ÜMİT İNATÇI “KUYU”DA ‘HİÇ’LİK VE VAROLUŞU SORGULUYOR…
Roman boyunca, varoluşsal boşluğun kuyuya yansıtılarak kazma eylemiyle iç’ten hiç’e ya da tersinmeyle yeniden varoluşa ulaşmanın imgesel olaylar dizisiyle bütünleştirildiğini izleriz.
Ümit İnatçı, Kuyu - İç ve Hiç. Kıbrıs Kültürel ve Bilimsel Araştırmalar Enstitüsü Yayını. 136 sayfa. Lefkoşa 2016.
Metin Karadağ
[email protected]
Ümit İnatçı, 2016’nın son günlerinden 2017’e sarkan süreçte yayınladığı “Kuyu / İç ve Hiç” adlı ilk roman denemesinde, Kıbrıs Türk romanının klasik izleği olan savaş, savaş yitik ve acıları, hüzünle dolu mazinin göreceli değişkenliğinde her an silinecek renklerle boyanmış günceli ele alırken farklı bir söylem; örneğine az rastladığımız estetik arayışlarını sergilemekte. İletişim Tasarımı (Algı Kuramı ve Biçim Semiyolojisi) uzmanlığına eklenmiş olan şair-çizer kişilik, Kuyu’nun biçimlenmesinde oldukça belirleyici bir dayanak görüntüsü vermektedir. Sanatçı kişiliğinin politik yaşamdaki açmaz-çıkmazlar karşısındaki protest tavrını yaşamının temel güdüsü olarak olarak göstermiş olan İnatçı, yaşadığı tutuklanmalar, dışlanmalar vb. diğer olumsuz davranışlar karşısında, çizgisini soyadı gibi bir tutumla sapmalara yer vermeden sürdürür. 1983 yılından beri şiir, öykü, deneme, inceleme, felsefe, şiir-düzyazı, monografi, sanatsal eğitim alanlarında yayınları olan Ümit İnatçı, ”Kuyu” nun oluşumu hakkında “birden fazla farklı yaşanmışlıkları iç içe geçirerek tek zamanlı bir akışın içine yerleştirdim. Gerçek ama ayrı ayrı başa gelmişliklerden öykünerek hayali kurguyla tek akslı bir hikâyeye indirgediğim bu roman, o trajik yakın geçmişimizin bir özeti gibidir” (Kuyu, 10) biçimindeki değerlendirmesiyle yola çıkış ve amacını ortaya koymaktadır. Kıbrıs’ın 20. Yüzyıldan itibaren yaşadığı siyasal çalkantılar, çatışma/çarpışma, bölünme-göç ve özellikle yitiklerle ilgili acı dolu olaylar, salt yaşayanların yüreklerini kavurmakla kalmamış; sanatsal yaratıların da özü ve figürlerini oluşturmuştur. Kıbrıs Türk romanı bütünselliğinde bu izleklerin çokça işlenmesine karşılık çok sınırlı birkaç örneğin dışında Kuyu, farklı bir bakış açısına ve kurgusuna sahip görünmektedir. Eserde, varoluş felsefesi alabildiğine acımasız, sert yansımalarla örneklendirilerek varlık/yokluk sorunları günlük yaşamın zaman zaman sıradanlığında ama temelde kanırtıcı acı ve yitiklerle ele alındığı bir kurguyla aktarılmaktadır. Romanın belki de özünü ve savını yansıtan girişteki lirik anlatı, okura bir pusula işlevi gibidir:
Her kişi kendi içini arar
Ana rahmine varana kadar
Kazar – kuyu kazar gibi
Çünkü hakikat insanın içinde
Ve hiçindedir (Kuyu 13).
Anlatı geleneğinin başat arketiplerinden olan “kahramanın dönüşü”, romanın leitmotifi işlevindedir. İç hesaplaşmaların, görülmesi gereken mazideki yanlışların ya da haksız ithamlarla damgalanmış bireyliklerin arındırılması fonksiyonlarını içinde yaşatan “kahraman”ın eylemler dizisi, tek süremlilik halinde ortaya konur. Özbenliğe duyulan nefret, kurgunun dayanağı olan suçlamadaki asıl sorumlularının ortaya çıkarılarak “intikam”ın esrükleştireceği tatmin ya da huzurdur hedef… Bir “kurşun asker” e (s.15) dönüşmüş olan kahramanımız Ahmet, kendisini nereye götüreceğini pek kestiremediği ama içindeki volkanların dinginleşeceği bir güzergâha girerken Akdeniz’in bu yaşlı adasında geçmişin küllerini karmaya başlar. Kırk yıl öncesine ait çocukluk yıllarının nostaljik salınımları içinden kopan savaş ve bölünmenin katı gerçekleri arasındaki gel-gitler, Akdenizde görülenlerin çok ötesinde değişimler koyar ortaya. Adanın buruklaştırıcı görüntüleri arasında geçmişini arayan kahraman, Freud’un “nereye gitsem benden önce oraya bir şairin gitmiş olduğunu görüyorum” sözünü hatırlatırcasına duygunun özgürlüğünden kaynaklanan yansımalarını etkileyici betimlemelerle aktarır. Artık yabancılaştığı bir toplumda özünün peşine düşen roman kahramanı Ahmet, gerçeği arayışında ya yeniden var oluş ya da hiç’liğe düşüşü yaşayacağını görmeye başlar. Toplumun büründüğü yeni ve eskiden tümüyle kopuk kimlik ve kişilikler, dönüşün girdabında kıvrandırıcı hüzünler doğurur. Yazarın iç sesi; “Düşmanı olmayanın değer bulmadığı bir toplu bulunma ortamında sevgi sözcüğünün ne tür bir hasssasiyet üzerinden karşılık bulduğunu düşünmek akla zarar verecek derecede şeytani sonuçlara götürür insanı. Yakın tarihimiz işte bu tür bir akıbetin resminden başka bir şeydir” (s.35) derken eyleminin sebep-sonuç ikileminde yaşadığı çıkmazları imler. İnatçı, görsel ya da sembolik estetik iletişim alanındaki yetkinliğini, lirik yaratıdaki becerisiyle buluşturduğunda anlatının metaforik unsurları da kendiliğinden ortaya çıkmakta. Ana ocağında ateş kırmızısına boyanmak istenen eski evin duvarı, adının kazıldığı ve olayların düğümlendiği çakmak, yapıta adını veren kuyuya vurulan ilk kazma, güçsüz-mecalsiz ağabeyin inanaılmaz bir dirilişle kuyu kazma eylemi, kuyuya girme finali, ilk planda okurun dikkatini çeken ilginç anlatı yerlemleri… Kuyunun dünya edebiyatında mitik ve epik anlatılarda ve lirik ürünlerde çokça yer almış anlam varsıllıklarını yazar, kadın cinselliğinden, ana, yaşam, sonsuzluk, hiçlik, varlık.. göndermelerine kadar uzanan geniş bir yelpazede kullanıyor. Dünya mitolojilerinde ve edebiyatlarında Babil’in ünlü kuyusuyla başlayan kullanımlar, Hz. Yusuf’un; Firdevsi’nin Şehnâme’sinde Bijen’in kuyuya atılmaları gibi hemen akla ilk gelen örneklerle sürer, gider. Türk Divan şiirinin çâh-ı babil, çâh-ı Yusuf, çâh- zenah tamlamalarıyla pek çok örneğinde gördüğümüz kuyu ile ilgili inanış ve ritüeller de zengin folklorik içeriğe sahiptir. İnatçı’nın romanındaki kuyu ise, baştan sona esere dinamizmi ve sürekliliği kazandıran bir işleve sahip. Mistik terminolojide hiç olmanın