Uğur Ulaş Dağlı:Hiçbir zaman ‘hoşça kal’ demeyeceğim....
Bana hep bir konu, bir kelime üzerinden “ilk düşünceleri tattıran” kişiydi. Hayat üniversitesindeki eğitimimin temelleri, onu gözlemleyerek; bana veya ortaya söylediği bir sözle atılmıştı. İlk hatırlamalarım Çağlayan’daki panayır sonrası Budak Pastahanesi, limonlu dondurma ve ilk kez karşılaştığım “refik” kelimesi... “Refiğim bakarmısın?”. Onun salt bir kelime olma ötesinde nasıl derin anlamları olduğun aslında o gün anlamasam da; sonraları yerine oturtmuştum. Refik kelimesi “Yol arkadaşı, yoldaş” demekti... İşte o kelime... onun 1970’li yılların başında hak mücadelesinin odağına oturttuğu bakışı simgeliyordu. İnsanları seviyordu ve herkes onun için refikti ve onun yol arkadaşıydı.
Üniversite okumanın önemini yine ilk kez onla tatmıştım. Babamın Selimiye Caminin karşısındaki dükkanına gelen bir telefon ve “abin telefonda” diye babamın gururlanıcı sesi ve telefon sonrasında dükkanlardakilere “oğlum İstanbulda, mühendis olacak cümlesi”ni kurması... Ayrıca tatillerde Türkiyeden gelen renkli ve zevkli kitaplarla beni tanıştırması. Kitapların, Kemallettin Tuğcu’nun sıkıcı kitaplarının ötesinde renkli dünyalar olduğunu bana öğretmişti o dönemlerde.
Seçimler... Aşırı baskının olduğu dönemde bile 1976 seçimlerinde, 10 yaşında beni seçim meydanına götürmesi ve doğru siyasi/dünya görüşünün gururla taşınması gerektiğini öğretmesi... 1974 sonrası Kıbrıslı Türklerin Ecevit’i putlaştırdığı dönemde, bana “Ben Ecevit’in düşüncelerine katılmam” demesi bende şok etkisi yaratmıştı. Daha sonra bu cümlenin aslında Ecevit’e yönelik değil o dönemki siyasi bakışa yönelik eleştiri olduğunu anlamıştım ama uzun süre ağabeyimin niçin bana böyle bir söylemde bulunduğunu düşünmüştüm. Aslında o da, bunu düşünmemi ve benim birşeyleri sorgulamamı istemişti. 1980’li yılların başı, Girne’ye giderken Yeni Girne-Lefkoşa anayolu yapımında “neden TC yardım etti?”diye sormuştum ancak bu defa çok net olarak 1 saat boyunca bana bunun nedenlerini anlatmıştı uzun uzun ve ilk siyasi dersimi almıştım.
1984 yılı...Üniversite sınavlarına hazırlandığım yıl. Meslek seçimi kararları. Ortak iş yapabilmemiz için yönlendirildiğim Mimarlık eğitimi ve İTÜ. Mimar ne iş yapar, Mühendis ne iş yapar... Bunların farkını ilk kez ondan öğrenmiştim. Mimarlığın ne olduğunu anlatan ilk meslek kitabını yine ondan almıştım. Üniversiteye beni yolcu ederken tek cümle kurmuştu: “Hergün mutlaka bir gazete alacaksın!”...
Mezun oldum... ben akademisyenliğe, o ise kamuda siyasi/toplumsal ve mesleki mücadele yolunu seçti. Hayal kurduğu iş ortaklığını kuramadık ancak Ktmmob çatısı altında birlikte iki önemli sempozyuma imza attık. “Çağdaş Kentler ve Yerel Yönetimler Sempozyumu” ve “Çağdaş Yaşam ve Trafik Sempozyumu ”... İlk sempozyum, hamileliğimin son ayına denk gelmişti ve açılış günü Lefkoşa’da bir kliniğe yatıp, açılışa katılamamıştım. Çok telaşlanmış ve hatta espiri yapmıştı. Okan’a inat Lefkoşa doğumlu bir oğlun oluyor diye.
O, barış kavramını soyut değil somut olarak yaşatmıştır. Barış, donmuş değil canlı bir kavramdı onun için, yaşam şekliydi. Kendi çevresindekilerine barış dolu bir yaşam sunmuştu ve adamıza gelmeyen bu kavramdan hep rahatsızdı. Bunun için de Barış içinde bir Kıbrıs dileğinden vazgeçmedi ve hep Elvin, Erkin, Ekin ve Aren’in, barış adasında yaşamalarını diledi..
Son okuduğumuz ve tartıştığımız ortak kitap, Zülfi Livaneli’nin “Serenad” kitabı, Berke ile Okan’ın ise Amin Maalouf’un “Doğunun Limanları” idi.
Hem Kıbrıs yakın tarihinde, hem çevrende hem de benim ve ailemin içinde derin izler bıraktın. Bu gidişe hazır değildik. Daha bana, Berke’ye ve Berkan’a öğreteceğin çok ilkler vardı. Hepimiz seni çok özleyeceğiz.