1. YAZARLAR

  2. Süleyman İrvan

  3. Türkiye medyasının barış gazeteciliğiyle imtihanı
Süleyman İrvan

Süleyman İrvan

Türkiye medyasının barış gazeteciliğiyle imtihanı

A+A-


Her ne kadar Kıbrıs Türk medyasının ilgi alanına henüz yeterince girmediyse de Türkiye’de “barış süreci” olarak adlandırılan, tarihsel açıdan oldukça önemli bir süreç yaşanıyor. Yaklaşık 30 yıl süren çatışma ortamının bitmesi, Kürt sorununun barışçı biçimde çözülmesi için adımlar atılıyor. Dikkatlice izlenmesi gereken gelişmeler yaşanıyor.
Bu süreçte, gazetecilik de bir sınav veriyor. Türkiye medyasının önemli bir bölümü, değişik gerekçelerle bu sürece destek veriyor görünüyor. Ancak, bu desteğin biraz da korkudan ve baskıdan kaynaklandığı anlaşılıyor. Türkiye medyasında çalışan gazetecilerle yaptığım sohbetlerde ve okuduğum köşe yazılarında siyasal iktidarın gölgesinin ciddi biçimde hissedildiğini ve medyada yaygın bir oto-sansür uygulandığını görüyorum.

Bu dönemdeki kadar baskı hiç olmadı

Türkiye’de muhalif yayın organları hariç, sadece “anaakım medya” olarak nitelenen medya kuruluşları değil, “yandaş medya” olarak nitelenen, siyasal iktidara her konuda destek veren medyanın da bu baskıyı hissettiğini duymak açıkçası beni şaşırtmadı değil. Geçen Cuma günü, Doğu Akdeniz Üniversitesi Mezunlarla İletişim ve Kariyer Araştırma Merkezi tarafından düzenlenen “Uluslararası Kariyer Fırsatları Forumu”nda Türkiye’den iki gazeteci konuğu dinledim. A Haber Kanalı Ekonomi Editörü Özlem Doğaner ile ATV Ankara Temsilcisi Faruk Demirel, birçok şeyin yanında, barış sürecinde medyanın rolüne de değindiler. Ancak benim dikkatimi çeken, özellikle Faruk Demirel’in söyledikleriydi. Uzun yıllar değişik televizyonlarda çalışan Demirel, kanal olarak sürece destek vermelerine rağmen kendi kuruluşlarında da aynı baskının hissedildiğini ifade etti ve hatta “Ben hiçbir dönemde bu kadar baskı hissetmedim” de dedi.

Bu baskı ikliminin ipuçlarını, 11 Mart 2013 tarihli ve “Barış gazeteciliği perspektifinden İmralı tutanakları” başlıklı yazımda vermiştim. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, yaptığı bir konuşmada, “Eğer bu ülkeye bu millete zerre kadar sevdanız varsa, şu çözüm sürecine katkıda bulunmak istiyorsanız, böyle bir haberi atamazsınız, atmamanız gerekirdi. Bu süreç hassas bir süreç” diyerek Milliyet’te yayımlanan “İmralı tutanakları” haberini eleştirmiş ve medyaya ayar vermişti zaten. İşte bugünlerde medyada yaygın biçimde uygulanmaya konulan oto-sansürün asıl nedeni bu. Burada kısa bir parantez açıp oto-sansürün ne anlama geldiğini de açıklamak gerekiyor. Oto-sansür, gazeteciliğin ruhuna aykırı bir uygulamaya işaret ediyor. Yazılması gerekeni, korkudan yazamamak anlamını taşıyor. Oto-sansür, hem kurumsal düzlemde hem de bireysel düzlemde işleyebiliyor.

Baskı ortamında barış gazeteciliği mümkün mü?

Türkiye medyasının barış sürecindeki tavrını barış gazeteciliği olarak görmek bizi yanıltabilir. Elbette, barış gazeteciliği örneği olarak nitelenebilecek haberciliğin hiç yapılmadığını da söyleyemeyiz. Örneğin, Milliyet’ten atıldıktan sonra t24.com isimli internet gazetesinde gazeteciliğini sürdüren Hasan Cemal’in “Barış Sürecinde Güneydoğu Notları” başlıklı yazı dizisi iyi bir barış gazeteciliği örneği oluşturuyor.

Gazeteciler ne diyor?


Gazeteci Sevgül Uludağ’ın Yenidüzen’de hazırladığı Medya sayfasında, geçen hafta Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen “Barış Süreçleri ve Medya” konulu konferansın haberleri yer aldı. 19 Nisan tarihli gazetenin 29. sayfasında verilen habere göre, Türkiye’li gazeteciler “Türkiye’de barış gazeteciliği mümkün mü?” konusunu ele almışlar. Düzenlenen panelin oturum başkanlığını yapan gazeteci Haluk Şahin, “Türkiye’de barış gazeteciliğine postmodern bir yaklaşımla bakılıyor. İçinde bulunduğumuz dönemde basına yönelik sansür, belli konuların konuşulmaması ‘barış gazeteciliği’ olarak görülüyor” demiş. Hürriyet gazetesi okur temsilcisi Faruk Bildirici, “Barış gazeteciliğini nasıl yapabileceğimizin cevabı şurada yatıyor: Türkiye’de 30 yıldır süren bir savaş var. Biz gazeteciler olarak bu savaş sürecinde neyi yapmadık?” diye sormuş ve ardından yazılması gerekip de yazılmayanları, faili meçhulleri, köy yakmalarını sıralamış. Barış gazeteciliğinin özünde bu tür habercilikle mümkün olabileceğini dile getirmiş. Gazeteci Ruşen Çakır, “Bu süreçte ana akım medya barış sürecini destekliyor görünüyor ama barış gazeteciliği yapmıyor.. Medya yöneticilerinin en önemli kıstası, okuyucunun değil başbakanın tepkisi. Kürt sorunuyla ilgili yıllardıryazan Hasan Cemal’in işten çıkarılması, medyanın barış sürecine aslında destek vermediğinin en bariz göstergesidir” demiş. Gazeteci Rober Koptaş, medyanın en önemli sorununun bağımsız olamama sorunu olduğunu ifade etmiş. Medyanın bu süreçte her tür milliyetçilikten arınmış bir dil kullanması gerektiğini ifade etmiş. Gazeteci Doğan Satmış da çatışmanın sürdüğü ortamlarda barış gazeteciliği yapmanın olanaksız olduğunu savunmuş. Barış gazeteciliğinin ancak barış ortamında mümkün olabileceğini ifade etmiş.


