Türkiye’de olası bir iktidar değişikliği Avrupa Birliği ile ilişkilere ve “Kıbrıs sorunu”nun çözümüne nasıl yansıyacak?
Olası bir iktidar değişikliğinde, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde, KKTC’ye ve “Kıbrıs Sorunu”na yaklaşımında günümüzden çok daha olumlu gelişmelerin beklenmesinin gerçekçi olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Nilgün Arısan
[email protected]
Türkiye’de seçimler artık iyice yaklaştı. Bu seçim, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılında rejimin yönünü belirleyecek çok kritik bir seçim olmasının yanı sıra Türkiye’nin dış politikası açısından da önemli bir seçim. Her ne kadar iktidar ve muhalefetin kampanya söylemlerinde büyük ağırlık iç politikaya verilse ve bu kez iktidara çok yaklaşmış bulunan muhalefetin dış politika söylemleri çok dikkat çekmese de muhalefetin seçimi kazanması durumunda dış politikanın özellikle de aşağıdaki alanlarında değişiklikler beklenebilir.
- Türkiye’nin NATO’daki rolü
- Avrupa Birliği (AB) ile İlişkiler
- Amerike Birleşik Devletleri ve Rusya
- Göç.
İktidar değişmediği takdirde ne dış politika da ne de AB ile ilişkilerde bir değişiklik beklemek gerçekçi değildir. Depremden sonra başta Yunanistan olmak üzere batılı ülkelerin hızlı ve kapsamlı yardımları batı karşıtı söylemin seçim kampanyasında kullanılmasını engellese bile daha sonra tekrar bu söyleme dönülmeyeceğini kimse söyleyemez. Otoriter rejimlerin dış politikasındaki en göze çarpan özellik belirsizliktir. Tek kişinin belirlediği ve kurumsal olmaktan çok uzak politikaların sık değişmesi doğaldır. AB ile ilişkilerin ise iyice perakendeci bir al-ver yaklaşımlıyla konu bazında sürdürülmesi beklenmelidir. Kıbrıs konusunda ise Birleşmiş Milletler (BM) parametrelerinin dışında bulunan ve Kıbrıslı Türklerin önemli bir bölümünün de sıcak bakmadığı iki devletli çözüm ısrarının devam etmesi ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) içişlerine müdahalenin sürdürülmesi beklenmelidir.
Muhalefetin Dış Politikası
Peki, muhalefet iktidara geldiği takdirde nasıl bir dış politika izleyecektir? Millet İttifakı’nı oluşturan partilerin çeşitli vesilelerle yaptıkları açıklamalara göre uygulayacakları dış politika:
- uluslararası hukuka dayalı;
- Türkiye’nin mevcut ittifaklarına saygılı;
- başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve İstanbul Sözleşmesi gibi Türkiye’nin imzalamış olduğu ve Parlamento tarafından onaylanmış olan uluslararası anlaşmaların hükümleri ile uyumlu;
- diplomasi ve diyaloğa ağırlık veren;
- Dışişleri Bakanlığının ve Bakanlıktaki mesleki birikimin tekrar öne çıkarılmasıyla kurumsal niteliği ağır basan;
- komşu ülkelerin içişlerine karışmayan ve toprak bütünlüğünü tanıyan;
- ulusal uzlaşmaya dayalı ve çoğulcu olacaktır.
Muhalefet dış politikadan bahsederken özellikle üzerinde durulan bir husus, söylem değişikliğine gidilmesinin, askeri güce atıfta bulunan tehditkar söylemden (gunboat diplomacy) vazgeçilmesinin gerekliliğidir.
Muhalefetin AB Politikası
Muhalefetin AB’ye yönelik politikasının ne olacağı da tabii ki merak konusu. Seçim sath-ı mailine girmiş bir Türkiye’de, gündemde hiç olmayan bir konu gibi dursa da önümüzdeki dönemde gerek dış politika, gerekse iç politika açısından önemli olabilecek Avrupa Birliği (AB) ve AB ile ilişkiler – her ne kadar bu konuyu çok fazla dile getirmeseler de- muhalefetin de gündeminde. Gündeminde olmasının önemli bir nedeni de, yapılan çeşitli araştırmaların ortaya koyduğu gibi Türkiye’de kamuoyunun, özellikle de gençlerin önemli bir yüzdesinin AB ile ilişkilerin olumlu yönde gelişmesini desteklemeleri.
Daha önceleri de çeşitli vesilelerle değindiğim gibi AB nezdinde Türkiye artık aday ülke olmaktan çoktan çıktığı gibi stratejik ortak da değil. Demokratik ülkeler liginde de görülmüyor. Bizzat AB yetkililerinin dile getirdiği gibi Türkiye, özellikle coğrafi konumu ve mülteciler/sığınmacılar konusunda oynadığı rol nedeniyle AB tarafından zoraki (unavoidable) bir ortak olarak nitelendirilmekte. AB’nin bu yaklaşımı geçtiğimiz yıl yayımlanan ve AB’nin gelecek stratejisini içerdiği söylenen “Stratejik Pusula” belgesinde de açıkça gözüküyor. Türkiye stratejik işbirliği yapılacak ülkeler arasında değil. AB’den farklı değerlere sahip, ne yapacağı öngörülemeyen, güvenilemeyen ama çok dikkatli bir şekilde işbirliği yapılması da zorunlu olan bir ülke. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ertesinde Türkiye’nin sürdürmeye çalıştığı denge politikası başlangıçta AB tarafından övülse de, Rusya’nın Türkiye üzerinden yaptırımları deldiği iddiaları ve ülkenin “Putin Rusyası”nın elinde giderek bir araç olmaya başladığı algısı Türkiye’ye şüpheli yaklaşımı iyice güçlendirmiş durumda.
AB seçim dönemi boyunca, kanımca kolaycılığa da kaçarak, Türkiye ile ilişkilerde artık hiçbir şeyin değişmeyeceğini, Türkiye’de bir yönetim değişikliği olsa bile bunun dış politikaya yansımayacağını, zaten muhalefetin de mevcut iktidardan farklı bir politikaya sahip olduğunu düşünmediğini hissettirdi.
Oysa Millet İttifakı, bizzat Cumhurbaşkanı adayı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun dile getirdiği gibi AB ile ilişkileri yeniden canlandırmak niyetinde. Bu günden yarına AB katılım sürecinin canlandırılamayacağının muhalefet de bilincinde. Gerek Türkiye’nin o aşamaya tekrar erişebilmesi için atması gereken adımların kapsamı, gerekse Ukrayna’nın işgali ertesinde Ukrayna, Moldova ve Batı Balkanların adaylıkları sonucunda AB’nin genişleme politikasında bazı değişikliklere gideceğine yönelik sinyaller bu konuda gerçekçi bir yaklaşımı zorunlu kılıyor.
Atılacak ilk adımlar demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi evrensel haklar alanında olacak. Bundan sonra Türkiye ve AB arasındaki en temel sorun olan karşılıklı güvensizliğin giderilmesine de katkısı olacak çeşitli alanlardaki (savunma/güvenlik, terörle mücadele, gümrük birliği, göç gibi) işbirliklerine ağırlık verilmesi bekleniyor.
Açıkçası AB de Türkiye’nin tekrar evrensel değerleri benimseyen bir reform sürecini uygulamaya başlayıp, AB’ye adaylığını hatırlatarak, katılım sürecinin tekrar canlandırılmasını istemesine pek hazır gözükmüyor. AB de yakınlaşmanın çeşitli işbirliği alanlarında başlamasını tercih edecek gibi gözüküyor.
Bu işbirliği alanlarından AB’yi en fazla tedirgin eden alan göç. Muhalefet iktidara gelirse artık düzensiz göçmenleri Türkiye’de tutmayacağını, Türkiye’nin artık tampon ülke olmayacağını düşünüyor. Halbuki bu alanda yapılacak çok daha anlamlı bir işbirliği var. Avrupa Komisyonu’nun 2022 yılı sonbaharında yayımladığı son Türkiye Raporunda da belirtildiği gibi AB artık Türkiye ile bu alandaki işbirliğini “onurlu (dignified) geri dönüş” ve sınır güvenliği konularına yoğunlaştırmak niyetinde. Muhalefet de artık Türkiye’de yerleşmiş, iş güç sahibi, çocukları okula giden göçmenler dışındakileri uluslararası hukuka uygun olarak güvenli, onurlu ve gönüllü dönüşe ikna edip bunun altyapısını hazırlarken AB ile işbirliği yapabilir ve yeni göçmen dalgalarının engellenmesi için de AB ile işbirliği yapabilir.
