Ulus Baker'in “Yüzeydeki Çatlağına” 27 Yıl Sonra Tekrar Bakmak
Yazıdan yaklaşık 30 yıl sonra yeniden aynı tabloyu birebir görmek oldukça sarsıcı bir durum. Çünkü bugünden 30 yıl sonra da aynı tabloyu görme olasılığımız var.
Şevki Kıralp
[email protected]
Bu yazı, Ulus Baker’in 1995 yılında Birikim Dergisi’nde yayınlanan “Yüzeydeki Çatlak” başlıklı, Kıbrıs’ı konu alan makalesinde yaptığı tespitlerin üzerinde durmaktadır. Baker’in bahse konu makalesindeki tespitlerin ciddi bir kısmı, 27 yıl sonra bugün de geçerliliğini korumaktadır ve bu elbette üzüntü vericidir. Üzüntü vericidir çünkü bu tespitlerin halen geçerli olmaları bugün megalomanimiz ile melankolimizi iç içe geçirip birbirlerine düğümleyen sarmalların çoktan kronikleştiğine alamettir. Bahse konu makale, yazarın Ege Berensel tarafından derlenen ve İletişim Yayınları tarafından yayınlanan “Dolaylı Eylem” isimli kitabında da yer almaktadır. Makale “Hayalet Şehir”, “Arasta’nın Çöküşü”, “Sözde-Kıbrıslı Türk Milliyetçiliği”, “Bir Bürokrasi Karikatürü: KTFD’den KKTC’ye” ve “Sonuç-Eğer Gerçekten İsteniyorsa” olarak beş bölüme ayrılmaktadır.
Baker, makalesinin ilk bölümünde “yüzey” ve “yüzeydeki çatlak” kavramlarının sunumunu şu şekilde yapmaktadır: “Ulus-devletlerin yüzeysel tarihi aslında yüzeylerin tarihidir... Jeopolitik denge oyunlarının, güç çatışmalarının belirlediği, aktığı, dolaştığı bir yüzey”. Baker “yüzeydeki çatlak” tanımını pekiştirmek için ise şu ifadeleri kullanmaktadır: “Globalleşme adı verilen şey derindeki ktonik güçlerin, volkanların devrinin geçtiğini, her şeyin artık kaygan bir yüzeyde cereyan edeceğini ideolojik bir söz olarak veren bir masaldan başka nedir? İşte eski Yugoslavya'nın yüzeyine bakın: 'Ne oldu peki?' sorusunun cevabı Avrupa'nın asırlık mimarisinin bu parçasında pek derinlerde var olan bir kaynamanın yüzeydeki çatlağı değil midir?”. Baker, bölünmüş bir başkent olarak Lefkoşa'nın istisnai durumunu ele alırken bir şehrin bölünmesinin hem Doğu hem de Batı uygarlıklarında oldukça ender olduğunun altını çizmektedir. Bundan ötürü, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının kültürel, tarihsel ve ideolojik açıdan çok büyük ses getirmesinin rastlantı olmadığını ortaya koymaktadır.
Baker, Kıbrıs’taki bölünmenin Arasta'yı, yani Kıbrıs'ın kentleşme sürecinin en önemli miraslarından biri olan bir çarşıyı da ikiye ayırdığını ifade etmektedir. Baker'e göre bu bölünme 1974'e değil, çok daha öncesine dayanmaktadır. İngiliz döneminin son yıllarında baş gösteren etnik çatışma iki toplum arasındaki ticareti olumsuz etkilemiş, koparmıştı. Bu da hem Kıbrıslı Türk tüccarları daha söz sahibi hale getirmiş, hem de siyasal bölünmeyi pekiştirecek bir şekilde sosyo-ekonomik alanda iki toplumu birbirinden koparmıştı. Baker Rumlar ile Türklerin ortak kültürel ögelerinden ve ticari hayatlarındaki ortak geleneklerinden örnekler vermekte, ancak bunların ortak bir kimlik inşa etmekte yeterli olmadığını savunmaktadır. Bu örneklerden biri, günümüze kadar ulaşamayan siestadır. Baker'in yazısını kaleme aldığı 1995 yılında hiç kuşkusuz siesta daha yaygındı. Ancak, büyüyen kapitalizm siestayı güneyde çok büyük oranda, kuzeyde ise neredeyse tamamen yok etmiştir. Kıbrıs Türk toplumunun kentleşme sürecine dair çözümlemeler yapan Baker, orta sınıfın önemli bir bölümünün Lefkoşa, Mağusa ve Girne'deki eski şehir merkezlerini boşaltarak merkezlerden uzaktaki bölgelerde ucuza mal edilmiş ya da Rumlardan kalmış evlere yerleşmeye çalıştığını saptamaktadır. Bugünkü aktif orta sınıf için böyle bir olanak kalmamıştır. Orta sınıf ya da işçiler açısından bugün mülk edinmek ekonomik açıdan o zamankine kıyasla çok daha zor bir hale gelmiş durumdadır. Bugün merkezlerin biraz uzağına yerleşmek orta sınıfın en iyi ihtimalle emeklilerine nasip olmaktadır.
Ulus Baker, Kıbrıs Türk toplumundaki milliyetçilik anlayışlarını da ele alarak, “Ticaret eliti için 'anavatan' Londra'dır” saptamasında bulunmaktadır. Türkiye’nin adadaki Türk milliyetçiliğinin ilham merkezi olmasına rağmen Kıbrıslı Türkler ile Türkiye arasındaki iletişim ve etkileşimin son derece sınırlı olduğunu savunmaktadır. 1970’li yıllarda Türkiye'de okuyan gençlerin çoğunluğunun Kıbrıs'a “solcu” (buradaki tırnak işaretleri Ulus Baker'e aittir) olarak dönmesini adadaki Türk milliyetçiliği açısından bir paradoks olarak değerlendirmektedir. Yazıyı yazdığı dönemde yaygınlaşmakta olan başka bir milliyetçilik anlayışını “çoğu zaman Rumlara karşı olmaktan pek kolayca sıyrılıp 1974 sonrası adaya yerleşen kırsal kökenli Türkiyelilere karşı yönelen bir tepkidir olsa olsa” şeklinde nitelendirmektedir. Ulus Baker'in bahse konu yazısını kaleme aldığı tarihteki iki farklı milliyetçilik akımı, yani Türklük kimliğine ve Türkiye'ye bağlılığı vurgulayan milliyetçilik ile Kıbrıs adasına bağlılığı ve Kıbrıslılığı vurgulayan milliyetçilik bugün de mevcuttur. Bugün bu iki milliyetçilikten birini benimseyenler diğerini benimseyenleri genellikle karikatürize ederek, birbirlerinden “toplumsal tipler” türeterek eleştirmektedir. Örneğin, Kıbrıs milliyetçiliğini benimseyenlerin karikatürize ettiği Türk milliyetçisi, “dilinden 'anavatan Türkiye' sözü eksilmeyen ancak güneyin tüm nimetlerinden yararlanan” bir “toplumsal tip”. Türk milliyetçilerinin karikatürize ettiği Kıbrıs milliyetçisi ise “sürekli olarak Türkiye’den ve Türkiye kökenlilerden şikayet eden ancak KKTC’nin tüm nimetlerinden yararlanan” bir “toplumsal tip”. İki tarafın da karşı tarafa dair “toplumsal tip” yaratmakta “yetenekli” olduğunu söyleyebiliriz. Baker bu yeteneği Dostoyevski’ye atfetmekteydi (Bakınız Baker’in “Dostoyevski ve Tarkovski” başlıklı yazısı). Tabi buradan anlaşılması gereken bizlerin birer “Dostoyevski” olabileceğimiz değil, başkalarında kusur bulmakta “usta” olduğumuzdur.
“Yüzeydeki Çatlak” başlıklı makalenin yayınlandığı tarihten bugüne Türklüğü ve Kıbrıslılığı ikisine birden önem vererek benimseyen üçüncü bir milliyetçilik akımı daha kendini siyasal arenada ifade etmeye başlamıştır. Yapılan çoğu araştırmada toplumun hem Türklüğü hem Kıbrıslılığı neredeyse eşit öncelikle benimsediği ortaya çıksa da bunun bir tür “toplum sözleşmesi” halini alarak kurumsallaştığını iddia edebilmek son derece güçtür. Siyaset kurumu tarafından birbirinin temel hak ve özgürlüklerine saygılı, kaynakları adilce paylaşan ve bu coğrafyada genel iradeleriyle var olma konusunda uzlaşmış bir toplum inşa edildiğini iddia etmek de öyle. Ne yazık ki farklılıklarını kabullenerek asgari müştereklerdeki birlikteliğini kurgulamış bir toplum da henüz mevcut değil. Ulus Baker, Kıbrıslı Türklerin devlet ile ilişkisini ele alırken “devletsiz”, “devletten anlamayan” ve “işini kişisel ilişkileriyle yürüten” bir toplum olduğumuzu ortaya koymaktadır. “Yüz yüze sohbetlerle” yönetildiğimizi belirtmektedir. Bugün halen daha çoğu insanın devlet kurumlarına güvenmeyerek her işini “tanıdık” vasıtasıyla çözmeyi tercih ettiği bir yerde yaşıyoruz. Hükümete gelen siyasi partilerin kamuda istihdamı (çoğu zaman kılıfına uydurarak “sözleşmeli” istihdamı) partililerini “ödüllendirmek” için “önemli” bir araç olarak kullandığını görüyoruz. Üst düzey atamaların büyük bir kısmında “liyakatin” kötü bir espri kadar bile ciddiye alınmadığı ve bunun yıllardır böyle olduğu gayet açık. Daha da vahimi, sadece siyaset-toplum ilişkilerinde değil, medya ve sosyal medya gibi siyasal kanaatleri şekillendiren her mecrada “tanıdığına” en kabahatli halinde bile “sonuna kadar” destek çıkarken, “tanımadığına” en masum halinde bile hınç ile saldırabiliyor olanlarımızın sayısı hiç az değil. İlkelere göre değil, “tanıdıklara” göre pozisyon alıyor, ona göre “siyaset yapıyoruz”. Birbirimizi ise “ilkesiz” olmakla suçluyoruz. Ne yazık ki, “yüz yüze sohbetlerle” yönetildiğimiz halen daha gerçeğin ta kendisi.
Ulus Baker yazısında yakın tarihe ilişkin hafızası canlı olanların çözüm modellerinden (federasyon ve iki devletlilik dahil) “pek fazla medet umamayacağının” altını çizmektedir. Yazıdan yaklaşık 30 yıl sonra yeniden aynı tabloyu birebir görmek oldukça sarsıcı bir durum. Çünkü bugünden 30 yıl sonra da aynı tabloyu görme olasılığımız var. Bugünkü hal ve gidişatımıza bakacak olursak, “Arasta” artık Ulus Baker'in yazısının kaleme alındığı günlerdeki kadar bölünmüş değil çünkü geçiş kapıları açıldı. Tabi TL'nin Euro karşısındaki değer kaybı kuzeyi Kıbrıslı Rumlar için ucuz bir pazar haline getirmiş durumda. Öte yandan, burası artık aktif orta sınıfın “sahil kasabasında ev alabileceği” bir yer değil. Alt-orta sınıfın ve işçilerin hiç değilse bir yıl sonrasını öngörebileceği bir yer hiç değil. Genç orta sınıfın 30-40 yıl öncesindeki refahı mumla aradığı ve toplumdaki çok büyük bir kesimin giderek yoksullaştığı günlerden geçmekteyiz. Ulus Baker Kuzey ile Güney arasındaki milli gelir farkını yazısında “acınası” olarak nitelendiriyordu. Yazıyı bugün yazsa acımakla yetinemezdi herhalde. Baker, yazısının sonlarına doğru “dünyanın pek çok yerinde 'şanssızların' kefaretini ödedikleri bir yığın 'soru' ve 'sorun' karşısında da 'kaosun sorgulanmasını' uygulamaya koyabiliriz” demektedir. Yani, sorunlara yüzeysel çözüm aramaktansa sorunların kaynağının ne olduğunu bulmak için onları daha derinlemesine problematize edebileceğimiz yaklaşımlar tavsiye etmektedir.