1. YAZARLAR

  2. Hakkı Yücel

  3. “Uçuş Yüksekliğimiz On bir bin Metre Olacak..!”
Hakkı Yücel

Hakkı Yücel

yeniduzen.com'a özel

“Uçuş Yüksekliğimiz On bir bin Metre Olacak..!”

A+A-

Sabah aydınlığında uçağın penceresinden gökyüzünün gizemli boşluğuna bakarken kaptan pilotun sesi duyuldu. Her seferinde aynı duyguya kapılıyorum, bu sefer de farklı olmadı. Kaptanın yolculuk hakkında bilgi vermek maksadıyla yaptığı açıklamalar içinde “uçuş yüksekliğimiz on bir bin metre olacak” cümlesi apaçık bir gerçeklik olarak yeryüzünden fiziki uzaklığı ifade ederken, aynı cümlenin eş zamanlı metafizik bir genişliği de ima ediyor oluşunu bir kez daha hissediyorum. İşte bir örnek: Sinema dilinde kullanılan bir sahnedir; yeryüzünde iyi kötü her türden olaylar cereyan eder ve hayat yükü ağır inişli çıkışlı bir macera olarak yaşanırken, özellikle filmin son karesinde,  gökyüzünde yükseklerde, arkasında ince beyaz duman şeridi bırakarak süzülüp giden bir uçağın görüntüsü perdeye düşer. Engin boşlukta rotası meçhul bu uçağın  -insanın fani oluşundan başlayarak birçok başka şey yanında- bu son sahnede ima ettiği belki en önemli şey, her ne olursa olsun ve yaşanırsa yaşansın, her zaman için yeni çıkış yollarının, yeni seçeneklerin var olduğu ve umudun asla yitirilmemesi gerektiğidir. Sinemanın görsel dilinin en doğurgan ifade biçimlerinden bir tanesidir bu.

Hızlı bir giriş olduğunun farkındayım, izninizle anlatayım: Her ne kadar zaman (malûm corona zamanı), özellikle kapalı mekânlarda geçecek, uzun yolculuklara çıkma zamanı değilseydi de, bizimkisi özel bir gerekçe nedeniyle biraz da zorunluluktan doğdu. Salgındı, yeni dalga gelir miydi, acaba bir engel çıkar mıydı -pandeminin nasıl seyredeceği belli değildi- endişesi içinde hareket gününü bekledik. Sonunda o gün geldi (6 Nisan), maskelerimizi taktık, korunmak adına azami dikkat göstermeye çalışarak, iki kademeli ve dahası zamanın delineceği uzun yolculuğa çıktık. Bir kazaya belaya uğramazsak buralardan iki ay uzak kalacağız. Doğrusu ya, zihni ve duygusal olarak kapsamını ne kadar genişletmeye ve muhtevasını ne kadar yoğunlaştırmaya çalışırsak çalışalım, “dar alanda kısa paslaşmalar” şeklinde cereyan eden ve de bunaltıcı bir yeknesaklıkla malûl olan hayatların esenliği bakımından tebdil-i mekânda yarar olduğunu söylemek hata olmasa gerek.  

Çok sürmedi, sesine güven telkin eden bir ayar tutturmaya çalışan kaptan pilot açıklamasını tamamladı; uçak on bir bin metreye yerleşti, kulaklarda kimi zaman bir uğultu kimi zamansa tuhaf bir ninni etkisi yaratan kendine has gürültülü müziğini giyindi ve devasa boşlukta yolculuğumuzun bir saat yirmi dakika sürecek İstanbul duraklı ilk etabı böylece başlamış oldu. Neyse ki uçak korkum yok, o boşlukta süzülürken zamanı geçirmek konusunda endişem de. Hep olduğu üzere planımı önceden yapmıştım, bu sefer ilk yolculuk için halen sindire sindire okumakta olduğum G.Gospodinov’un “Hüznün Fiziği” (sadece bu başlık bile, içeriğinden bağımsız olarak, kitabı çekici hale getirmiyor mu), uzun sürecek ikincisi için ise henüz başlamadığım Orhan Pamuk’un son romanı “Veba Geceleri”ni yol arkadaşım olarak ayırmış, çantama yerleştirmiştim. Adı geçmişken, Bulgar Gospodinov edebi sınırları zorlayan ilginç bir romancı, Türkçeye önceden çevrilmiş ‘Doğal Roman” kitabını da okumuştum. Kendi adıma çok başarılı bulduğum yazar için şunu söyleyebilirim: Okurunu dilden ördüğü sisli bir labiretin içine salıyor ve de çıkış yolunu bulmasını adeta tahrik edecek kendine özgü bir aura oluşturarak -onu ilginç kılan işte tam da bu-  peşinden sürüklüyor. Örnek olması bakımından, kitabın arka kapağında da yer alan, “Öykü Satın Alan Adam” başlıklı bölümden, kısa bir alıntı yapmak istiyorum: “Ben, geçmiş satın alan bir kişiyim. Öykü tüccarı. Başkaları çay, kişniş, çek senet, altın saat, toprak ticareti yapar. Ben geziyorum ve toptan geçmiş satın alıyorum. Bana ne derseniz deyin, ne isim verirseniz verin. Elinde toprak olanlara ‘toprak sahibi’ derler, ben zaman sahibiyim, başkalarına ait zaman sahibiyim, başkalarına ait öykülerin ve geçmişin sahibiyim. Dürüst bir alıcıyım, fiyatı asla düşürmeye çalışmam. Sadece özel geçmiş, belirli insanların geçmişini satın alıyorum. Bir seferinde bana koca bir devletin geçmişini satmaya çalıştılar, kabul etmedim.” (s.174)                                                                                                                                      

İşte ben o labirentin içinde, kelimelerin büyüsü eşliğinde dolaşırken zaman akıp geçiyor, saat 11.30’da İstanbul Hava Limanı’na iniyoruz. Bir sonraki uçuş 14.30’da, henüz vaktimiz var, olabildiğince kuytu bir yer buluyoruz -bu arada ben Gospodinov’a yaslanmaya devam ediyorum-, bekliyoruz. Yeni hava alanının cezbedici bir yanı olduğu ise aşikâr. Vakit geliyor, aşamalı kontrollerden geçiyoruz ve daha büyük bir uçakta - okyanusu geçeceğiz-yerimizi alıyoruz. Havalandıktan hemen sonra yine kaptan pilot uçuş hakkında bilgi vermek maksadıyla konuşmaya başlıyor ve benim dikkat kesildiğim yerde, yolculuk boyunca uçuş yüksekliğinin on bir bin metre, uçuş süresinin ise on saat olacağını, diğer kısa bilgilerle birlikte aktarıyor. Arkama yaslanıyorum, uçağın uğultulu müziği eşliğinde şimdi de “Veba Geceleri”ni açıyor ve okumaya başlıyorum. Üzerine konuşmak için çok erken, ancak arka planında tarihin yer aldığı bu kapsamlı romanda (bu vesileyle muhtemelen tarih-roman ilişkisi, tarihi romanın ne olup olmadığı, tarihsel gerçeklerle romanın kendi kurgusal (tarihsel) gerçeklerinin/gerçekliğinin ne oranda örtüşüp örtüşmediği vb. konular yeniden tartışılacaktır) her eserinde olduğu gibi Pamuk’a özgü ince bir işçilik olduğunu söylemek mümkün. On saati bulacak zamanı, Gospodinov’un aksine, sağlam kurgu üzerine oturmuş, gerilimini okura doğrudan yansıtan Veba Geceleri’nin cümlelerini ardı sıra tüketerek geçirmeye başlıyor, göz kapaklarımın ağırlaştığı yerde kısa molalar vererek dinleniyor, anlık şekerlemelerin ve de az daha uzun uykuların sağladığı zindelikle bıraktığım yerden yeniden devam ediyorum.

Ben böyle kendimi kaptırmış yolculuğumu anlatırken siz -haklı olarak-, “iyi de kendinden başkasını ilgilendirmeyecek bütün bunları niye anlatıyorsun?” diye sorabilirsiniz.  Doğrusu ya, aktüel/güncel olanı ıskaladığım, çoğunlukla daha genel olana odaklandığım, köşe yazısı formatını aşıp ferman döşediğim ve de okuyana azap verdiğim yazılar yazdığım eleştirisine alışığım. Bu eleştirilere kendimce verecek karşılıklarım olsa, en azından “anlamaya çalışmak” diyecek olsam da, bunlarda doğruluk payı olduğunu da kabul ediyorum (Kulakları çınlasın, İstanbul yıllarımda çok şeyleri paylaştığımız ve tartıştığımız eski bir dostumun arada bir yarı şaka yarı ciddi gönderdiği mesajlarında “Hocam seni bu işi beceremiyorsun. Seninkine olsa olsa Müslüman mahallesinde salyangoz satmak denir.” eleştirisi de bunu ima ediyor) Ancak burada şunu söylemeliyim: İki ay süreyle uzakta yaşamayı getirecek bu yolculuk, muhtemel başka zorunluluklar ve meşguliyetler nedeniyle, bir yılı aşkın süredir her cumartesi yayınlanan bu yazıları aksatacak gibi görünüyor. İşte bu yazı da, olur da merak eden okur çıkar diye, doğabilecek o aksaklığı, bir bakıma gerekçesini de açıklamış olmak için, edeben, önceden haber vermek maksadıyla yazılıyor. Yazıda özel hikâyenin dile getirilişi de bu yüzden.

Tevekkeli değil, işte yazı yine uzadı. Neyse ki kaptan pilotun sesi imdada yetişiyor, kulak kesiliyorum: “Sayın yolcular Newyork JFK hava alanı için alçalmaya başlıyoruz.” Uçağın penceresinden dışarıya bakıyorum. Saatlerdir boşlukta süzülen uçak, pamuk yığını bulutların içinden geçiyor ve derken aşağıda, gide gele aşinalık kazandığımız, Newyork görünmeye başlıyor.  

“Uçuş yüksekliği on bir bin metre, uçuş süresi on saat” olan yolculuk sona eriyor.

Bu yazı toplam 2355 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar