1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Uluslararası Adalet Divanı'nın İsrail'in Gazze'deki savaşına karşı verdiği karar neden oyunun kurallarını değiştiriyor?”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Uluslararası Adalet Divanı'nın İsrail'in Gazze'deki savaşına karşı verdiği karar neden oyunun kurallarını değiştiriyor?”

A+A-

Raz Segal

Uluslararası Adalet Divanı Gazze’deki savaşa yönelik İsrail aleyhinde bir ara karar verdi. Güney Afrika tarafından geçtiğimiz ay açılan davada mahkeme, İsrail’in Gazze’deki Filistinlilere karşı soykırım uyguladığının akla yatkın olduğunu hükmetti. Bu karar, uluslararası hukuk sisteminde İsrail’in cezasız kaldığı dönemin sonunu işaret ediyor.

Kararda, İsrail devlet liderlerinin, savaş dönemi kabine bakanlarının ve üst düzey ordu subaylarının açıkça yaptıkları düzinelerce “yok etme niyeti” beyanlarına ve benzeri görülmemiş düzeydeki öldürme ve yıkımlara işaret edildi. Mahkeme ayrıca, İsrail’in bombardımanında 26.000’den fazla Filistinlinin ölmesi ve 64.000’den fazlasının yaralanmasının yanı sıra zorla yerinden edilen yaklaşık 2 milyon insanın açlık ve bulaşıcı hastalıkların yayılmasıyla karşı karşıya kalması gibi vahim durumları göz önünde bulundurarak geçici tedbirler aldı.

3-290.jpg

Geçici tedbirler, Güney Afrika’nın talep ettiği gibi bir ateşkes emrini içermiyordu, ancak UAD yargıçlarının 15’e karşı 2 gibi ezici bir çoğunluğunun oyuyla İsrail’e Gazze’de herhangi bir soykırım eylemini önlemesi ve ordusunun bu tür eylemlerde bulunmamasını sağlaması talimatını verdi.

Mahkemenin geçici tedbirlerinin bir parçası olarak İsrail’in ayrıca soykırıma teşviki önlemesi ve cezalandırması; Gazze’ye acil yardım sağlanmasını temin etmesi; delillerin yok edilmesini önlemesi ve korunmasını sağlaması ve bir ay içinde mahkemeye bu tedbirlerle ilgili bir rapor sunması gerekiyor. Aslında bu emirler ateşkes gerektiriyor, çünkü bunları yerine getirmenin başka bir yolu yok.

Uluslararası Adalet Divanı’nın kararı, Aralık 1948’de oluşturulan ve Nazizm ile bugün Holokost olarak adlandırdığımız olayların istisnai olduğu görüşüne dayanan Birleşmiş Milletler’in soykırım sözleşmesinden kaynaklanıyor.

Bu bir amaca hizmet ediyordu: Holokost’u -o dönemde hala devam etmekte olan- Avrupa emperyalizmi ve sömürgeciliğinin önceki birkaç yüzyılda dünyanın dört bir yanında bıraktığı ceset yığınlarından ve yok edilen kültürlerden ayırmak.

Holokost’un istisnai statüsü, özellikle de Holokost’tan kurtulan ve hayatlarını orada yeniden kurmayı seçen çok sayıda kişi göz önüne alındığında, Mayıs 1948’de kurulan yeni Yahudi devletini de istisnai hale getirdi.

İsrail’in istisnai statüsü, temel suçu olan Nakba’nın kasıtlı olarak bulanıklaştırılmasına yol açtı: 1948 savaşında 750.000’den fazla Filistinlinin kitlesel olarak sürülmesi ve yüzlerce köy ve kasabanın yok edilmesi. İsrail’in uluslararası hukuk kapsamında herhangi bir suç işleyebileceği, bu istisnai çerçevede neredeyse hayal bile edilemez hale geldi. Böylece İsrail için cezasızlık, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası hukuk sistemine dahil edildi. Nakba’yı gizlemeye yönelik acil ihtiyaç, İsrail devletinin yerleşimci-sömürgeci bir proje olarak doğasını inkar etmeye yönelik daha geniş bir itici güçten de kaynaklandı. Paradoksal olarak, İsrail’in kuruluşu, Avrupa’da Yahudileri dışlama ve nihayetinde yok etmeyi hedefleyen ırkçılığı ve beyaz üstünlüğünü yeniden üretti.

İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog, 5 Aralık’ta MSNBC’de gerçekleştirdiği bir söyleşide bu beyaz üstünlükçü ve sömürgeci zihniyeti oldukça açık bir şekilde ifade etti: İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarında Filistinlilerin toplu olarak öldürülmesiyle ilgili bir soruya yanıt olarak “Bu savaş sadece İsrail ile Hamas arasında bir savaş değil” dedi. “Bu savaş gerçekten ama gerçekten Batı medeniyetini kurtarmaya yönelik bir savaş…. Cihatçı bir şebeke, bir kötülük imparatorluğu tarafından saldırıya uğruyoruz.” Bu imparatorluk “tüm Ortadoğu’yu fethetmek istiyor ve eğer biz olmasaydık, sırada Avrupa ve ABD olacaktı” dedi.

2-388.jpg

Soykırım kavramı, Holokost’un ve İsrail’in uluslararası hukuk sistemindeki istisnai statüsünü korumak ve bu uzun süredir devam eden görüşe meydan okumak yerine onu mümkün kılmak için işlev gördü. Ta ki şimdiye kadar.

UAD’nin İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısının soykırım olmasının kabul edilebilir olmasını hükmetmesiyle birlikte, dünyadaki her üniversite, şirket ve devletin artık İsrail ve kurumlarıyla olan ilişkilerini çok dikkatli bir şekilde değerlendirmesi gerekecektir. Bu tür bağlar artık soykırıma suç ortaklığı anlamına gelebilir.

Uluslararası Adalet Divanı’nın kararından birkaç saat sonra, başka bir mahkeme ilgili bir davayı görüştü: San Francisco’da, Anayasal Haklar Merkezi, Filistinli örgütler ve bireyler adına, Başkan Biden ve diğer ABD yetkilileri aleyhine, Gazze’de soykırımı önlemeye yönelik BM yasal yükümlülüklerine uymadıkları ve ABD’nin İsrail’e devam eden askeri ve diplomatik desteği nedeniyle soykırıma suç ortaklığı yaptıkları gerekçesiyle federal mahkemede dava açtı.

Filistinli davacılar birbiri ardına Nakba’daki aile geçmişleri, İsrail’in kitlesel şiddetine dair kendi deneyimleri, 8 Ekim’den bu yana kaybettikleri akrabaları, artık olmayan büyüdükleri mahalleler, İsrail bombardımanları ve işgalinin enkaza çevirdiği okullar ve bir daha asla çay içemeyecekleri kafeler hakkında ifade verdi.

Tesadüf ki bu anlatımlar, Sovyet güçlerinin Auschwitz’deki Nazi imha kampını kurtardığı 27 Ocak 1945’e işaret eden Uluslararası Holokost’u Anma Günü‘nden hemen önce geldi.

Uluslararası hukukta yeni bir döneme giriyoruz. İlk kez mahkemelerin soykırım suçunu Filistinlilerin yaşadıklarını tanımlamak için yasal bir çerçeve olarak değerlendirdiğini görüyoruz. Bu davalar aracılığıyla Filistinlilerin sesleri, Holokost hafızasında yeni bir döneme, Nakba’nın inkârının ötesine, devlet şiddetine maruz kalan tüm insanların seslerini, bilgilerini, tarihlerini ve perspektiflerini nihayet ön plana çıkaracak bir dünyaya işaret ediyor.

(Raz Segal, New Jersey’deki Stockton Üniversitesi’nde Holokost ve soykırım çalışmaları alanında doçent ve modern soykırım çalışmaları alanında prestijli bir profesördür.)

(LOS ANGELES TIMES’da 27.1.2024’te yayımlanan Raz Segal’in yazısını Türkçeleştiren: Avlaremoz...)


***  GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR KİTAPLAR...

Hannah Arendt’den “Karanlık zamanlarda insanlar...”

Hannah Arendt’in külliyatını yayımlayan İletişim Yayınları, Arendt’in “Men in Dark Times” başlığıyla İngilizce yazdığı kitabı, Karanlık Zamanlarda İnsanlar’ı, bu yıl İsmail Ilgar, Duygu Öktem, Funda Sarıcı, Gülce Sorguç, Özgür Soysal ve Selbin Yılmaz’ın çevirileriyle, Nilgün Toker’in önsözüyle bastı. Kitap, Arendt’in Lessing, Rosa Luxemburg, Angelo Giuseppe Roncalli, Karl Jaspers, Isak Dinesen, Hermann Broch, Walter Benjamin, Bertolt Brecht, Waldemar Gurian ve Randall Jarrell üzerine yazdığı makalelerin bir araya getirilmesinden oluşuyor.

Arendt, ele aldığı her bir figüre odaklanırken biyografi, eser, tarihsel-toplumsal bağlam ve fikirlerin oluşumu arasında sıkı diyaloglar kuruyor. Bu nedenle kitap, ele alınan figürü kuşatıcı bir şekilde konumlandırırken, o figüre has değerlendirme için de başlangıç noktaları ya da (yeniden) bakış açıları sunuyor. Özellikle kurmaca eserlere ve tiyatro oyunlarına dair kısımlarda Arendt’in edebiyat eleştirmeni olarak da marifetleri fiile dökülüyor.

Benim için kitabın asıl kıymeti, kişiler, metinler, fikirler etrafında söylediklerinden ziyade zor zamanlarda konuşmanın, karanlık zamanlarda yaşamanın yollarına dair Arendt’in açtığı ufuklarda belirdi. Odaklanılan kişilere münhasır olarak söyledikleri önemli olmakla birlikte, her bir kişiye mahsusmuş gibi görünen halleri birbirine bağlayan atmosfer; dünyadaki ya da dünyaya dair konumumun düşünsel ve duygusal gelgitleri, umut devşirmeyle endişelenme arasındaki salınımlarım, kabuğuna çekilmeyle meydandan vazgeçmeme uçlarında titreşen tereddütlerim arasında nefes alma imkânlarımı genişletti.

Karanlık Zamanlarda İnsanlar’da Yahudi soykırımı ele alınan figürlerin büyük kısmının hayatını kateden bir felaket olarak yer almakla birlikte, karanlık zamanlar ifadesi nüanslanarak ve çeşitlenerek tüm kişilerin hayatında cisimleşiyor. Her bir kişinin maruz kaldığı kısıtlanmışlığın içerisinden kendisine özgü yolu nasıl devşirdiği incelikle anlatılırken –kahraman yaratma girişiminin tam aksine– erdemleri ve kusurlarıyla insaniliğin nasıl tesis edildiğine bakılıyor.

Arendt, karanlık zamanlarda insanların kendi kabuğuna neden çekildiklerine dair düşünürken bu çekilişin nasıl bir güç kazandırdığı kadar neyin pahasına olduğuna da dikkat çekiyor. Her şeye rağmen dünyada olmanın, insanlar arasında bulunmanın, dünya denen aralıktaki sohbete dahil olmanın hayatiyeti, kitap boyunca değişik vesilelerle hatırlatılıyor. Herkesin birbiriyle uyumlandığı, farklılıkların törpülendiği, ortak noktalarda buluşulan bir dünya pratiği için değil; farklılığını silmeden dahil olmanın, uzlaşmak zorunda olmadan diğerleriyle birlikte var olmanın, kendi tekilliğini icra ederek dünyanın –olumlu ya da olumsuz yönlerde– pürüzsüzleştirilmesini aksatmanın asliliğini vurgulamak için bu aralığa dikkat çekiliyor.

Her bir figürde, öne çıkarılan hususların ne şekilde ve nispette gerçekleştiği gösterilirken, özellikle kitabın ilk yazısı olan “Karanlık Zamanlarda İnsanlık Üzerine: Lessing Hakkında Düşünceler”de kitabın temel mantığına tanıklık ediyoruz. Arendt’in Lessing Ödülü’nü aldıktan sonra yaptığı bir konuşma olduğu için Lessing hakkındaki değerlendirmeleri, ödül verilerek kamusal varlığı desteklenmiş biri olarak kendi konumu ve dünyadan çıkış/dünyaya giriş yolları iç içe geçirilerek gözler önüne seriliyor.

Dünyanın gidişatından memnun olmayan kişilerin, baskı altında olan, zulüm gören toplulukların dünyadan çekilip kendi başlarına ya da kendi aralarında ayrı bir dünya kurmalarının, içlerine ya da birbirlerine sığınmalarının kaçınılmaz olduğu anları teslim eden Arendt, tüm haklılığına rağmen bu kaçışın meydana getirdiği eksiltmeleri, dolaylı yoldan zulmü artırıcı etkilerini tartışıyor. Evet, mazlumların birbirine yakınlaşması dayanışma doğurur, benzersiz bir insani sıcaklık üretir, zor kullanımı karşısında güç devşirilecek bir direniş dayanağı oluşur. Bunların hayatiyetinin farkında olan Arendt, yine de bu yakınlaşmanın dünya denen “ara-boşluk”un kaybına yol açtığına işaret ediyor.

Horlananlar ve incinenlerin ete kemiğe büründürdüğü hayatiyet, karanlık zamanlardaki dünyaya asli olanı hatırlatır, ancak aynı zamanda salt mazlumlar arası bir canlılık, bu dünyadan sorumlu olma yükümlülüğünü de hafifletir ya da siler. Burada söz konusu olan, karanlık zamanlardaki bu dayanışmanın kıymetini sorgulamak değil, bu zamanlar nispeten aşıldığında da mazlumların hakkını ve enerjisini devam ettirebileceği, hor görülmüşlerin ya da kabuğuna çekilmişlerin dertlerinin ve arzularının dünyanın derdi ve arzusu olabileceği koşulları mümkün kılmanın yollarını aramak. Karanlık Zamanlarda İnsanlar, toplulukların değil, kişilerin etrafında örüldüğü için Arendt bu yolların ele alınan kişilerde nasıl belirdiğini gösteriyor, ancak zulüm gören toplulukların dayanışmalarını kalıcı kılmasının şartları, alt-akıntı olarak metinde sürüp gidiyor.

Kişilerdeki dünyadan kaçış arzu ve pratiklerine değinilirken, bu kaçışın kaçılan dünyadan devralındığı, karanlık dünyanın bir ürünü/mirası olduğu da vurgulanıyor. Dünyanın gerçekliğinden kaçış “asıl kuvvetini zulümden alır ve zulüm ile tehlike arttıkça kaçakların kişisel güçleri de artar.” (s. 36) Bu noktada, güçle iktidar kavramları arasındaki ayrımın önemine dikkat çeker Arendt: İnsanlar bireysel olarak güçlenebilirler, dünyadan kaçmak, kendi kabuğuna sığınmak güç kazandırabilir, ancak dünyanın karanlık gerçekliğini değiştirmek ancak iktidar üretimiyle olur ve iktidar da insanların birlikte hareket ettikleri yerlerde ortaya çıkar. Kişiler bazen dünyanın olumsuzluğunun ürettiği zulümden dolayı, bazen de kendilerini böyle bir dünyayla karşı karşıya olmak için “fazlasıyla iyi ve asil” gördükleri için dünyadan çıkış yolları ararlar, ancak Arendt’e göre, bir noktada, bu türden bir kaçış içerisinde, bırakın dönüştürücü bir iktidar, “katıksız kaçma ve direnme gücü bile hayat bulamaz”. (s. 36)

Dünyadan kaçmayıp dünyada olarak direnmenin, kendi farkını silmeden diğerleriyle olmanın yollarından biri sohbettir. Kişinin yaşadığı dünyayı, bu dünyadaki deneyimi sohbet konusu yapabilmesi, kişilerin dünyaya dair söz alışverişi, dünyayı ve aynı zamanda sohbet eden insanı insanileştirir bu yaklaşımda. Sessizliğe çekilmek, olan biten hakkında susmak, kendi konumunu/farkını/tekilliğini söze dökmemek, bir başka deyişle kendini söz meydanına çıkarmamak, başka türlü bir dünya meydana getirmeyi de engeller. Lessing ile birlikte konumlanan Arendt, hakikatin dile getirilerek özünü kaybetmesinden değil, insanlar arası söz alışverişinin kesintiye uğramasından endişelenir. Hakikat söze döküldüğünde kanaate dönüşür ve dünya denen aralıktaki birçok sohbeti kateder; burada hakikatin kanaatleşmesinden değil, hakikatin sessizliğe büründürülerek mutlaklaştırılmasından çekinmek gerekir.

hannah.jpg

Özellikle Karl Jaspers’e dair iki yazısında belirginleştiği şekilde, Arendt iletişime inanır. Teknolojik ya da ekonomik/politik dinamikler mecraları manipüle etmeye çalışabilir, kuvve halindeki fikirler, hakikatler fiile döküldüklerinde, açığa çıktıklarında eksilebilirler/dönüşebilirler, ancak Arendt için konuşmanın, söz alışverişinin olmadığı bir seçenek, diğer eksiklerden daha şiddetli bir kayıp doğurur. Söyleşmenin cereyanı ve kudreti, kanaatlerin hakikatini artırır. Kendine saklanmış hakikatlerdense, ortaya dökülmüş, söz meydanında tartışa tartışa meydana çıkmış fikirler önemlidir. Karanlık zamanlara meydan okumak, özü gereği meydanda olur.

(K24 – Fatih ALTUP – 5.1.2023)

Bu yazı toplam 668 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar