1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Türkiye’nin Seçimi: Endişeler, Senaryolar ve Demokratik Gelecek Umudu
Türkiye’nin Seçimi: Endişeler, Senaryolar ve Demokratik Gelecek Umudu

Türkiye’nin Seçimi: Endişeler, Senaryolar ve Demokratik Gelecek Umudu

Türkiye’nin uzunca bir süredir hukuk devleti olmaktan uzaklaştığını, uluslararası geçerliliği kabûl edilen örneğin Freedom House gibi kurumların endekslerinde onlarca yıldır muhafaza ettiği “yarı özgür ülkeler” liginden bir üst lige çıkamadı.

A+A-

Levent Köker
[email protected]

Türkiye yine bir kritik seçim sürecinde. AKP’nin ilk iktidara geldiği 2002 seçimlerinden bu yana yapılan tüm seçimler, bunların arasına sıkışan anayasa değişiklikleri ile ilgili referandumlar, hepsi aslında “kritik” olarak nitelenmişlerdi. Hemen ilk akla gelen Anayasa Mahkemesi’nin kriz yaratan, tümüyle mantıksız ve hukuksuz “367 Kararı”, Genelkurmay’ın internet sitesinde yayımlanan “e-muhtıra” diye nitelenen bildirinin damgasını vurduğu 2007 seçimleri ve aynı yılın Ekim ayında yapılan anayasa değişikliği referandumu. İkincisi, bugün hâlâ gündemde olan ve özellikle yargının o dönemde Fethullahçılarla birlikte hareket eden iktidarın eline geçmesine yol açtığı için eleştirilen 2010 anayasa değişikliği referandumu ve arkasından gelen 2011 seçimleri. Arkasından gelen 7 Haziran 2015 seçimlerini unutmak mümkün mü? Gezi direnişinin ardından gerçekleşen bu seçimlerde AKP ilk kez TBMM’de salt çoğunluğu yitirmiş, koalisyon mecbûriyeti ortaya çıkmıştı. O koalisyon kurulamadı, ya da kurdurulmadı. Târihe AKP-CHP arasında bir ayı aşkın bir süre devam etmiş olan “istikşâfî görüşmeler”, yâni koalisyon kurma şartlarını “keşfetme”ye yönelik arayışlar başarısız oldu. Bu başarısızlıkta, 2014’te Cumhuriyet târihinde ilk kez doğrudan halk oyu ile Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın hiç rolü yoktu diyebilir miyiz? O zamanki Anayasa gereğince 45 günlük sürede hükûmet kurulamazsa seçimler yenileniyordu. Erdoğan’ın bu süreyi geçirtip seçimleri yenileme kararı vermediğini söyleyebilir miyiz? Sanmıyorum. 7 Haziran-1 Kasım 2015 târihleri arasında yaşanan canlı bomba eylemleri ve katliamlarla dolu karanlık dönemin neden yaşandığını, bugün muhalefet saflarında olan dönemin Başbakan’ı Ahmet Davutoğlu’nun açıklaması gerekiyor. Hukuka aykırı sokağa çıkma yasakları ile hatırladığımız “hendek savaşları”nın da katkıda bulunduğu böyle bir ortam sonrasında, 1 Kasım 2015’te tekrarlanan seçimlerle birlikte AKP’nin yeniden iktidarı ele geçirdiğini biliyoruz. Bu süreçlerin öncesinde, başkanlık sistemine geçilmesini talep eden Erdoğan’ın, “400 milletvekilini verin ve bu iş huzur içinde çözülsün” isteği yerine gelmedi ama, imdâda hızır gibi yetişen 15 Temmuz 2016 darbe girişimi –“Allah’ın bir lûtfu”- iki yol sürecek olan “olağanüstü hâl” (OHAL) ile sonuçlandı. Bütün hukuk dışı icraatını mümkün olduğu kadar kalıcı hâle getirmeye özen gösteren OHAL devam ederken, 16 Nisan 2017’de yapılan bir referandumla parlâmenter sistemin bütünüyle terk edilerek bugünkü başkancı tek-adam rejimine geçilmesi de mümkün oldu. Bunun ardından gelen 24 Haziran 2018 seçimleri ise, Türkiye’nin zâten hayli arızalı olan çok-partili, seçimli siyâsî hayatını bütünüyle “özgürlüklerden yoksun” bir ortama dönüştürdü. Soy beş yılın öyküsü, yukarıda özetlemeye çalıştığım süreçlerin ürünü olan, kimilerine göre “rekâbetçi otoriter”, bence daha çok “post-faşizm” diye adlandırılması uygun olan bir rejimin belirginleşmesidir. 14 Mayıs 2023 seçimlerinin “kritik” önemi, her biri kendine göre kritik olarak nitelenmiş olan önceki seçimlerden farklı olarak, bu rejimin pekişerek ve koyulaşarak devam edip edemeyeceğinin tâyin edilmesine ilişkindir.

