TÜRKİYE ORTADOĞU'DA KÜKRERKEN KIBRIS SOLU KEBAP YAPARSA...
Bodrum’un Bitez sahilinde son 1 yılın en miskin yazısını yazıp sevgili Cenk’e “gönder” tuşuna basmak üzereyken olan oldu.
Daha birkaç gün önce Bosna ziyaretinde “Reis-ül Ulema” tarafından “Allah onu tarih yazmas
Bodrum’un Bitez sahilinde son 1 yılın en miskin yazısını yazıp sevgili Cenk’e “gönder” tuşuna basmak üzereyken olan oldu.
Daha birkaç gün önce Bosna ziyaretinde “Reis-ül Ulema” tarafından “Allah onu tarih yazması için yaratmış” sözleriyle övülen Dışişleri Bakanı Davutoğlu ekrana çıkıp İsrail’e zehir zemberek bir ültimatom verdi.
BM raporunun Amerikan medyasına sızmasının ardından İsrail’in Mavi Marmara olayıyla ilgili hiç te geri adım atmaya niyetinin olmadığının anlaşılması Türkiye’yi hayli öfkelendirmişe benziyor. Öyle ki Türkiye, Davutoğlu’nun ağzından yapılan açıklamada İsrail’e karşı bugüne kadar eşi benzeri görülmemiş “yaptırım” kararlarını duyurdu. 5 maddede sıralanan yaptırım listesinde diplomatik ilişkilerin 1980’den sonra ilk kez “2. Kâtip düzeyine indirilmesi” elbette çok önemli ama asıl “eşsiz yaptırım” tüm askeri anlaşmaların askıya alınması.
Türkiye-İsrail arasındaki ikili askeri anlaşmaların içerik ve kapsamı, bu anlaşmalarda inisiyatifin sivil hükümetlerden çok TSK uhdesinde olması nedeniyle elbette hiçbir zaman şeffaf olmadı. Ancak 54. Erbakan Hükümeti döneminde F4’lerin modernizasyonu, İsrail askeri eğitim uçaklarına Türk hava sahasının açılması gibi özel ayrıcalıkların verildiği, İsrail’in de Türkiye’ye istihbarat desteği verdiği biliniyor. Şimdi Türkiye’nin yaptırım listesine “askeri anlaşmaları” da eklemiş olması “yeni” TSK yapılanması ile AKP Hükümetinin uyumu konusunda da fikir veriyor. Zira Türkiye gerek ABD ile gerek İsrail ile diplomatik sorunlarının ikili askeri ilişkileri gölgelememesine her zaman özen gösteren bir “ortak” görüntüsü veriyordu. Meşhur çuval olayında bile Türkiye-ABD askeri ilişkilerinin zedelenmemesine gösterilen özen hatırlanacaktır. Sadece birkaç yıl önce askerinin başına çuval geçirilmesinde bile ikili askeri anlaşmaları iptal etmeyi aklına getirmeyen Türkiye’ni n bugün Mavi Marmara yüzünden sadece bölgenin en tehlikeli gücü değil, aynı zamanda ABD’nin bölgedeki en önemli partneri olan İsrail’le gerilimi bu noktaya taşıması son derece manidar.
Türkiye’nin “yaşlı Avrupa’nın” burnunun ucunu göremez hale gelmesi ve hata üstüne hata yapmasının da etkisiyle Ortadoğu’dan Orta Asya’ya, Afrika’dan Avrupa’ya uzanan çok geniş bir ekonomik ve siyasi “ilgi alanına” gözünü diktiğini söyleyip duruyoruz. Yaşlı ve hasta Avrupa giderek derinleşen ekonomik ve sosyal çalkantılarla boğuşurken Türkiye vizyonunu “tarihten alan” bir dış politikayı emin adımlarla inşa etti. Artık geleneksel “tavşan boku” siyasetini terk eden ve riske girmekten kaçınmayan, riske girdikçe de bölgesel etkinliğini artıran bir Türkiye ve onun başında da hırsı Türkiye sınırlarını çoktan aşmış bir liderlik var… Bu liderlik, sadece 1 ay önce Kıbrıs’ta “eski çamların bardak olduğunu” Avrupa’ya “deklare ederken” sahip olduğu müthiş özgüvene dayanıyordu elbette…
Davutoğlu’nun açıkladığı 5 maddelik yaptırım listesinde “Doğu Akdeniz’de en uzun kıyıya sahip sahildar devlet” vurgusu da oldukça dikkat çekici. Herkes Türkiye’nin “yasal kıyılarının” yanısıra bir de üstelik yasal sınırlardan çok daha yakın Kuzey Kıbrıs kıyılarına “sahip olduğunun” ve bu gri alanda küçümsenmeyecek bir askeri gücü barındırdığının da farkında. İşte bu, “Kıbrıslı beslemelerin” anavatana “kurtarılma ve korunma diyetlerini” ödeme fırsatı(!) anlamına geldiği gibi “Kıbrıs Türktür Türk Kalacak” çığırtkanlığının temelindeki “stratejik çıkarların” kamuoyu açısından bir kez daha anlaşılması açısından da bir fırsat(!) oluşturuyor.
