1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Ulus Baker'in Önerisi: “Duygular Sosyolojisi” ya da Duygu ile Düşüncenin Evliliği
Ulus Bakerin Önerisi: “Duygular Sosyolojisi” ya da Duygu ile Düşüncenin Evliliği

Ulus Baker'in Önerisi: “Duygular Sosyolojisi” ya da Duygu ile Düşüncenin Evliliği

Ulus Baker'in Önerisi: “Duygular Sosyolojisi” ya da Duygu ile Düşüncenin Evliliği

A+A-


 

Onur Kara
[email protected]

Ulus Baker'in, “Kanaatlerden İmajlara: Duygular Sosyolojisine Doğru” adlı doktora tezi, Harun Abuşoğlu tarafından Türkçe'ye çevrildi ve 2010 Ağustosunda yayınlandı. Baştan teslim etmek gerekir ki, Ulus Baker'in bu eser dahilindeki düşüncelerinin özünü/özetini vermeye yeltenmek, belli sakıncaları göze almayı gerektiriyor, zira derin gözleme dayalı, sıkı örülmüş, okuru yoğun bir düşünce sarmalına çekerek ilerleyen, kurgusu baştan sona incelikli şekilde kotarılmış bir yapıtla karşı karşıyayız. Bu sakıncalardan en önemlisi, Ulus Baker'in geliştirdiği tezi anlamaya ve anlatmaya, herhangi bir özetin yeterli olmayacağı, bunun yalnızca kitabın tamamının okunarak mümkün olacağı gerçeğidir. Zira bu kitap; bir özetinin bütün derinliğine rağmen yüzeysel kalacağı, özünün ancak kendisi olduğu, ender rastlanan çalışmalardan biridir. Bir diğer önemli sakınca, Ulus Baker'in, günümüz siyasalının bolca işlediğini belirttiği bir suça, yönelimli bilincin, yönünden saptırılabilmesi (dis-orient) / çarpıtılabilmesi suçuna meyletmektir. (s. 253) Bir “gösteren” olarak bu özet, kaçınılmaz olarak herhangi bir yönü işaret eder niteliktedir ve bu, nihayetinde başka bir yöne sırt çevirmeyi gerektirmektedir. Yine de, bir kova suyun doldurduğu bir bardak su olduğunu bildiğimiz bu yazının amacı, taşan suların ne ölçüde kıymetli olduğunu hissettirmek ve yeni, farklı düşünce ortamlarında, akan suların izini sürecek potansiyel okura/düşünüre, küçük bir harita sunmaktır.
Ulus Baker'in, tezinin ilk boyutu, geç döneminden itibaren modern toplumların, “kanaat toplumları” olduğunun derinlikli bir tespitidir. İkinci boyut, toplumu ve siyasal gerçekliği “kanaatler” temelinde değil, “duygular ve sezgiler” temelinde ele alan toplumbilimsel yaklaşımların daha eleştirel ve gerçekçi olacağı önermesidir. Üçüncü boyut ise, “imajlar”ın gündelik hayatın her alanını kaplamasının, kanaatleri ve dolayısıyla insan düşüncesini belirlemekteki önemi karşısında geliştirdiği; imajları klişeler olmaktan çıkararak toplumsal düzeyde işleyen duygulara yol açabilen bir niteliğe kavuşturabilecek bir “duygular sosyolojisi” oluşturulması yönündeki önerisini, bir özgürleşme perspektifi olarak ortaya koymasıdır. Tez çevresindeki serpik ve filizleşmeyi bekleyen düşünceler ise, başta sosyoloji olmak üzere sosyal bilimlerin tümüne dönük (sosyoloji, psikoloji, felsefe vb.), münhasıran da siyaset bilimi, medya ve kültür çalışmaları, ideoloji ve söylem analizi ve nihayetinde sinematografiye dair tespitler, eleştiriler ve öneriler niteliğindedir.
