Türkiye’ye Bu Bahar da Demokrasi Gelmedi!
Türkiye’ye Bu Bahar da Demokrasi Gelmedi!
Tufan Erhürman
Bu yazı yayımladığında, Türkiye’deki olaylar tamamen durulmuş olur mu, geride kaç ölü, kaç yaralı kalır bilemiyorum. Yazının yazıldığı anla yayımlandığı an arasında birilerinin daha ölme ve yaralanma ihtimali olduğunu bilmek ve eli kolu bağlı oturup beklemek kadar insana acı veren bir şey yok.
Böyle bir ortamda soğukkanlı, sağduyulu bir yazı kaleme almaya çalışmak da yürek işi değil aslında. Ama elden başka bir şey gelmediğine göre, hiç olmazsa bunu yapayım düşüncesi ağır basıyor sanırım.
Türkiye’de hakiki manada sol düşüncenin ana akım siyaset içerisinde kendine yer bulup bulamadığı konusundaki tartışmayı bir yana bırakır ve “ortanın solu”nda olduğunu iddia edenlerin gerçekten solda durduklarını bir an için kabul edersek, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri, solun da, sağın da, demokrasi imtihanında geçer not almayı bir türlü beceremediklerini vurgulayarak işe başlamak gerekir.
Solun, hükümette olmasa da, özellikle sivil-asker bürokrasinin etkisiyle iktidarda olduğu dönemlerde, bir yönetici elitin ya da sağın deyimiyle “azınlığın” otoriter anlayışı hâkim oldu Türkiye’de. Sağın iktidarlarında ise, çoğunluğun azınlık üzerindeki tahakkümü. İkisinin de demokrasiyle bağdaşmazlığı yetmezmiş gibi, ülke tarihinden süzülüp gelen korkular da eşlik edince bu anlayışlara, demokrasi ister istemez bir kısır döngünün içine hapsoldu.
Solun korkusu “gerici”liğin, dini esaslara dayanan bir yönetim biçiminin hâkim olmasıydı. Sağın korkusu ise halkın çoğunluğunun oylarıyla ele geçirilen siyasi iktidarın demokrasi dışı yöntemlerle elinden alınması. Bu korkular solun da sağın da kulaklarını kendilerinden olmayanlara kapattı. İktidarın kendinden olmayanları dinlemediği yerde demokrasinin varlığından elbette söz edilemezdi. Ve imtihan başarısızlıkla sonuçlandı. Türkiye siyasetindeki iki ana akımın ikisi de demokrasi imtihanından sınıfta kaldı.
Türkiye’deki İki Ana Siyasi Akımın Demokrasiyle İmtihanı
Tek parti döneminde Türkiye’nin demokrasiyle yönetildiğini söylemek mümkün değil. Kimileri bu dönemdeki anti demokratik uygulamaları yeni bir devletin kuruluşu ve bir millet yaratma sürecinin bunları gerekli kılmasıyla meşrulaştırmaya çalışsa da, sonuç değişmiyor. O dönemdeki tek parti iktidarının ortanın solunda olduğunu iddia etmenin ne derece doğru olduğu tartışılır. Ama iktidardaki tek partinin CHP adını taşıması ve bugünün CHP’sinin o günlerin öz eleştirisini yapmaktan hâlâ kaçınıyor olması, solun demokrasi karnesindeki kırığı ister istemez kalıcılaştırıyor.
Türkiye sağının demokrasiyle imtihanındaki başarısızlığını ise son günlerde yaşanan gelişmelere bakarak anlamak mümkün görünüyor bana. Sağ eğilimli internet sitelerinde paylaşılan bir afişle başlanabilir işe. “Menderes’i astınız, Özal’ı zehirlediniz, Erdoğan’ı yedirmeyiz” yazıyor bu afişin üzerinde.
Manası bence açık. Tek parti döneminden sonra halkın çoğunluğunun oyuyla iktidara geldi Menderes ve Demokrat Parti. Bu iktidarın sonu, askeri darbe ve Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın asılmaları oldu. Askeri darbe de, üç liderin asılmaları da kesinlikle yanlıştı. Bunların yanında, Demokrat Parti döneminde özgürlüklerin ve demokrasinin alanının daraltılması yönündeki girişimler de yanlıştı. 1960’tan sonra ana akım siyasetteki iki büyük parti, her ikisinin de yanlış olduğunu söylemek noktasında oydaşabilseydi, belki de demokrasinin önü açılabilirdi. Ama sol, darbenin ve üç liderin asılmasının yanlış olduğunu son dönemlere kadar bir türlü söyleyemedi. Solun bunu utangaç bir edayla ve olabildiğince kısık sesle söylediği anda, sağ da demokrasinin ve özgürlüklerin alanının daraltılmasının yanlış olduğunu söyleyerek bir öz eleştiri verebilir ve böylece demokrasi belki asgari müşterek hâline gelebilirdi ama o da mümkün olmadı. 27 Mayıs’ın bayram olarak kutlandığı dönemde liderlerin asılmasının ve darbenin hata olduğundan, asılan liderlere itibarlarının iade edildiği dönemde de DP iktidarında yapılan hatalardan söz etmekten özenle kaçınıldı.
Sağ, 1960 darbesinden sonra yeniden iktidara geldi ve özgürlüklerin ve demokrasinin alanını daraltma konusundaki çabalarına devam etti. Ana akım sağın yeni lideri Demirel, her fırsatta, 1961 Anayasası’nın Türkiye halkına bol geldiğinden dem vurdu. Nitekim bu Anayasa, önce 1971 Askeri Muhtırası ile budandı, sonra da demokrasi ve özgürlükler açısından ondan çok daha geri bir noktayı temsil eden 1982 Anayasası ile rafa kaldırıldı. Dahası, Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın asılmalarını yüreğinde bir yara olarak saklayan sağ, Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un asılmalarına verdiği desteğin öz eleştirisini bugün bile doğru dürüst yapamadı.
1980 askeri darbesinden sonra iktidara gelen ve Menderes’in izlediği çizginin takipçisi olarak görülmesinde bir yanlışlık olmayan Özal ve Erdoğan’ın dönemleri, demokrasi ve özgürlükler konusunda Menderes ve Demokrat Parti çizgisinin ötesine geçildiği izlenimini yarattı. Doğu Bloku’nun çöküşü ve 1980 Askeri Darbesi’nin Türkiye’deki sosyalist solu ezmiş olması bu yöndeki gelişmelerin önünü açtı. Çünkü Özal da, Erdoğan da, Menderes’ten farklı olarak, artık demokrasinin ve özgürlüklerin alanının genişlemesinin sosyalistlere fırsat yaratacağı endişesini taşımıyorlardı. Dahası, artık ABD ve neo-liberalizmin uluslararası savunucuları da böyle bir tehdidin ortadan kalktığını düşündüklerinden, Türkiye’ye daha az demokrasi ve daha az özgürlük yönünde telkinde bulunmaktan vazgeçmişlerdi.
Ama Özal’ın da, Erdoğan’ın da demokrasi ve özgürlük anlayışlarında asla göz ardı edilmemesi gereken pragmatik bir yan vardı. Her ikisi de bunları, “Türkiye’nin yönetici eliti tarafından ezilen çoğunluğun” hakları olarak görüyor ama demokrasinin aynı hakların azınlığa da tanınmasını gerektirdiğini bir türlü kabul edemiyorlardı. Menderes’in çoğunluğun iktidarını korumak amacıyla ortaya koyduğu “sınırlı demokrasi ve özgürlükler” tercihi, yerini, Özal ve Erdoğan dönemlerinde, “bizim gibi düşünenlere sınırsız, bizim gibi düşünmeyenlere sınırlı demokrasi ve özgürlükler” tercihine bıraktı. Bunun temel sebebi, azınlığın temsilcisi olarak görülen sivil-asker bürokrasinin iktidarı ele geçirmesi korkusunun etkisini sürdürmesiydi.