Muhalefetin AB ile işbirliği yapmayı düşündüğü alanlardan birisi de gümrük birliğinin güncelleştirilmesi. AB, 2018 yılından itibaren bu alandaki müzakerelerin başlayabilmesi için Türkiye’nin demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü alanındaki gerilemesini koşul olarak öne sürerken, 2021 yılından itibaren koşullar mevcut gümrük birliğinin etkin bir şekilde işlemesini engelleyen unsurların ortadan kaldırılması ve gümrük birliğinin tüm üye ülkelere uygulanması şeklinde değiştirildi. Bu son koşul, Türkiye’nin limanlarının ve havaalanlarının Kıbrıs Cumhuriyeti’ne ya da Türkiye’deki resmi ifadesi ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimine açılması anlamına geliyor ki bu da “Kıbrıs sorunu”nun muhalefetin tekrar gündemine gelmesi demek. Tabii limanların ve havaalanlarının açılması için “Kıbrıs Sorunu”nun toptan çözülmesi veya Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tanınması gerekmiyor. Zaten limanlar ve havaalanları Türkiye Kıbrıs Cumhuriyetini tanımazken de 1987 yılına kadar açıktı. Ancak Gümrük Birliğinin güncellenmesi acil hedef olursa, bu konuda düşünülmesi ve aynen 2006’da yapılan açıklama gibi KKTC’nin ticari izolasyonuna son verecek bir adım beklenmesi gerekiyor. 2022 yılı Şubatında Anastasiades döneminde Rumlar bu konuda bir nabız yoklaması yapmış (1), ancak Türkiye bu konuda KKTC’nin bir inisiyatif almasına karşı çıkmıştı. Bu konunun da etraflıca düşünülmesi gerektiği kanısındayım.
Muhalefet ve “Kıbrıs Sorunu”
Millet İttifakı’nı oluşturan partilerin dış politika temsilcileri ile yapılan görüşmelerde (2) Kıbrıs Sorunu konusuna yaklaşımları konusunda söyledikleri şu şekilde özetlenebilir:
- Türkiye’nin KKTC’nin içişlerine karışması ve Kıbrıslı Türkler için müzakere pozisyonu belirlemesi yanlıştır, bu tutum KKTC’nin egemen ve özgür bir devlet olduğu savı ile çelişmektedir;
- Öncelikle Kıbrıs Türk Halkı’nın sorunun çözümü konusunda – Türkiye ile belirli bir danışma süreci içinde de olunsa- Kıbrıslı Rumlarla müzakerelerinde özgürce karar verebilmelerine olanak sağlanmalıdır;
- İki devletli formülün bir çözüm önerisi olarak ele alınmasından önce, Kıbrıslı Türklerin isteklerine ağırlık verilerek BM parametreleri dahilindeki iki toplumlu, iki bölgeli federasyona yönelik çözüm olasılığının tamamen ortadan kalkması gerekir.
Bu yaklaşım seçimlerden sonra da devam ettiği takdirde Kıbrıslı Türklerin istediği bir çözüm yönünde müzakerelerin yeniden başlaması konusunda umutsuz olmamak gerekir, ayrıca Türkiye’de mevcut yönetimin KKTC’nin siyasi kültürüne ve yaşam tarzına müdahaleleri de son bulacaktır.
Ancak, Kıbrıs’ta BM parametreleri dahilinde bir çözüm için müzakerelerin yeniden başlayabilmesi için de AB’nin “dayanışma” ilkesi arkasına saklanarak Kıbrıs sorununa da araçsal bakmayı da bırakması ve kendi deneyimlerinden de yola çıkarak yapıcı çözüm önerilerinde bulunması gerekir.
Muhalefetin 2022 yılı sonunda AB kurumları ile yaptıkları temaslarda “odadaki fil” olarak nitelendirilen Kıbrıs sorunu konusunda bugüne kadar AB’nin yapıcı bir yaklaşımı olduğu görülmedi. Gerek bu konuda, gerek Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin inhisari ekonomik bölge konusunda uluslararası hukuk açısından geçerli bazı iddiaları konusunda (her ne kadar Türkiye’nin tehditkar söylemi bu haklılığı gölgelese de) ses çıkarmamalarını kendi aralarındaki “dayanışma” ilkesine bağlıyorlar. Ancak, bu ilke kapalı kapılar arkasında, kendi aralarında Kıbrıs’ta yapıcı çözümler konusunda kafa çalıştırmaya ve Türkiye’nin uluslararası hukuk açısından haklı olan bazı iddialarını Yunanistan ve Kıbrıs ile tartışmaya engel değil sanırım.
Sonuç olarak olası bir iktidar değişikliğinde, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde, KKTC’ye ve “Kıbrıs Sorunu”na yaklaşımında günümüzden çok daha olumlu gelişmelerin beklenmesinin gerçekçi olduğunu söylemek yanlış olmaz.