İlk boyut dahilinde, tezde açıklıkla eleştirilen “kanaat toplumları”, eleştirel düşünmeyen, düşünmemesi istenen, sadece kanaatler düzleminde var olan ve kendine dair bilgisi yine kendi hakkındaki kanaatlerden oluşan bireylerin vücut verdiği oluşumlardır. Bir “kanaat” toplumunun “mensupları”, gündelik hayatta fazlasıyla imaj ve gösteriye maruz kaldıklarından ve bu imaj ve gösteriler ayrıca “metne” ve “yorumlamaya” tabi olmaya zorlandıkları ve herhangi bir sorun ya da duygunun halihazırda sunulmuş paketleri olduklarından dolayı, tahayyül (imagination; bir şeyi öznellik dahilinde imgeleme, gözünde canlandırma) yetileri büyük ölçüde törpülenmiş, empati kurma, etkilenebilme ve sezgi geliştirme becerileri aşınmış “kanaatzedelerdir”. Elbette ki “kanaatler”, en başta televizyonun ve televizüel imajların popülerliği ve alımlanmasının kapsamı yüzünden, bir o kadar da belli söylem ve ideolojilere tabi olarak, üretilen, şekillendirilen ve yeniden üretilen “basma kalıp”lardır. Bu gerçek, toplum mensuplarının, kanaatler vasıtasıyla denetlenip disipline edilebildiklerinin, ayrıca kanaat belirlenimli dünya algılarından ötürü, gerçekçi düşünme, görme gücü ve kendini kurucu öznellikten mahrum olduklarının/bırakıldıklarının kanıtıdır. Toplumu anlamak ve onun hakkında bilgi edinmek isteyen günümüz sosyolojisi de, kamuoyu yoklamaları, anket ve araştırmalarıyla, bu düzlemde evrilen toplum mensuplarına kendileri hakkındaki “kanaat”lerini sormak, bu yanıtları toplamak, istatistiğini yapmak ve arşivlemekten öteye gitmeyerek, “kanaat sosyolojisi” durumuna düşmektedir ve bu hal sosyolojiyi “kanaatlerin kanaati” durumuna sokarken, sosyologları da, iktidar seçkinlerinin yardımcıları olmaktan öte bir anlam taşımayan, “beyaz yakalıların” düzenine ait ve Foucault'nun terminolojisinde iktidarı “elde tutan” değil “destekçisi” olan pozisyonuna sokmaktadır. (ss. 130-131) Zira, erken dönem modern gazete ve dergilerde olduğunun aksine, günümüz medyasında ve akademik araştırmalarında sorulan sorular gerçekten cevabı bilinmeyen sorular değildir. Toplumun kanaatleri bellidir, sorulan sorulara verilecek cevaplar da sınırlı ve halihazırdır; yani cevapların ne olacağı zaten bilinmektedir. İşte, kanaatler düzeyinde siyasal boyut burada ortaya çıkmaktadır. Parlamenter demokratik rejimlerin özü olduğu iddia edilen seçimler, kutuplaşmış yahut farklılaşmış kitlesel kanaatlerin, birbirleri ile olan bahsi ve rekabetidir. Böyle bir düzlemde, “kanaat” önderleri, daha öncesinde kitlelerde var ettikleri, formulleştirdikleri ve yönünü belirledikleri kanaatlerin temsilciliği yaparlar. Siyasal iktidar, seçimler yoluyla, zaten belli olan kanaatlerin, meşrulaşması kadar, tescillenmesi ve teyit edilmesi ile varlığını kazanır. Kanaatlerin, Eski Yunan'da “hakikati ortaya çıkarabilecek” önemde görülmelerinin ve siyasetin de bu temelde yaşanmasının aksine, günümüzde içlerinde saklı hakikatlerin diyalektik yoluyla açığa çıkarılacağı sözlerden değil, “dogma”ya itaat şeklinde yeniden tanımlanmış yanılsamalardan ibarettirler. (s. 41) Belki daha beteri, “hakikat”in