1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Üçüncü yılında Arap Ayaklanmaları ve Düşündürdükleri
Üçüncü yılında Arap Ayaklanmaları ve Düşündürdükleri

Üçüncü yılında Arap Ayaklanmaları ve Düşündürdükleri

Üçüncü yılında Arap Ayaklanmaları ve Düşündürdükleri

A+A-


Nur Köprülü
[email protected]

Bundan tam üç yıl önceydi... Tunus’lu seyyar satıcı Muhammed Boazizi’nin kendini yakması ile başlayan ve hemen hemen tüm Arap ülkelerine tezahür eden Arap Baharı (Arap Ayaklanmaları veya Kalkışması) olarak da literatüre giren halk gösterileri üçüncü yılında. Sosyal bilimlerde toplumsal hareketlerin yarattığı sonuçları çözümlemek çok kolay olmamakla birlikte, bölgede siyaset yapma biçiminin ve devlet-toplum ilişkilerinin artık eskisinden daha farklı bir döneme girdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Özelde yolsuzluklarla mücadele ve işsizlik –yani ekonomik temelli olarak başlayan halk hareketleri siyasal liberalleşme ve daha fazla temsiliyet eksenine kayarken, kimi zaman ortak özellikler taşısalar da, Arap dünyasındaki toplumsal hareketler, ülkeler analiz edildiğinde farklı sonuçları beraberinde getirmiştir. Arap ayaklanmaları sonrası rejimlerin tutumu ve muhalif hareketlerin aktörleşme süreçleri her ne kadar farklılıklar gösterse de, temelde bağımsızlıkları sonrası ulus ve devlet-inşa süreçlerinin yeniden gündeme taşınıp tartışıldığı Arap dünyasında; kolonyal dönemden kalan yapısal sorunların sanki ‘panadoranın kutusu’ açılmışçasına, yıllarca iktidarı ellerinde barındıran rejimlerin siyasal meşruiyetlerinin sorgulandığı bir sürece girilmiştir. Arap halkları açısından bakıldığında bir haysiyet mücadelesi halini alan toplumsal gösteriler ve gösteriler sırasında kullanılan söylemler, kimi zaman Şarkiyatçı (Oryantalist) olarak ifade edilen İslam dininin yaygın olduğu söz konusu toplumlarda ‘demokrasi ile İslam’ın bağdaşmayacağı’ retoriği de bir kez daha gündeme gelmiş olması açısından önem taşımaktadır.

Bir diğer önemli husus ise, ayaklanmalar sonrası Orta Doğu alt-sisteminin ve bölgesel siyasetinin içinde bulunduğu dönüşümün ne şekilde okunabileceği noktası olmuştur.

İlk olarak, bölgesel dönüşümün artık sadece siyaseten değil, toplumsal ve ekonomik boyutunun da önemli bir gerçeklik olduğu gözlemlenmiş, ve beraberinde de Orta Doğu coğrafyasının sınırlarının geçirgenliği ve hatta bu sınırların yeniden sorgulandığı bir sürece girilmiştir. Şöyle ki, Birinci Dünya Savaşından sonra bölgede, özelde Fransa ve Britanya tarafından inşa edilen ‘savaş-sonrası düzenleme’ (post-war settlement) manda yönetimlerini beraberinde getirerek (1), İkinci Dünya savaşından sonra bağımsızlıklarını kazanan birçok Arap ülkesinin sınırlarının yapay olarak çizilmiş olması, söz konusu sınırların yeniden değişim göstereceğine işaret etmektedir. Bölgedeki bu dönüşüm tartışmaları, hatta 1916 yılında savaş devam ederken Britanya ve Fransa arasında gizli olarak imzalanan Sykes-Picot Anlaşmasının ardından 2010 yılından bu yana süregelen karmaşık yapının yeni bir Sykes-Picot düzeni inşa edip etmeyeceği yönündedir.

Uluslararası sistem/toplum açısından bakıldığında ise, bölgesel dönüşümün geleceğini muhakkak belirleyecek bir diğer konu ise ‘insani müdahale’ meselesidir. Felsefi olarak temelleri Aydınlanma dönemi filozofu olan Immanuel Kant tarafından atılan insani/insancıl müdahale kavramı, özellikle 1990-91 Körfez Krizi (Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrası) sonrası Birleşmiş Milletler Örgütü’nün (BM) kollektif güvenlik argümanının muadili olmasa da özellikle BM Güvenlik Konseyi’nin yürürlüğe koyduğu kararlar uyarınca (esasen BMGK 688 no’lu Kararı) Soğuk Savaş Sonrası dönemde uluslararası toplumun çatışmaların çözümüne yönelik kullandığı önemli araçlarından biri haline geldi. İnsancıl müdahale Libya’da tabiri caizse derhal BMGK 1970 ve 1973 numaralı kararları ile uygulamaya konulmuşsa da, aynı yöntem Suriye’de yaşanan kriz için uygulan(a)mamıştır. Bu noktada hiç süphesiz ilk akla gelen soru Libya ile Suriye’de yaşananlar arasındaki farklar ve de dış aktörlerin meseleyi nasıl ve ne üzerinden okuduklarına ilişkin olup; beraberinde insancıl müdahale kavramının da sorgulanmasına neden olmuştur. Orta Doğu bölgesinin yapısı gereği Suriye’yi Libya örneğinden ayıran en temel husus, Suriye’nin (diğer ülkeler ile mukayese edildiğinde) bölgedeki konumlanışından kaynaklanmaktadır. Suriye’nin Arap-İsrail uyuşmazlığına müdahil bir aktör olması (özelde 1967 Arap-İsrail savaşında Golan Tepelerini kaybetmesi); Şam-Tahran-Hizbullah üçgeni arasındaki ideolojik ve sekteryen ortaklık; Lübnan’ın siyasal istikrarının muhakkak Suriye’deki gelişmelere bağlı olması; ve Suriye’deki demografik yapının karmaşıklığı, ve buna bağlı olarak ülkedeki siyasal meşruiyetin dayandığı (1963’ten bu yana bir tutunum ideolojisi olan Baasçılığın) ve paradoksal bir etki yaratan sekteryen yapı, Suriye’ye yönelik bölgesel ve dış siyasetleri farklılaştırmaktadır.

Tüm bu bölgesel öğelere elbette ki Rusya Federasyonu’nun Libya’daki NATO operasyonu sonrası yürütmeye çalıştığı Orta Doğu politikasını eklemek gerekmektedir. Böylece Suriye arkasında bir nev-i kümelenmiş Rus-İran-Hizbullah ittifakının çözülmesini de ABD devralmaya çalışacaktır. İşte tam da bu noktada, son dönemdeki ABD-İran yakınlaşması Arap ayaklanmalarının an itibarı ile gözlemlenebilen sonuçlarından birini teşkil etmektedir.

Arap ayaklanmaları üçüncü yılında bölgeye nasıl bir değişim getirir bilinmez ama, süreç, içsel dinamiklerle başlayıp dışsal ve bölgesel aktörlerin müdahil olduğu bir döneme girmiştir. Bugün, meselenin artık sadece bir ‘Arap Meselesi’ veya ‘demokrasi’ tartışmasından öteye geçtiği de aşikardır. Bu noktada bölgesel dönüşümün en belirleyici unsurlarından birisini sekteryen bölünmelerin geleceği –özelde Irak, Suriye ve Lübnan– ve kimlik tartışmalarının ve siyasetlerinin izleyeceği yol alacaktır.

---------------------------

Kaynaklar
(1) David Fromkin, A Peace to End All Peace: The Fall of the Ottoman Empire and the Creation of the Modern Middle East. (Barışa Son Veren Barış)

Bu haber toplam 1730 defa okunmuştur
Gaile 246. Sayısı

Gaile 246. Sayısı