1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Ubuntu*”ya İhtiyaç Var!”** Ya da Kötülüğün Erdemleştirilmesi
“Ubuntu*”ya İhtiyaç Var!”** Ya da Kötülüğün Erdemleştirilmesi

“Ubuntu*”ya İhtiyaç Var!”** Ya da Kötülüğün Erdemleştirilmesi

“Ubuntu*”ya İhtiyaç Var!”** Ya da Kötülüğün Erdemleştirilmesi

A+A-


Hüseyin Çakal
[email protected]

İkinci Dünya Savaşı sonrasının tartışmasız en çok ilgi çeken olaylarından birisi Adolf Eichmann’ın yargılanmasıdır. Yahudi soykırımının lojistik planlamasını yapmaktan sorumlu tutulan Yarbay Eichmann, sahte evraklarla Arjantine gider ve Ricardo Fransisco takma adı altında yaşamaya başlar. Soykırımdan kurtulan ve Eichmann’ı şahsen tanıyan bir Yahudinin İsrail devleti yetkililerine olayı bildirmesin ardından Eichman  yaşadığı Buenos Aires’te Mossad ajanları tarafından 1961’de kaçırılır ve yargılanmak üzere İsrail’e getirilir. Eichmann’ın uluslararası hukuk çerçevesinde yargılanması, yeni kurulmuş Israil devletinin çağdaş hukuk kurallarına bağlılığını ve Yahudilere karşı işlenen suçların cezasız kalmayacağını dünyaya göstermesi açısından İsrail için müthiş bir fırsattır. Dolayısıyla İsrail, mahkemenin en iyi şekilde dünya basınında yer alması için elinden geleni yapar. Bütün dünyadan mahkemeyi izlemek için Hayfa’ya çağrılanlar arasında, Soykırım başlamazdan önce Almanya’dan kaçarak Amerikaya göç eden ve savaş sonrası siyasi düşünceye damgasını vuran entellektüel ve siyaset kuramcısı Hannah Arendt de vardır. Arendt, Eichmann duruşmasını ‘New Yorker’ dergisi için takip edip yorumlar ve duruşma boyunca yayınlanan yazıları daha sonra ‘Eichmann Kudüs’te: Kötülüğün Sıradanlığı Üzerine Bir Rapor (Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil) adı altında 1963’te kitaplaştırılır. Kitap ve Arendt, Avrupa’daki Yahudi liderlerinin Soykırımın organizasyonunda oynadıkları rolü ön plana çıkardığından dolayı Israil’de ve uluslararası Yahudi diasporası tarafından kıyasıya eleştirilir ve Arendt Soykırımı sıradanlaştırmakla suçlanır. Fakat Arendt, Eichmann’a hitaben yazdığı  ve kitabın kapanış cümlesi olan ‘Eichmann duruşmanın son dakikaları, sanki insan nefretinin bize öğrettiği akıla ve mantığa sığmayan kötülüğün sıradanlığı üzerine verdiği dersi özetler gibiydi’ sözleri ile 20. yy siyasi ve felsefe tarihine damgasını vurur. Tabii Arendt bu cümlesi ile 20. yy siyasi ve felsefe tarihine damga vurmakla kalmaz, aynı zamanda insanın topluluk ve toplum içerisindeki davranışlarını anlamaya çalışan sosyal psikolojiyi de derinden etkiler. Arendt’in bu derin etkisi özellikle 1950’li ve 60’lı yıllarda yapılan ve bireylerin sosyal baskı ve otoriteye boyun eğerek neler yapmaya kadir olduklarını test eden ünlü Asch ve Milgram deneyleri, daha sonra Stanford Hapishane deneyinde açıkca görülür. Örneğin Milgram deneyine katılanların deneyi yönlendiren asistanın telkinine dayanarak sorularına yanlış yanıtlar veren ve yan odada olduğunu zannetikleri hayali birine ölümcül seviyede elektrik şoku uygularlar. Stanford deneyinde ise gardiyan grubunda bulunan öğrenciler tutuklu grubunda bulunan öğrencilere hakarette bulunup keyfi cezalar verirler. Stanford deneyinde gardiyan grubunun davranışları o kadar kontrolden çıkar ki deney planlanan süreden daha erken sonlandırılır. 