Nitekim yukarıda sözü edilen afiş tam da bu korkunun yansımasıydı. Sağa göre, sivil asker bürokrasi, Menderes’i asmış, Özal’ı zehirlemiş, şimdi de halk ayaklanması görüntüsü altında Erdoğan’ı yemeye kalkmıştı. Erdoğan’ın eylemcilere çapulcu demesinin, eylemin amacının ideolojik olduğunu söylemesinin, ardında ısrarla CHP’yi (aslında adını koymadan sivil-asker bürokrasiyi) aramasının temel sebebi buydu. Ona göre, sivil-asker bürokrasi, bir kez daha, “demokrasi ve özgürlük” diyerek, iktidarı çoğunluğun elinden almaya kalkışıyordu. Eylemin böyle anlaşılmasının sonucu da belliydi. Madem ki azınlık çoğunluğun iktidarına, yani bu anlayışa göre demokrasiye karşı ayaklanmıştı, ona özgürlükleri ve demokrasiyi (ki bu anlayışta “bizim gibi düşünenlerin özgürlükleri” ve “çoğunluğun iktidarda olması” anlamına gelir) yok etme özgürlüğü tanınmamalı, bu girişimde bulunanlar en şedit yöntemlerle bastırılmalıydı. Menderes ve Özal bunu yap(a)madıkları için kaybetmişlerdi. Erdoğan bunu yapacak, dolayısıyla kaybetmeyecekti.
Aslında Erdoğan’ın ağzından çıkan “bizim evlerinde tutmakta zorlandığımız en az % 50 var” sözüne de bu nedenle şaşmamak gerekiyordu. Çünkü onun gözünde kavga, Menderes ve Özal dönemlerinde olduğu gibi, azınlığın temsilcisi olan sivil-asker bürokrasiyle çoğunluğun temsilcisi olan sağ arasında yaşanıyordu ve azınlığın temsilcileri bilmeliydiler ki daha önce yapılanlar bir kez daha yapılmaya çalışılırsa, bu kez çoğunluk evlerinde oturup olan biteni izlemekle yetinmeyecekti.
Sonuç
Bu yazı yayımlandığında Türkiye’deki olayların yatışmış olacağını sanıyorum. Elbette yanılabilirim de. Ama her iki durumda da kanımca ve maalesef sonuç değişmiş olmayacaktır. Eylemlerde bazı grupların “Mustafa Kemal’in askerleriyiz”, “öl de ölelim vur de vuralım” gibi militarist ve demokrasiyle bağdaştırılması hiç de kolay olmayan sloganlar atmaları, başörtülü ve çarşaflı kadınların sosyal medyada dolaşan karikatürlerde ve iletilerde sürekli olarak ötekileştirilmesi, kimi yerlerde ordunun göreve çağrılması ve benzerleri, Türkiye soluna musallat olan bazı hastalıkların en azından kimi gruplarda bir kez daha nüksetmiş olduğunun temel göstergeleridir. Ayrıca, bunlara ek olarak, bugün alanlarda olan insanların bir kısmının, başörtülü öğrencilerin üniversitelere girebilmesi, Hırant Dink davasında yaşananların protesto edilmesi, Kürtlerin özgürlüklerinin tanınması gibi konulardaki suskunlukları da, “kendine demokratlığın” ve “kendine özgürlükçülüğün” sıkıntılı hâllerini dışa vurmaktadır.
Türkiye sağının bugün lideri konumunda olan Başbakanın ağzından dillendirdikleri de benzer hastalıkların göstergesidir. Bugünkü eylemlerde, başörtülü öğrencilerin eylemlerine demokrasi ve özgürlük adına verilen destekten ve gösterilen hoşgörüden eser yoktur. Türkiye sağının geniş kesimlerinin gözünde o eylemciler hak arayışı içinde olan mazlumlar, bu eylemciler, darbecilerin maşası, çapulculardır.
Kısacası, iş gelip gelip, sağın da solun da kendisi gibi düşünmeyenlerin yaşam tarzına, düşüncelerine, düşünceyi açıklama ve toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüklerine saygı gösterip göstermeyeceği, kendisinden olmayanı dinlemeye ve anlamaya niyetli olup olmayacağı noktasına dayanmaktadır. Bu feraseti gösterme basireti sergilenemedikçe, ne sağ ne de sol demokrat sıfatını hak edecektir. Ve tabii ki Türkiye siyasetinin bu iki ana akımı bu basireti gösteremezse, Türkiye’ye bu bahar da demokrasi gelmeyecek, böyle giderse demokrasi maalesef hep başka baharlara kalacaktır.