Hâl böyle olunca, acaba bu seçimlerden sonra nasıl bir Türkiye tablosu ortaya çıkacak, Türkiye’nin geleceği acaba nasıl şekillenecektir sorusu da büyük bir merak konusu. Bu yazı, bu soruya yönelik bazı cevaplar üretmeyi amaçlıyor. Öncelikle, seçim sürecinin nasıl işlediğini ve bu işleyişe bakarak oy verme günü olan 14 Mayıs’ta ve sonrasında, seçim sonuçlarının ortaya çıkması, îlânı ve kesinleşmesi ile ilgili olarak bazı değerlendirmelerimi ortaya koymak istiyorum. Bundan sonra da, şu anki kamuoyu yoklamalarının verilerinin de desteğini alarak bazı muhtemel senaryoları tartışmak niyetindeyim.

 

Seçim süreci: Hukuk ne diyor, Yüksek Seçim Kurulu (YSK) ne yapıyor?

Seçim sürecinin en önemli sorunları kısaca seçimlerin düzenlenmesi, yönetilmesi ve denetlenmesi ile ilgili. Demokratik bir seçim sürecinden söz edilebilmesi için, temel hak ve özgürlüklerin gereğini yerine getiren, hukukun üstünlüğüne bağlı bir yönetim ve denetim mekanizmasının olması gerekir. İfâde ve örgütlenme özgürlükleri başta olmak üzere, siyâsî hak ve özgürlükler bakımından her zaman kusurlu, arızalı bir siyâsî hayata sâhip olmuş bulunan Türkiye’de, seçimlerin yönetim ve denetimi ile ilgili kurum Yüksek Seçim Kurulu’dur (YSK). Tümü yargıçlardan oluşan ve 1946’daki ünlü “sopalı seçimler”in ardından kurulmuş olan YSK, 1950’den beri görev yapmaktadır. Bilindiği gibi Türkiye, 1923-1950 arasında ülkeyi yönetmiş olan otoriter tek-parti yönetimini 14 Mayıs 1950’deki seçimlerle iktidardan indirmiş ve barışçıl bir biçimde yeni hükûmetin kurulabilmesini sağlamıştır. Tarihî olarak benzersiz bir olay olan bu iktidar değişiminden sonra Türkiye siyâseti, askerî darbe ve müdahalelerle kesintiye uğramış ve sınırlı bir çoğulculuğa sâhip çok partili bir siyâsî hayâtı sürdürebilmiştir. YSK’nın görece düzgün işlemiş olmasının bunda payı olmadığını söyleyemeyiz.

Bununla berâber, YSK’nın 2014’ten bu yana dikkat çekici bir biçimde bozulmaya başladığını da göz ardı edemeyiz. Cumhurbaşkanı’nın ilk kez doğrudan halk oyu ile seçildiği 10 Ağustos 2014 seçimlerinden sonra, seçim sonuçlarının açıklanmasının gecikmesi burada ilk akla gelen önemli bir hâdisedir. Bu gecikme önemliydi çünkü o târihteki anayasaya göre Cumhurbaşkanı seçilen kişi eğer milletvekili ise milletvekilliği sona erecekti, partili ise partisiyle ilişkisi kesilecekti. Dolayısıyla, gecikmeksizin açıklanan seçim sonuçları ile birlikte Erdoğan’ın milletvekilliği, dolayısıyla Başbakanlığı ve AKP Genel Başkanlığı sona erecekti. YSK’nın sonuçları geç açıklaması, bu geçiş sürecini Erdoğan’ın Başbakan ve AKP Genel Başkanı olarak kontrol etmesine imkân verdi.