farkındalığı önemli bir mertebe olarak algılanır. Menzili yokluk olanın öz benliği ayakta durmak değil, hiçlik bilincidir. İlk vurulan kazmanın sert toprakta gerçeğe direnen çabaların kırılganlığını sembolize etmesi amacıyla saplanıp kalması ama kazıldıkça gerçeklerin de gün yüzüne vurması gibi motifler, metaforik aktarımın ustaca kotarılması olarak görülüyor. İç’e daldıkça, iç’in girift yapısı içindeki bilinmezlikler çözüldükçe hiç’liğe giden gizemli sanılan ama gerçeği taşıyan dehlizler ortaya çıkmaktadır. Kahraman, ”Ya içimdeki öfkeyi gömerim buraya ya da babamın katilini” (s. 89) derken kuyunun hiç’e varış ya da yeniden var oluşu sağlayacağını haykırır. Roman boyunca, varoluşsal boşluğun kuyuya yansıtılarak kazma eylemiyle iç’ten hiç’e ya da tersinmeyle yeniden varoluşa ulaşmanın imgesel olaylar dizisiyle bütünleştirildiğini izleriz. İnatçı, geçmişe ilişkin somut olaylar dizisine de yer veriyor anlatısında. Ancak bu görüntüler keskin çizgilerle kotarılmış bir kompozisyondan ziyade L. Wittgenstein’ın “Söylenebilir olan ne varsa, açık söylenebilir; ve üzerine konuşulamayan konusunda susmalı. Yine de dile getirilemeyen vardır. Bu GÖSTERİR kendini, gizemli olandır o” görüşünü benimser tarzda, somut olarak gösterdiği olguların gölgelerinde ya da özlerinde saklanmış olan gerçeklerin sezinlenmesini istiyor. Yazarın dileği, bireyin içindeki kuyuların kazılması, “giz”e yüklenmiş olanların gün ışığına çıkarılmasıdır:
Kuyu benim içimde
ben kuyunun içindeydim.
Kuyu soyut bir iç simgesi değildi
benim için.
‘İç’in ve hiçliğin benzeştiği yerde,
ana karnındaki fetüs gibi
Şekillenmeye başladığını hissediyordum.
Bu şekillenme ve bedene gelme
kendime başkalaşmanın ta kendisiydi;
ya da tam tersi,
özümü keşfetmemin… (Kuyu, s. 36)
Rüzgârlı gecelerde ağaçların konuştuğunu, görünmeyen dünyayı bize anlatmak istediğini düşünen yazar, çocukluğa ilişkin rüzgârın dilini çözme metaforuyla zaman duraklarındaki geçişleri betimlerken iç huzursuzluğunun yarattığı buhranları lirikleştirir: “Derin uykuyu bilmedim hiç/ derin kuyuları bildiğim kadar/ uyanıklığım kavgalarım kadar iç. Bilmek ne kadar ilmek atmak iseydi bilinmeyene/ilenmek de o kadar yenilmekti kötülüğe” (s. 92).
Olay akışındaki sürprizli oluşumların sürekliliğinde “kuyu, kişileşmiş bir varlıktır” (s.130) artık.. Kazdığı kuyunun dibinde karşılaştığı hakikat, (kahramanı) yeniden dünyaya getirecek kadar dölleyicidir” (s.131). Karşılaşılan ikilem, iç’e yığılmış öfkenin kuyu’ya gömülmesiyle çözülecektir. Ulaşılan bu noktada durulma/arınma sözkonusudur; “dupduru bir zihinle kuyunun başında yılanın gömleğinden sıyrılması gibi soyunan Ahmet, doğmuş olmanın pişmanlığını, bir hiç’ten yeniden doğmanın arzusuyla sarmallaştırır. Bir ölüm ve günahın bedeli olan doğum gerçeği, kuyunun dibinde sonsuzluğa ulaşır.
Felsefik ağır söylemlere başvurmadan, simge ve imge aracılığıyla anlam zenginlikleri yaratabilme sürecinde, Kıbrıs Türk romanında çok az örneğini gördüğümüz bu biçem, yazarın umulan gelecek romanlarında daha üst düzeylerde olgunlaşmış ürünler ortaya koyabileceğinin umutlarını yansıtmaktadır.