2002’den itibaren 1. AKP Hükümeti döneminde belli belirsiz şekillenmeye başlayan, 2007’den itibaren de 2. AKP Hükümeti ile iyiden iyiye hatları belirginleştirilen “yeni Türk dış politikası” eskisiyle kıyaslanamayacak ölçüde proaktif, yırtıcı bir görüntüye kavuşturuldu. 60’ların sonunda Fransa’nın Cezayir’deki katliamlarına karşı BM’de “çekimser” kalacak kadar sinikleşen Türkiye, bugün İsrail’den Gazze’nin hesabını soracak, Doğu Akdeniz’deki “hükümranlık alanını hatırlatmaktan” kaçınmayacak kudreti kendinde görebiliyor.
Kıbrıs’ta barış yanlıları, özellikle de Kıbrıs solu durumun ne kadar farkında bilmiyorum ama çok yakın gelecekte “bölünmüşlüğü” bile aratacak ciddi sorunlar Kıbrıs halkının gündeminde ilk sıraya oturacağa benziyor. Ne yazık ki Eroğlu-Hristofyas müzakerelerinin son çeyreğine girildiği 1 Eylül’de bile içinde yüzdükleri derin rehavetten çıkıp güçlü bir ses vermeye yeltenmeyecek kadar utanç verici biçimde kendinden geçmiş Kıbrıslı barış yanlıları ve Kıbrıs solu çoktan havlu atmış görünüyor.
İşi iyiden iyiye “iki bildiri yaz yolla dostlar alışverişte görsün” siyasetine dönüştüren, herkesin boş gözlerle izlediği müzakerelerde güçlü bir kamuoyu baskısını oluşturmaya hiç te niyetli görünmeyen CTP ve TDP yönetimleri kendi toplumunu yaklaşan tehlikeye karşı harekete geçirmeme vebalini nasıl taşıyacak gerçekten merak ediyorum.
Herkese kendisini sol parti olarak yutturduğunu zanneden ve eylemiyle, söylemiyle hızla gericileşen AKEL için bir şey söylemeye gerek bile duymuyorum elbette…
Çok yakın gelecekte bölünmenin “tali bir sorun” olarak kanıksanacağı ama buna karşılık Türkiye’nin Ortadoğu’ya dönük planlarında “özel bir rol” üstlenecek olan Kıbrıs’ın bu yeni “pozisyonu” Kıbrıslı barış yanlılarının, Kıbrıs solunun, özellikle de CTP’nin, TDP’nin ve “çakma solcu” AKEL’in “umuru” değil mi artık?
Sol partilerin görevi sadece “olup bitenler üzerine ahkâm kesen bildiriler yayınlamak mı?” yoksa “kamuoyunu yaklaşan tehlikelere karşı uyarmak, hazırlamak ve var gücüyle tehlikeye karşı en geniş direniş cephesini örmek mi?”…
AKEL iktidarını korumak için artık geleneksel hale getirdiği “şeytanla bile yatağa girme” alışkanlığını sürdüredursun, CTP ve TDP geçkin kadınlar gibi sadece homurdanadursunlar, ben hala “Kıbrıs Solu” ve “Kıbrıslı Barış Yanlıları” diye bir güce olan inancımı koruyorum…