Bunun ardından gelen ikinci önemli hâdise, 16 Nisan 2017 günü yapılan anayasa değişikliği referandumunda, üstelik ülkenin doğu illerinde sandıklar açıldıktan sonra, YSK’nın “mühürsüz oylar”ın geçerli sayılmasına karar vermesidir. Konuyla ilgili kanunda açıkça “mühürsüz oyların geçersiz olduğu” yazılı iken, hiçbir yorum gerektirmeyecek kadar açık bu kanun hükmüne aykırı bir biçimde böyle bir karar alınabilmesi, “kararları kesin” olan YSK’nın ne isterse yapabileceği anlamına geliyordu ki, seçimlerin güvenilir, dürüst, hukuka uygun davranan bir kurul tarafından yönetilip yönetilmediği konusunda büyük bir şüphe yaratmıştır. Buna, 2019’da yapılan yerel seçimlerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçimini tekrarlatma kararındaki tuhaflığı da eklemeliyiz.

YSK’nın 14 Mayıs seçimleri öncesindeki bazı kararları ve “kararsızlıkları” da Kurul hakkındaki şüpheleri artırmaktadır. Bunlar arasında en önemlisi Erdoğan’ın üçüncü kez adaylığına yapılan îtirazları reddeden karardır. Anayasa’nın 101. maddesi, yoruma hiçbir biçimde açık kapı bırakmayacak bir kesinlikle, bir kimsenin en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebileceğini düzenlemektedir. YSK kararları ile sâbittir ki Erdoğan ilk kez 10 Ağustos 2014’te, ikinci kez de 24 Haziran 2018’de olmak üzere iki defa Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Anayasa’ya göre 3. kez seçilebilmesi mümkün olmadığına göre aday da olamamalıydı. Ancak YSK, daha önce bizzat kendisi tarafından iki kez Cumhurbaşkanı seçildiğine dâir mazbata düzenlemiş olduğu Erdoğan’ın ilk seçiminin 2014’te değil, 2018’de gerçekleştiğini ileri sürmektedir. Gerekçe olarak da, 2017’deki anayasa değişikliği ile hükûmet sisteminin değiştiğini ve Anayasa’nın konuyla ilgili maddesinin (md. 101) ilgâ edildikten sonra yeniden düzenlendiğini belirtmektedir. Bunlardan hukukî değer taşıma potansiyeli olan gerekçe sâdece ikincisidir ve o gerekçe de doğru değildir. Hükûmet sisteminin değişmesi, bunun sonucu olarak Bakanlar Kurulu sisteminin kaldırılarak Cumhurbaşkanı’nın tek kişilik yürütme organı hâlinde yetkilerinin yeniden düzenlenmiş olması, aynı kişinin daha önce Cumhurbaşkanı seçilmediği anlamına gelir mi? 2018’in ilk seçim olarak kabul edilmesi, 2014 seçiminin hesap dışı bırakılması bir tek şartla mümkündür: “2017’deki değişiklik ile sâdece hükûmet sistemi değil, aynı zamanda devlet de yeniden kurulmuştur” diyebiliyorsanız, o zaman ve ancak o zaman 2018’deki seçim ilk seçim olabilir. Bu, tabiî ki söylenemez. 101. maddenin ilgâ edildiği iddiası ise geçersizdir çünkü anayasa değişikliği hakkındaki kanun, hangi maddelerin ilgâ edildiğini numaralarıyla saymıştır ve bunlar arasında 101. madde yoktur. Bu kanundaki ifâdelerden de anlaşılıyor ki 101. Madde ilgâ edilmemiş değiştirilmiştir ama bu değişiklik maddenin tümünü kapsamamaktadır. Bir kimsenin en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebileceğine hükmeden 101. Maddenin ikinci fıkrası, 2007’deki Anayasa değişikliği ile getirilmiştir ve 2017’de de bu fıkraya hiç dokunulmamıştır. Buna rağmen YSK’nın böyle bir yanlış gerekçeye dayanarak hukuka aykırı bir karar vermiş olmasını, 2014’ten beri süren “siyâsî mülâhazalarla veyâ siyâsî etki altında” karar verdiği izlenimini yaratan davranışlarının bir örneği olarak görmek gerekmektedir.