Kuşkusuz tüm bu düşünceler ayrı ayrı irdelenmesi gereken düşünceler. Ancak akılda tutulması gereken gerçek şu. Türkiye’de ilk kez Kürt sorununun çözümünde ciddi bir çaba söz konusu. Başbakan tarafından bizzat belirlenmiş olsalar da, bazı gazetecilerin de dahil olduğu Akil İnsanlar heyetleri ülkeyi dolaşıyor, süreci anlatıyor ve halkın beklentilerini raporlaştırıyorlar. Silahlı örgüt üyelerinin ülkeyi nasıl terkedecekleri konuşuluyor. Hükümet Abdullah Öcalan’la dolaylı da olsa görüşmeler yapıyor. Mektuplar gidip geliyor. Açıklamalar yapılıyor. Gazetecilerin sanırım önemli bir kısmı şaşkın durumda. Ne yapacaklarını, nasıl tavır alacaklarını kestiremiyorlar. Barış sürecine destek vermenin gazeteci tarafsızlığını gölgeleyeceğini düşünüyor da olabilirler. Ama zaten gazeteciler Kürt sorununda hiç tarafsız olmadılar ki. Bari bu sefer barış sürecine destek olsunlar. Savaşın değil barışın parçası olsunlar. Barış gazeteciliği yapmasalar ve yapamasalar da, yangına körükle giden ve “kan varsa manşet olur” şeklindeki geleneksel çatışmacı gazetecilik anlayışının tiraj ve rating dışında olumlu bir katkısının olmadığını dikkate alsınlar.

 

***

Twitter, ifade özgürlüğü ve Fazıl Say


Twitter sanırım sosyal medya içinde gazeteciliğe en uygun mecra olarak görünüyor. Hatta giderek “twitter gazeteciliği” diye yeni bir gazetecilik türünün oluşmaya başladığı bile söylenebilir. Ancak bu yazının asıl konusu twitter gazeteciliği değil, yazdığı ve paylaştığı tweetler yüznden 10 ay hapis cezasına çarptırılan Fazıl Say’ın başına gelenlerdir.
16 Nisan tarihli Yenidüzen’in 8. sayfasında “Fazıl Say’a hapis” başlığıyla, hurriyet.com.tr’den aktarılan habere göre, Fazıl Say’a, twitter’da yazdığı yazılar nedeniyle “halkın benimsediği değerleri alenen aşağıladığı gerekçesiyle” 10 ay hapsi cezası verildi.
Fazıl Say dünya çapında ün yapmış bir klasik müzik bestecisi ve piyanist. Sanatçı kişiliğinin yanında muhalif bir duruşu da var. Yargılamaya konu olan tweetlerden bazılarını kendisi yazmış, bazılarını da paylaşmış. Kendi yazdığı tweetler bir yana, mahkeme kararında paylaştığı tweetlere de yer verilmesi başka bir tartışmaya da zemin aralamış görünüyor. Bir tweet paylaşıldığında “içeriğine katılıyorum” anlamı çıkar mı çıkmaz mı? Bir kişi katılmadığı bir görüşü paylaşamaz mı? Paylaşabilir. Nitekim, Sabah okur temsilcisi Yavuz Baydar, benim, gazeteciler de akil insan olabilir mealindeki tweetlerimi takipçileriyle paylaştı, ama biliyorum ki Yavuz Baydar benden farklı düşünüyor.
Ben de, tweeter kullananların paylaştığı her iletiye katıldıkları anlamının çıkarılmaması gerektiğini düşünüyorum. Bazen sırf bilgilendirmek amaçlı olarak bazı gazetecilerin yazılarını paylaşıyorum. Ama o yazılarda dile getirilen düşünceleri paylaştığım anlamına gelmez bu, gelmemeli de.
İfade özgürlüğü konusuna gelince, sanırım, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatlarına bakmak gerekiyor. Radikal’de Eyüp Can’ın 16 Nisan tarihli yazısında Türkiye Adalet Bakanı Sadullah Ergin’nden aktardığı üzere, ifade özgürlüğü kavramı hoşa giden düşüncelerin serbestçe ifade edilebilmesinden çok, “hoşa gitmeyen, rahatsızlık veren, hatta şoke eden fikirlerin, en az zararsız ve etkisiz gibi görülen, makul ve makbul sayılan fikirler kadar hoşgörüyle karşılanması” anlamına geliyor.
AİHM’in farklı davalarda verdiği kararlar da bu yöndedir. Fazıl Say’a verilen mahkûmiyet kararı sadece ifade özgürlüğünün alanını “hoşa gitmeyen, rahatsızlık veren” düşüncelere kapatmakla kalmıyor, aynı zamanda Türkiye’nin ifade ve basın özgürlüğü konusunda zaten diplerde yerinin daha da gerilere gitmesine neden olacak gibi görünüyor.

 

Bu yazı toplam 1940 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar