Memleket gailesi
Dışarda gürül gürül bir dünya akarken, kendi belleğimize döndük.
Hani derin uykulara daldığımız gecelerde, bu ülkenin kan sızan sokaklarına, göğe yumulmuş gencecik tabutlarına, bir ırmağın sesini alıp koşanlara, yitenlere…
* * *
Sanatçının yurduna ve toplumuna karşı sorumluluğu vardır.
Estetik bir üretim ya da evrensel bir çaba kadar önemlidir bu…
Memleket gailesi!
Çünkü “belleğini” yitiriyor bu toplum; uslanmaz bir hırs ve resmi tarihle örtüyorlar cinayetlerin, yağmanın, bölünmenin, kuşatmanın üzerini…
* * *
Acının tufanının koptuğu coğrafyaya dokundu, ressam Güner Pir.
Hani o gizlice kanayan yaralarımızdan güz sarısı renkler üfledi, barış hakkı gasp edilmiş evlatlarımızın boynuna tablolarını astı.
“Sözcükler” sergisi, bir başka gösteriye dönüştü. Şiirler okundu, Akdenizli tınılar çoğaltıldı.
“Ayna gibi
İçerisinde suretimizi gördüğümüz
Kaç kimlik daha göreceğiz” diye soruldu.
* * *
Faize’nin dizelerindeki isyana sığındı, sarı taş duvarları koklayan kadınlar…
“Biz çok parçalandık Kıbrıs.
Görüyorsun işte, bir tek şair iğne,
Bir tek şiir iplik olamadı yırtığına,
Temmuz’larını dikecek bir tek terzi
Doğmadı topraklarında…”
* * *
Güner Pir’in “Sözcükler” sergisi belki resim sanatının tolerans sınırlarının ötesinde bir çalışmaydı, belki tarihle fırçanın yan yana geldiği bir belgesel anlatı…
Bilemiyorum…
Ama harikaydı.
Üç tablo
Üç tablo, yan yana!
Biri, “Berber Yahya.”
Hani “Türklük ya da Rumluk” değil mesele.
“Onlar” Kıbrıs’a düşmandı, aslında…
…
“Yıl 1958…
Hüsnüye Teyzemin oğlu Ahmet Yahya
Berber Ahmet Yahya, gönlü zengin ama kesesi fukara bir adamdı…
Handa uyurken vurdular Yahya’yı!..
Solcu olmak suçtu,
Emeği Türk-Rum birlikte savunmak suçtu…
Teşkilat kurulur kurulmaz ölüm emirleri çıkmış:
“Ya sendikadan istifa edeceksin ya öleceksin”
O günlerde onlarca istifa ilanı yer alır gazetelerde…
Ama berber Yahya’nın istifa ilanıyla…
Ölüm haberi aynı günde yer alır…”
…
Üç tablo, yan yana…
“Ve yıl 1962
23 Nisan’ı 24 Nisan’a bağlayan gece
İki Genç avukat: Ahmet Gürkan ve Ayhan Hikmet
Alçakca öldürülürler.”
Çünkü Kıbrıs’a inanmışlardı!
Ortak bir ülkeye…
…
Üç tablo, yan yana…
“Ve Özer Elmas… Mehmet Ömer… Mustafa Ertan… Muharrem Özdemir… Ercan Turgut… Sadık Cemil…”
Türkiye’den Kıbrıs’a uçakla gelen altı tabut…
Eğer yaşasalardı, utanırlardı.
Şiir nasıl da yaraşır tuvale
Güner Pir, öğretmenimdi.
Emin Çizenel gibi…
O akşam ne kadar çok öğretmenimi gördüm, nasıl da liseli bir genç oldum yeniden…
Ve yeniden anladım ki farklı sanat disiplinlerinin buluşması, sevenlerin buluşması gibidir.
Şiirin ezgiyle, resimle, ışıkla cilveleşmesi…
Yaşar Ersoy, Döndü Özata, Melis Beşe, Umut Ersoy’un yorumladığı şiir seçkileri sanırım izleyen herkesi duygulandırdı.
Bazen diyorum ki, böylesine “nostalji toplumu” olmuşsak eğer, geleceğe dair ışığı göremediğimiz içindir!
Çok da sağlıklı değil.
Unutmadan, İsmet Vehit Güney Sergi Salonu’nun içi güzel de dışı tam bir kaos yeri… Ne bir park yeri var, ne bir çevre düzeni…
Ama doğrusu Güner Pir’in sergisi için doğru seçim oldu…
“Hüzün”dü tema!
Sözcüklerden renklere boşalan bir hüzün…
Ve aklımda yine Fikret Hoca’nın dizeleri kaldı:
“Sevinç ana olabilirdin
Hüzün Ana oldun
Bir adın da Kıbrıs Ana’dır senin
Senin karalar giyinmiş hüznündür
Bugün de yas rengi, hayatımızın,
Yıpranmış bir göçmen gömleği gibi
Bir ölümden öbürüne,
Bir çalıya takılarak çırpınıp duran.
Dünümüz kal ey Hüzün ve Yas Ana
Yarınımız olma…”