Sonuç olarak, 1950’den beri görev yapan, tamamı yargıçlardan meydana gelen ve son on yıla kadar da Türkiye’nin arızalı çok-partili hayâtında büyük tartışmaların odağı olmamayı başarmış bulunan YSK’nın, 14 Mayıs’ta ve sonrasında hukuka uygun davranıp davranmayacağı konusunda kamuoyunda, en azından muhalif kesimlerde ciddî endişeler doğmuş bulunmaktadır. Bu endişelerin büyümesinin bir diğer sebebi de, AKP-MHP ittifâkının geçen yıl Nisan ayında yürürlüğe soktuğu seçim kanunlarında değişiklik yapan düzenlemelerdir. Bunlar arasında, il ve ilçe seçim kurullarının kimlerden oluşacağı ile ilgili değişiklik özellikle önemlidir. Değişiklikten önce, il ve ilçe seçim kurulları en kıdemli yargıçlardan meydana geliyordu. Değişiklikle birlikte bu kaldırıldı ve yerine o il ve ilçedeki seçim kurullarının kur’a ile belirlenmesi usûlüne geçildi. Yargıda son dönemde yaşanan büyük kadrolaşmayı göz önüne aldığımızda, il ve ilçe seçim kurullarının iktidar partilerine yakın isimlerden oluşmasına özen gösterileceği endişesi haklı olarak doğmaktadır. Bu durumda, siyâsî parti temsilcilerinin hazır bulundukları sandık kurullarının ve sandık başlarındaki müşâhitlerin büyük bir önem kazandıklarını belirtmek gerekiyor. Kamu kurumlarının iktidar lehine bu kadar yozlaştırıldığı bir dönemde yapılacak 14 Mayıs seçimlerinde gerçekten en ciddî endişe, sandıktaki gerçek durumun seçim sonuçları olarak îlân edilebilip edilemeyeceği endişesidir.

 

Seçim sonrası için bazı senaryolar

Türkiye’nin uzunca bir süredir hukuk devleti olmaktan uzaklaştığını, uluslararası geçerliliği kabûl edilen örneğin Freedom House gibi kurumların endekslerinde onlarca yıldır muhafaza ettiği “yarı özgür ülkeler” liginden bir üst lige çıkamayıp, “özgür olmayan ülkeler” ligine düştüğünü “hukuk devleti endeksi”nde en alt sıralara indiğini biliyoruz. YSK ile ilgili olarak yukarıda değindiğim yozlaşmayı da bu düşüşün bir sonucu olarak görmek gerekir. Bununla birlikte, yeterli özen gösterilirse, 14 Mayıs’taki seçimlerin bir iktidar değişikliğine yol açması mümkündür. Tabiî burada “iktidar değişikliği” derken ne kastedildiğini biraz açmak gerekiyor.

Türkiye’de 2017’de yapılan anayasa değişikliği ile parlâmenter hükûmet sisteminden başkanlık sistemine geçildi. Artık, TBMM’nin içinden çıkar, TBMM’nin güvenoyuna bağlı olarak görev yapan, Başbakan ve bakanlardan oluşan bir Bakanlar Kurulu yok. Yürütme organı, yâni hükûmet tek başına bir kişiden oluşuyor ve o da halk tarafından doğrudan seçilen Cumhurbaşkanı. TBMM, yasama organı olarak ayrıca oluşuyor. TBMM’nin, ABD de dâhil diğer demokratik başkanlık sistemlerinin aksine, Cumhurbaşkanı üzerinde hiçbir ciddî denetim yetkisi yok. Buna karşılık Cumhurbaşkanı, TBMM tarafından çıkarılan kanunları geri gönderme yetkisine sâhip ve TBMM’nin bu geri gönderilen yasayı aynen geçirebilmesi için salt çoğunlukla karar alması gerekiyor. Buna karşılık Cumhurbaşkanı, bazı sınırları olmakla birlikte, kanunla düzenlenmemiş her konuyu kendi çıkaracağı kararnamelerle ve kararlarla yönetebilme yetkisine sâhip. Bu kararnâme ve kararlar üzerinde TBMM’nin hiçbir yetkisi yok, sâdece yargı denetimi söz konusu ki, Anayasa Mahkemesi ile Danıştay’ın bağımsız ve objektif karar verebilip veremeyeceği konusunda da, yukarıda değindiğim YSK kadar ve belki daha da fazla kuşku duymamıza yetecek sebep mevcut.

