artan ölçüde AKP güdümüne girdiğinden işçi haklarını korumaktan uzaktırlar. Yoksa Soma katliamını, ya da inşaatlarda hemen hemen her gün yaşanan işçi ölümlerini nasıl açıklayabiliriz?

Peki, geniş halk kesimleri, özellikle de AKP’nin en büyük seçmen kitlesi olan emekçi kesimler, neden AKP’nin ekonomi politikalarından bu kadar memnun görünmektedir? Bunun da aslında iki basit sebebi var: artık adeta sadaka yöntemine dönmüş sosyal yardımlar ve hane halklarının kolayca borçlanması. AKP var olan sosyal hakları kısıtlarken sosyal yardım miktarını artırmayı başardı. Bunun arkasındaki sır sosyal yardımların önemli bir kısmının devlet tarafından değil, özel kişiler tarafından verilen bağışlarla karşılanıyor olmasında yatmakta. Bu bağışların bir kısmı İslami vakıf ve örgütlerin topladığı bağışlar iken, özellikle belediyeler tarafından dağıtılan kısmı da kaptıkları ya da kapmaya çalıştıkları ihalelere karşılık şirketlerin verdiği “bağış” denilen, ama aslında rüşvet kategorisine giren ödemelerdir. AKP döneminde Türkiye’de 23 milyondan fazla insan en az bir kez sosyal yardım almış durumdadır. Bu yardımlar özellikle yoksulluğun yoğun olduğu Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde etkili olurken AKP döneminde sürdürülen acımasız ekonomik politikaların etkisinin daha az hissedilmesine de neden olmuştur. Çok fakir kesimler için bu yardımlar hayati önem taşımaktadır. Üstelik genelde düzensiz ve taraflı yapılan bu sosyal yardımlar fakir kesimler ve AKP arasında bir siyasi bağımlılık ilişkisi yaratmış, fakir seçmenlerin aldıkları sosyal yardımın devam etmesi için AKP’ye oy vermesine yol açmıştır.

Ayrıca, emekçi kesimler AKP döneminde borçlanma yoluyla gelirlerini aşan bir tüketim düzeyine ulaşmıştır. Tüketici kredilerinin milli gelire oranı 1998-2002 arasında %2’nin altında iken bu oran 2013-2015 yıllarında %20’yi aşmıştır. Borçlanma özellikle düşük gelirli vatandaşlar arasında artmıştır. Toplam hane halkı borçlanmasının hane halkı harcanabilir gelirine oranı 2003’te %7,5 iken bu oran 2012’de %50’ye çıkmıştır. Kredi kartı sayısı 2003’te 20 milyon iken bu sayı 2011 itibariyle 78 milyona fırlamıştır (4). Özet olarak Türkiye’de kazanmadığı kadar para harcayan geniş bir kesim bulunmaktadır.  Olası bir finansal kriz durumunda bu kişilerin borçlarını ödemekte daha da zorlanacağı kesindir. Üstelik uluslararası piyasalarda yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin düşmek bilmeyen yüksek cari açığı ve Türkiye’de artan siyasi istikrarsızlık sebebiyle bu krizin çok da uzakta olmadığını da iddia edebiliriz.

Konu siyasi istikrar meselesinde gelince daha da karanlık bir tabloyla karşı karşıyayız. Aslında 7 Haziran seçimlerinin 1 Kasım’da tekrarlanıyor oluşu bile durumun vahameti açısından bize yeterince ipucu veriyor. Normal demokratik bir parlamenter sistemde en yüksek oyu alan parti koalisyon yoluyla hükümet kurarken Türkiye’de, aslında tarafsız olması gereken bir cumhurbaşkanının işine gelmediği için, AKP bilerek ve isteyerek koalisyon kurmayıp yeni bir seçimi Türkiye’ye dayatmıştır. Yine aynı cumhurbaşkanı, hayal ettiği başkanlık sistemini imkânsız bir hale getiren bu seçim sonucuna neden olan partiyi kendine düşman belleyip tüm ülkeyi bir iç savaş ortamına sokmuştur. Bu siyasi hesaplar sonucu 7 Haziran’dan beri Türkiye’de her gün ölüm haberleri var. Bunların bir kısmı 20 Temmuz Suruç, 6 Eylül Dağlıca ve 10 Ekim Ankara katliamları gibi toplu ölümler, fakat bir kısmı da artık manşetlerde bile pek yer bulmayan ama süreklilik kazanmış asker, sivil ya da militan ölümleri. Üstelik Türkiye’ye sadece PKK terörü geri dönmedi, çok daha vahşi ve korkunç olan İŞİD terörü de geldi. 7 Haziran’a dek “barış süreci” ve “anaların artık ağlamadığı” bir Türkiye söylemi üzerinden destek isteyen AKP ve Erdoğan seçim sonucunu beğenmeyince barış sürecini rafa kaldıraraktan PKK terörünün geri dönmesine yol açtı. Yine AKP ve Erdoğan şimdiye dek izledikleri Suriye politikası ile Türkiye’nin başına İŞİD’i de musallat etti. Bunun yanı sıra, Türkiye’de her gün çiğnenen insan hakları, basın özgürlüğü kısıtlamaları, haksız suçlamalar ve onların haksız mahkeme süreçleri, polis terörü ve gün geçtikçe daha da tek bir kişinin insafına bırakılmış hukuk ve devlet yönetimi Türkiye Cumhuriyeti’ni hızla gerçek bir cumhuriyet olmaktan çıkarıyor.

1 Kasım seçimlerinden çıkacak sonucun bu olumsuz gidişatı tersine çevirme şansı da var. Ancak, on üç yıllık AKP hükümranlığı sırasında vıcık vıcık bir sağ-İslamcı popülizm eşliğinde tek bir kişinin çıkarlarına ve insafına bırakılmış bu devletin öyle bir günde ya da bir yılda düzeleceğini düşünmek saflık olur. Yargıcı, polisi, askeri, işadamı, medyası, muhtarı, bürokratı, sendikacısı ve hatta profesörü ile tam bir yandaş sistemine dönüşmüş bu sistemi modern cumhuriyet ilkeleriyle bağdaştırmak mümkün değil. İlkokul bilgilerimizi tazelemek gerekirse, cumhuriyet hükümet başkanının halk tarafından belli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim biçimidir. Egemenlik hakkının belli bir kişi veya aileye ait olduğu monarşi ve oligarşi kavramlarının zıddıdır. Bugünkü koşullar gösteriyor ki, kaybedilmiş olan cumhuriyet kazanımları ve inşa edilmeye çalışılan ama bir türlü yerleşmeyen demokrasi ve insanca bir yaşam için daha Türkiyelilerin vermesi gereken çok büyük ve uzun bir kavga var. Dileriz ki bu seçim Türkiye’nin yaşadığı bu kâbustan kurtulması yolunda bir dönüm noktası olsun. Dileriz ki bu seçim Ali İsmail’in, Berkin’in, Suruç’ta ölen gençlerin, Cemile’nin, Ankara’da 10 Ekim’de barış istediği için can verenlerin, sırtından vurulan Dilek’in ve adını buraya yazamadığım daha onlarca ve hatta yüzlerce canın hayal ettikleri Türkiye’nin başlangıcı olsun…

 

-------------------------------------------------------------

Referanslar

(1). 2014 büyüme hızı sadece  % 2,9 olmuştur. (TÜİK İstatistikleri)

(2). Boratav, Korkut. “AKP’ye seçmen desteği: Ekonomik nedenler” BirGün Gazetesi (11 Ekim 2015) http://www.birgun.net/haber-detay/akp-ye-secmen-destegi-ekonomik-nedenler-91955.html .

(3). Çelik, Aziz. “Muhafazakar Sosyal Politika Yönelimi: Hak Yerine Yardım-Yükümlülük Yerine Hayırseverlik.” İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi 42 (2010): 63-82.

(4). Karaçimen, Elif. "Financialization in Turkey: The Case of Consumer Debt." Journal of Balkan and Near Eastern Studies 16,2 (2014): 161-180.

Bu haber toplam 1647 defa okunmuştur
Gaile 341. Sayısı

Gaile 341. Sayısı