Arendt ‘kötülüğün sıradanlığı’ terimiyle aslında kendine getirilen eleştirilerin aksine, soykırımı basitleştirmekten öte, Eichmann gibi sıradan insanların nasıl olup da Yahudi Soykırımı gibi insanın kanını dondurabilecek eylemlerde bulunabileceklerini açıklar. Sosyal psikolojide Arendt‘in en iyi yorumcusu olan Steve Reicher’a*** göre Arendt, Eichmann’ı o ana kadar psikiyatristlerin çizdiği psikopat tiplemesinden çok farklı ve tamamıyla sıradan bir vatandaş olduğunu gözler önüne serer ki bu Arendt’in argümanlarının belki de en rahatsız edici olanıdır. Eichmann’ı ‘normal’ birisi olarak gözlemleyen Arendt, onu bir psikopat olarak ötekileştirip farklı bir sınıfa sokmamızı engeller. Sözün özü, Arendt’e göre Eichmann gibi sıradan bir insan bunları yapabiliyorsa, demek ki benzer koşullar altında her sıradan insan aynı derecede vahşi ve akla mantığa meydan okuyan eylemlerde bulunabilir. Arendt’in okurun yüzüne çarptığı bir diğer olgu da, Eichmann ve diğer çoğu Nazinin eylemlerini her sıradan insanınki gibi işini iyi yapma, toplumda kabul görme ve mesleğinde ilerleme gibi temel ve basit sebeplere dayandıklarıdır.

Ve son olarak, Arendt Eichmann gibi insanlar işlerini obsesiflik seviyesinde doğru yapmaya yönelebileceklerini ve bu doğrultuda doğru ile yanlış arasındaki farkı göremez hale gelebileceklerini ileri sürer. Arendt’e göre ‘kötülüğün sıradanlığı’ tam da buradadır: sıradan insanlar herkesin hayatına yön veren temel ve basit hedefler doğrultusunda yola çıkıp, değişen koşullarda işlerini doğru yapmak adına ‘Soykırım’ gibi bir eyleme bile başvurabilirler.

Lakin Reicher ve arkadaşlarının da dediği gibi, Arendt’in genel söyleminde gözden kaçan nokta ‘kötülüğün sıradanlığı’ değil kötülüğün erdemleştirilmesidir. Tufan Erhürman’ın ‘Ubuntu’ya İhtiyaç Var’ yazısında tasvir ettiği, Nagazaki’ye atom bombasını atan ve binlerce insanın ölümüne yol açan pilot Charles Donald Albury’yi tam da bu perspektiften incelemek gerekir. Ne diyor Tufan Hoca: ‘Ülkesine kayıtsız şartsız bağlı, o ülke için ne gerekiyorsa yapmaya yeminli bir pilottu O. Kendisiyle ilgili anılarını aktaran sekreterinin söylediklerine bakılırsa, “ülkesine onuruyla hizmet etmiş biri olarak hatırlanmak istiyordu. Her sabah çıkar ve ABD bayrağını göndere çekerdi, gece de indirirdi”. Belli ki Albury Nagazaki’nın üstünde atom bombasını atmak için düğmeye basarken ülkesi için ne kadar önemli bir şey yaptığını düşünüyordu ve ölene kadar da bu düşüncesi değişmedi. Belli ki Nagazakiye atom bombasını atmakla ölecek insanları değil de, insanlık adına hayatının en büyük erdemini gerçekleştirdiğini düşünüyordu. Bu noktada Reicher ve arkadaşlarına göre Eichmann, Albury ve benzerleri gibi ‘sıradan insanların’ yüz binlerce insanın ölmesine yol açacak eylemlerde bulunabilmeleri için, o eylemlerin doğruluğuna ve erdemliliğine inanmaları gerekmektedir. Yani zihinsel olarak kötülüğün bir erdem haline getirilmesi gerekmektedir.
Peki, ama nasıl?

Reicher ve arkadaşlarına göre bu erdemleştirmenin anahtarı, kendimizi ait hissettiğimiz gruplarda ve sosyal kimliğimizde yatar. Başka bir deyişle, kendimizi ait hissettiğimiz grubun değer yargılarını ve normlarını benimseriz. Bu değerlere ve normlara göre yaşar, dünyanın bu değerler doğrultusunda şekillenmesi için çaba harcar ve diğer insanların da bu doğrultuda olmasını bekleriz. Çevremizdeki diğer bireylerin de bu beklentileri paylaştığı doğrultuda gruba olan aidiyetimiz bize mutluluk verir. Birlikte hareket edebileceğimizi ve yaşadığımız olaylara yön verebileceğimizi hissederiz. Tam bu aşamada ‘biz’ ve ‘onlar’ kavramları devreye girer. Yani bizim gibi hareket etmeyen ve bizim değer yargılarımızı paylaşmayanları bizden olmayanlar grubuna yerleştiririz. Fakat yine de, diğerlerini bizden farklı görmemiz, onları soykırım yoluyla ya da atom bombası atarak kökten yok etmek istememize yol açmaz. Yani Eichmann ve Albury gibi kendimizi iyi bir Alman veya Amerikalı olarak görmemiz, bizde Yahudileri, Japonları katletme isteği uyandırmaz. Bir sonraki aşamada ‘bizden olmayanları’ bize karşı, bizim grubumuza karşı ve grubumuzun bizim için temsil ettiği bütün değerlere karşı bir tehdit olarak algılamamız yatar. Daha da ötesi, grubumuza olan aidiyet algımız ne kadar güçlüyse biz, bizim grubumuzu diğerlerinden ayıran farklarımız konusunda o kadar hassas oluruz. ‘Diğerlerini’ dünyayı kendi grubumuzun temsil ettiği değerler doğrultusunda şekillendirme çabalarımıza karşı çıktıkları oranda bir tehdit ve tehlike kaynağı olarak algılarız. İşte tam bu aşamada, kendi grubumuzun değer yargılarını mutlak yani tek doğru ve erdem olarak görüp görmediğimiz önemlidir. Hitler’in Yahudi soykırımının temellerini önce Almanları üstün bir ırk olduklarına inandırmakla attığı biliniyor. Yani Alman halkına arî, sadık, bencil olmayan, kısaca bütün etik değerleri bünyesinde bulunduran bir ırk oldukları inandırarak. Yahudileri de ötekileştirmekle ve Yahudilerin Alman halkının sembolize ettiği bütün değerleri kirlettikleri savını Almanlara kabul ettirerek. Bu doğrultuda ‘biz’ Hitler’in Almanlara dediği gibi temizliği, doğruluğu, ahlakı ve uğrunda her şeyi yapabileceğimiz temel değerleri temsil ediyorsak, bizden olmayanlar da bu değerleri tehdit edenleri temsil etmez mi sizce? Bu durumda bütün bu değerleri korumak için bu tehdidin ortadan kaldırılması da erdemin ta kendisi değil mi? Bu bağlamda yakın Kıbrıs tarihine baktığımızda her iki toplumun da kendisini mutlak erdemin, doğruluğun ve ahlakın temsilcisi olarak benimsediklerini gösteren birçok örnek bulabiliriz. Dilerseniz başka bir yazımızda bu örnekleri tartışmaya açalım.

Tufan Hoca ‘Ubuntuya ihtiyaç var’ derken katılmamak elde değil. Ama nasıl bir Ubuntuya? Son dönemde sosyal psikolojiden ve sosyal kimlik kuramcılarından öğrendiğimize göre, bunu ancak erdemin ve doğrunun sadece bizim değil bütün insanlığın olduğunu algılayarak. Yani farklılıklarımızı yok sayarak değil, farklılıklarımızın zıtlık olmadığını algılamamızı sağlayacak bir Ubuntuya ihtiyaç vardır. Kendimizi ve ait olduğumuz grubu mutlak doğrunun temsilcisi olarak görmekten vazgeçmemizi sağlayacak bir Ubuntu. Belki birazcık da bize ‘ötekilerin’ de kendilerine göre haklı olduklarını hatırlatacak bir Ubuntu.

----------------------------------------------


* Ubuntu’nun farklı anlamları olmakla birlikte, bu yazıda Afrika kültürlerinde olduğu gibi kabaca ‘insaniyet’ anlamında kullanılmıştır.

** Tufan Erhürman’ın aynı başlıklı yazısı

*** Reicher, S., Haslam, S. A., & Rath, R. (2008). Kötülüğün Erdemleştirilmesi: Grup Nefretinin Gelişiminde 5 Aşamalı Sosyal Kimlik Kuramı Modeli (Making a Virtue of Evil: A Five-Step Social Identity Model of the Development of Collective Hate). Social and Personality Psychology Compass, 2, 1313–1344. doi:10.1111/j.1751-9004.2008.00113.x

Bu haber toplam 1851 defa okunmuştur
Gaile 244. Sayısı

Gaile 244. Sayısı