Bunu vurguladıktan sonra, 14 Mayıs seçimlerinden ne gibi sonuçlar çıkabilir, biraz yakından bakalım.

  1. İhtimâl: Bugünkü iktidarın devam etmesi. Yâni, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanması, Cumhur İttifâkı’nın da TBMM’de salt çoğunluğu (en az 301 milletvekilini) alması. Bu durumda, Türkiye’nin özgürlükler, hukuk devleti ve demokrasi skalasında içine düşmüş olduğu en alt ligden kurtulması imkânsızlaşacak, mevcut otoriter rejimin post-faşist karakteri iyice koyulaşacak ve yerleşecektir.

 

  1. İhtimâl: Cumhurbaşkanlığını Erdoğan’ın kazanması ama TBMM çoğunluğunun muhalefete geçmesi. Bu ihtimal gerçekleşirse, yürütme organı ile TBMM arasında sürekli bir gerilim ve çekişme yaşanacağını öngörebiliriz. Bununla birlikte, muhalefeti meydana getiren iki ittifak grubunun ilişkileri, bu süreçlerde önemli rol oynayacaktır. Millet İttifâkı ile Yeşil Sol Parti’nin ağırlıkta olduğu Emek ve Özgürlük İttifâkı birlikte davranabilirler mi, davranamazlar mı sorusu tâyin edici olacaktır. Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı kararnâmeleriyle yönetme yolunu seçtiğinde, buna TBMM’nin karşı koyabilmesi ancak muhalefetin birlikte davranabilmesi hâlinde mümkündür. Burada muhalefetin birliğini tehdit eden en önemli unsur Yeşil Sol Parti’dir. Yeşil Sol Parti de, HDP gibi, muhalefetin bir kanadı tarafından dışlanma gibi bir tutuma mâruz kalırsa, muhalefetin bütünlüğü bozulacaktır. Erdoğan, TBMM’nin gücünü sıfırlamak için veya muhalefetin bir bölümünü kendi yanına çekmek için bu bölünmeyi kullanmak isteyecektir. Bu durumda da Türkiye’nin uzun bir süre krizlerle ve derinleşen otoriter rejimle mücadele etmesi söz konusudur.

 

  1. İhtimâl: Cumhurbaşkanlığını Kılıçdaroğlu’nun, TBMM çoğunluğunu Cumhur İttifâkı’nın kazanması. Bu ihtimâl gerçekleştiğinde, bu defa Kılıçdaroğlu’nun kararnâmelerle yönetme yolunu tercih edip TBMM çoğunluğunu kendi tarafında çekmeye, bu mümkün olamıyorsa TBMM’deki yasama süreçlerini etkisizleştirmeye çalışacağını düşünebiliriz. Bu ihtimâlde de Türkiye’yi ciddî bir “yönetilemezlik krizi”nin beklediğini öngörebiliriz.

 

  1. İhtimâl: Cumhurbaşkanlığını Kılıçdaroğlu’nun, TBMM çoğunluğunu da Millet İttifâkı’nın kazanması. Bu durumda ülkede demokratik gelecek beklentilerinin yükseleceğini söyleyebiliriz. Bununla birlikte, TBMM çoğunluğunu elinde bulunduran Millet İttifâkı’nın sandalye sayısı, Anayasa’yı değiştirmek için yeterli olabilir de, olmayabilir de. Millet İttifâkı yeterli sandalyeye sâhipse, kendi açıkladığı güçlendirilmiş parlâmenter sisteme geçiş programını uygulamaya koyabileceklerdir. Ama, Anayasa’yı değiştirmek için gereken asgari 360 sandalyenin altında kaldıkları takdirde, bugün halka bu programı uygulayamayacaklardır. Bu da, 2017’de yapılan Anayasa değişikliği ile getirilmiş olan başkanlık rejiminin görece daha demokratik bir versiyonunun bir süre daha devam edebileceğini işâret etmektedir. Burada önemli olan nokta, TBMM’deki milletvekili sayısı anayasa değişikliği için yeterli olmayan Millet İttifâkı’nın bu değişiklik için TBMM içinde bir işbirliği arayıp aramayacağı ve işbirliği aradığında da kime teveccüh edeceğidir.