de, kamuoyu yoklamaları ve istatistik disiplininin sayısal verilerinin “güvenilir” imajıyla, şekilsiz bir kanaatler yığını ile eş tutulmaktadır. Yani Baker, kişinin ve toplumun kendi gerçekleri ve somut koşullarını ifşa etmede herhangi bir güvenilirliği, bilimselliği ve önemi kalmayan “kanaat”lerin, kitlesel ölçeğe vardıklarında ne denli şekilsiz olduklarını göstermeye çalışmaktadır. Marx'ın uyarısına kulak vererek, toplumu kavramanın yolunun, insanların eylemlerini kavramaktan geçtiğini öne sürmekte, tersine insanlara kendileri hakkındaki kanaatlerini sormanın anlamsızlığını ise,  “kanaat toplumu” ve “kanaat sosyolojisi” eleştirisi için bir çıkış noktası olarak görmektedir.
Tezin ikinci boyutu ise, “kanaatler sosyolojisi” yerine, “duygular sosyolojisi” adını verdiği önermenin temellerini atmakta, olası boyutlarını sunmaktadır. Baker'e göre, bu tür bir sosyolojinin ihtimali, “kanaat”lerin sosyal ve siyasal alanı işgal etmesi ile eşzamanlı olarak hem sosyal bilimlerde, hem de asıl doğum yeri olan edebiyatta ortadan kalkan “toplumsal tipler” yaratma praksisinin yeniden var edilmesine bağlıdır. Simmel'in sosyoloji algısında büyük önem taşıyan bu “toplumsal tipler” ise, ancak duygular ve sezgiler düzleminde gerçeklik kazanabilmektedirler. Duyguların, bireyin yetkinleşmesinin derecelerine kendi bireysel tekil “özünü” icra edişine biçim vermesi; sezginin de, kanaatlerin aksine, hiçbir şekilde yönlendirilemez ve insanın kendini kamunun kanaatinden ve imajların temsil edilişinden kurtarabilme yolu olması bağlamında, duygular ve sezgi gerçekliği yaşandığı şekliyle temellük etmek ve hayata bu şekilde katılmayı mümkün kılmakla Baker’in önerdiği “kullanışlı  sosyolojinin” hammaddesini oluşturmaktadırlar. Spinoza'nın hem siyaset hem de ahlak felsefesinde yer eden düşünme, tahayyül etme, sezme ve duygulanabilme kudretleri, aynı zamanda toplum bilimci tarafından “toplumsal tipleri” yaratabilmenin, nihayetinde de toplumu anlayabilmenin makul bir yoludur. Zira, “toplumsal tipler”, hususiyetleri, jestleri, duygulanışları ve fikirleri olan, somut toplumsal koşulları ve eylemleri ile görünürlüğü yakalanan, tarihsellikleri ve mekansallıkları içkin olan, toplumsal mamullerdir. Edebiyatta Gogol'ün memurları, Turgenyev'in yoksulları, Dostoyevski'nin budalaları, vb., sosyolojide Simmel'in yabancıları, Marx'ın sınıfları / lümpenleri, Freud'un nevrotikleri, Foucault'un delileri, C. W. Mills'in iktidar seçkinleri ya da beyaz yakalıları vb. gibi toplumsal tiplerin hepsi de, belli yaşam deneyimleri içinde kendinde duygulanımlara sahip, belli tarihsel momentlerde ve mekanlarda görünürlük kazanmış, ve kendi kendilerine değil, ancak toplumsalın onları ayırt etmesi ile ortaya çıkmış sosyal gerçekliklerdir ve felsefece yaratılmış olmak ve felsefi anlatının dramaturjisini kavranır kılmak anlamında kavramsal kişilik değildirler. Kitlelere ve kalabalıklara “genel” veya “jenerik” kavramlarla yönelen “kanaat sosyolojisi”nin aksine, “duygular sosyolojisi” toplumsal tiplerle bağlantısında, eylemden / yaşanmışlıktan gelen duyguların / hislerin tikelliklerine ve öznelliklerine yönelmektedir. Bu yönelim, hem mevcut sosyal yapılar ve ilişkileri, hem de olağan sosyolojiyi yenileyici bir çaba niteliğindedir.
Üçüncü boyut ise, imajların, “kanaat toplumları”nın oluşumunda ve süregitmesindeki rolünü ve bu rolün tarihini ele almakta, bir yandan da imajları, “kanaat toplumları”nın idamesinde kullanan “imaj siyaseti”nin ve “kanaat sosyolojisi”nin elinden kurtarmanın yollarını araştırmakta, bulguları ise “duygular sosyolojisi”nin geçerliliğine adamaktadır. Baker'e göre “imajlar”, insanın algısını etraflıca sarabilecek güçtedirler. Hele de, yeni kuşakların metne ve okumaya değil de, imajlar aracılığıyla düşünmeye daha fazla uyum sağladığı günümüzde, imajlar, insan zihnini kolaylıkla şekillendirmekte, yönlendirmekte ve düzenlemekte oldukça etkilidir. İmajları algılama, tanıma, düşünme ve yorumlamada ortaya çıkabilen bu kendi başına ciddi manipülasyonu Baker, “televizüel imaj”la birlikte düşünmemiz gerektiğini önerir. Televizüel akış, “olup bitenlerin” tek taraflı manipülasyonu olarak imajların art ardalığıdır. İmajların, kanaatlerin üreticileri ve taşıyıcıları olduğunu hatırladığımızda, içeriği televizüel imajlardan oluşan haberler, show'lar ve ya TV panellerinin, kanaat “olgularının” bütün türlerine zemin oluşturduğunu da anlayabiliriz. İmajların bir diğer gücü, yalan söyleyebilmeleridir. İmleyen ile imlenen arasındaki fark, söylemin de etkisiyle, zamanla büyür ve imaj, gerçekliği temsil etme niteliğini kaybeder; gerçeklik, imaja sığmaz. Somut olgu ve olaylar, yaşanan deneyimler ve bunlardan türeyen duygulanımlar kendi devinimi içinde farklılaşırken, imaj, temsil ettiği kanaatleri muhafaza edebilir; ve de bunun tam tersi. Foucault, Magritte'in, bir pipoyu resmeden tablosuna “Ceci n'est pas une pipe” notunu düşmesinden yola çıkarak, imajlarla kurulan iktidarın yalancı söylemlerinin peşine düşmüş; “kapatma” gerçeğini iyileştirme ve rehabilitasyon ile imajlandıran hastane, klinik ya da hapishanenin kurduğu iktidar ağını göstermiştir. Baker, günümüz siyasal iktidarının benzer şekillerde “kendi imajını biçtiğinin”, söylem düzeyinde bu imajlarla manipüle edilen toplumun da, imajlarla paralellik gösteren kanaatlerle donatıldığının altını çizer. Fakat tüm bunlara rağmen, Baker'in “duygular sosyolojisi”, imajları kötüye kullanan bu güce karşı koymanın olanağını barındırmaktadır. “Televizüel imaj ” yerine “montaj-düşünce” dahilindeki önerisi; toplumu, kanaat alanından duygu ve düşünce birlikteliğine geçirecek mücadelenin yine imajlar alanında verilmesi yönündedir. Zira imajlar; zengin yayılımları, örüntüleri ve boyutlarıyla, “görmek”, “göstermek”, “düşündürmek”, “duygulandırmak” yönünde, kuvveden eyleme bir hattın olanağını da sunmaktadırlar. Baker'e göre, Eisenstein, Lenin ve Godard'ın film algıları, onların sinematografik tahayyüllerinin politikliğini gösterir niteliktedrir; film, insanlara eylem istemi hissi verebilecek, onları politikleştirebilecek ve ayrıca tarihi ya da görünmeyeni görünür kılabilecek güce sahiptir. İmajdan duyguya giden bir hareketlenme yaratılabildiğinde, izleyicilerin düşünmeye, fikirler oluşturmaya yönlendirilmesi de olanak dahilindedir; işte bu, montaj-düşünce yoluyla zihinlerde fikirler üretmektir. Kastedilen şey, poz veren / söylem katkılı imajlardan ziyade, “farkında olmaksızın yakalanan hayat”ların, gerçeklerin, duygulanım ve deneyimlerin imajlarının, belgesel mahiyetinde olmasına işarettir. Montaj-düşünce, katıksız montajların işbirliği ile, “görünür dünyanın örgütlenişi”ni amaçlayan etkili imajları yaratmaya muktedir bir düşüncedir. Bu belgesel film yapımcılığı ve montaj-düşünce, toplumsal manzaraları, toplumsal tipleri ve onların duygulanımları ifşa etmesi bağlamında, duygu ve düşüncenin evliliğini imlemekte, bu haliyle de, bahsettiğimiz “duygular sosyolojisinin” temelini oluşturmaktadır. Böylece, insanların, “toplumsal tiplerin duygulandırıcılığından” etkilenmiş olarak, montaj-düşünme yordamı geliştirmesine hizmet edilebilecektir.
Yukardaki üç boyut ekseninde özetlemeye çalıştığımız “duygular sosyolojisi” yeni bir bilim kuramı  önerisi olduğu kadar, “kanaatler” dünyasında gezen insan zihnini ve toplumları, başkalarının rüyalarından, kötüye kullanılan imajların manipülasyonundan, televizüel kültürün yönlendirmelerinden ve kitlesel kanaatler temelinde iş gören demokrasinin, totalitarizme çalan formundan kurtarma gerekliliğinin, siyasal savunusudur. Önerdiği güzergâh ise, görerek ya da tahayyül ederek duygulanmaya ve düşünmeye itibarını teslim ederken, kendi rüyalarımızı yaratmanın, düşünerek-varolmanın (Pascal), toplumsal fenomenleri çözümlemeye (Vertov) ve görünmeyeni görünür kılmaya (Jean-Luc Godard) muktedir olan film, montaj ve belgesel gibi elimizdeki sinevizüel insan, toplum, çokluk gibi bireylikleri siyasal kılmanın yollarına işaret etmektedir. Bu tezin çerçevesini güçlendiren ve bu kısa özete sığmayacak kadar yoğun düşünceler ise, günümüz toplumlarını, siyasal iktidar mekanizmaları arasındaki tutarlılık ve sürekliliği (continuum) ve kapitalizmin amorf hallerini birçok yönü ile görme, tanıma ve anlamamıza yardımcı olacak mahiyettedir. Tezin disiplinlerötesi bir analitik ile geliştirildiği ölçüde, ele aldığı bazı meselelerin, başka temel disiplinlerin disiplinlerötesi irdelemelerine kapı araladığı da aşikardır. Örneğin, kanaat toplumu ve doksoloji olarak sosyolojinin fenomenleri ve soruşturma pratiklerinden olan reklamların (televizüel ve kanaat üretici bir imaj olarak) ve projecilik temelli yürütülen istatistiki kamuoyu araştırmalarının (bu maksatla ticari olarak kurulmuş, ve “kanaat”ler düzeyinde işleyen pozitivizmin ve düşünme biçiminin süregitmesinde ciddi bir unsur olarak), ekonomi-politiğin değerlendirmesine alınması gayet mümkün ve gerekli görünmektedir.

 

***

Bu yazı ilk olarak Toplum ve Bilim Dergisi, 2010, Sayı 119’da yayınlanmıştır.

Bu haber toplam 26178 defa okunmuştur
Gaile 223. Sayısı

Gaile 223. Sayısı