 

  1. 1  İhtimâl: Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanı, Millet İttifâkı TBMM’de çoğunluk ve Anayasa değişikliği için Emek ve Özgürlük İttifâkı’yla işbirliği yapılıyor. Bu, kanımca Türkiye’de demokratik bir gelecek umudunu besleyip büyütecek olan en güçlü ihtimâldir. Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanlığı ile birlikte, Türkiye’nin başta Kürt sorunu olmak üzere tüm sorunların TBMM bünyesinde ve Meclis dışındaki kamusal alanın da katkılarıyla çözüm yoluna girebileceği bir ortamın oluşması mümkün olacaktır.

 

  1. 2.  İhtimâl: Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanı, millet İttifâkı TBMM’de çoğunluk ve Anayasa değişikliği için Cumhur İttifâkı’yla işbirliği yapmak istiyor. Bu ihtimâli şöyle de düşünebiliriz. Millet İttifâkı parlâmenter sisteme geçmek istiyor sayısı yetersiz ama İYİ Parti nedeniyle, Emek ve Özgürlük İttifâkı ile, özellikle de Yeşil Sol Parti (HDP) ile işbirliği yapmak istemiyor. Cumhur İttifâkı içinde AKP de, Cumhurbaşkanlığı’nı kaybettikten sonra parlâmenter sisteme dönmenin kendileri için daha iyi olabileceğini düşünüyor. Böylece, Millet İttifâkı ile Cumhur İttifâkı veyâ sâdece AKP bir araya gelerek parlâmenter sisteme geçiş için Anayasa’yı değiştiriyorlar.

Şimdi soru: Bu ihtimâllerden hangisinin gerçekleşme şansı daha yüksek? Yapılan kamu oyu yoklamalarının hemen hemen tamâmı, muhalefetin %60, iktidarın ise %40 bandında olduğunu gösteriyor. Bu ortalamalara göre, Cumhurbaşkanı seçiminde en kuvvetli ihtimâl, birinci veyâ ikinci turda Kılıçdaroğlu’nun kazanması. Yâni yukarıda sıraladığım 1. ve 2. ihtimâllerin gerçekleşme şansı yok gibi. Yine kamu oyu yoklamalarının ortalamalarına göre en kuvvetli ihtimâl, TBMM’de Millet İttifâkı grubunun en yüksek sandalyeye sâhip olması ama, bu sayının Anayasa değişikliği için gereken asgarî 360 sandelyenin ve hattâ salt çoğunluk olan 301’in de altında kalması. Dolayısıyla, en kuvvetli ihtimâl olarak yukarıdaki dördüncü ihtimâl akla geliyor ama, burada da Millet İttifâkı’nın TBMM içinde nasıl bir hareket tarzını tercih edeceği öne çıkıyor. Bu ise, şu ân için belirsiz. Yâni, yine yukarıda sözünü ettiğim 4.1 mi, yoksa 4.2 mi gerçekleşir, kestirmek zor.

Mantıken sıraladığım ihtimâller, kamuoyu yoklamalarının ortalama verilerine göre belirginleşen en gerçekçi beklentiler bana böyle görünüyor. Türkiye’de demokratik bir gelecek umudunun yükselebilmesi, bence yukarıdaki ihtimâllerden 4.1’de yazılı olan durumun gerçekleşmesine bağlı. Bir diğer deyişle, TBMM’de hem yasaların yapılmasında ve hem de bugünkü başkancı otoriter sistemden kurtulmak için gereken Anayasa değişikliklerinin kotarılmasında anahtar ittifak ve anahtar parti konumunda olan Emek ve Özgürlük İttifâkı ile Yeşil Sol Parti’nin etkili olduğu bir siyâsî değişim süreci inşâ edilebilirse, Türkiye için daha demokratik bir gelecek umudumuz olabilir. Çünkü, yüzyıllık Cumhuriyet târihindeki tüm tecrübelerden sonra artık açıkça ortaya çıkmış olmalıdır ki, Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın ve Yeşil Sol Parti’nin siyâsî varlığını temellendiren başta Kürt sorunu olmak üzere tüm sorunları ciddiye almayan siyâsetlerin Türkiye’de demokrasiyi inşâ edebilmeleri imkân ve ihtimâl dâhilinde değildir.

Bu haber toplam 2638 defa okunmuştur
Gaile 501. Sayısı

Gaile 501. Sayısı