1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. UMUT İNSANIMIZDA…
UMUT İNSANIMIZDA…

UMUT İNSANIMIZDA…

Merhaba, yeni yıl… Merhabaaa… Delik deşik yolları, elektriksizliği, susuzluğu, yolsuzluğu, ‘sorma gir hanı’na dönmüşlüğü, hırsızların, esrar kaçakçılarının, fuhuş ve kumarın cirit, politikacıların nutuk attığı, vatandaşın arpacı k

A+A-

 

Merhaba, yeni yıl… Merhabaaa…

Delik deşik yolları, elektriksizliği, susuzluğu, yolsuzluğu, ‘sorma gir hanı’na dönmüşlüğü, hırsızların, esrar kaçakçılarının, fuhuş ve kumarın cirit, politikacıların nutuk attığı, vatandaşın arpacı kumrusuna döndüğü… Noel Baba’nın kapımıza bir sepet zam bıraktığı, trafiğin daha da canavarlaştığı, sevgi-saygı-hoşgörü ve diğer, güzel Kıbrıslı hasletlerimizin bizi çoktan terk ettiği… Her yeni günün bir önceki günü mumla arattığı ülkemize hoş geldin!..

Biliyor musun yeni yıl… Sen yeni olduğun için bilmezsin ama gerçekten ‘sevgi ve hoşgörü’ en temel özelliğimizdi biz Kıbrıslıların. Bakma son yıllarda bu özelliğimizden uzaklaştığımıza. Yöneticilerimiz itti bizi bu yola. Önce, ‘Para – çıkar, ben –benden olan’ felsefesi bayraklaştı ve köşeleri tutanların yaptıklarına baka baka, toplumumuz da tümden, ‘köşeyi dönme’ histerisine kapıldı…

Geldiğimiz buzul noktasında bile, ne yazık ki, başta yöneticilerimiz, hala, hiçbirimizin ayakları suya ermedi!

Sana bir şey söyleyeyim mi, 2012…

Kendi ülkemizde yabancı gibiyiz artık… Gün geçtikçe azalıyor, tükeniyoruz biz Kıbrıslılar…

Sen de fark edeceksin ya! Şöyle bir dolaş sokaklarımızda, anlarsın her şeyi!

Ama, biliyor musun yeni yıl… O kadar olumsuzluğa karşın umudu canlı tutmak… Bu güzel toprak ve belli değerler uğruna savaş gücümüzü hiç yitirmemek… Barış umudunu soldurmamak gerek…

UMUT İNSANDA… İNSANIMIZ DA…

Benim hala daha inandığım, umudun insanda, insanımızda olduğu…

Evet, toplum olarak nice güçlüklerden, yenilgilerden ve ölümlerden geçmiş, acılarla pişmişiz; ama acılarda pişenler bir anlamda da çeliğe çifte su verilmiş gibi güçleniyorlar, öyle değil mi…

Nerede, kiminle, nasıl olduğumuzun pek de önemi yok aslında… Hatta, kendimizi kurtarmış olmamız da! Kötülüklerle kuşatılmış olsak da… yine de ‘umudu’ yaratarak yaşamak ve bunu çoğaltmak gerek..

Ve umut, bütünüyle insandadır… Her zaman ve her şartta… Şeyh Galip’in dediği gibi: “Hoşça bak zatına kim, zübde-i âlemsin sené” (Zübde= ‘öz’ demek)

***

Yarın yepyeni bir yılın ilk günü…

Kimseye akıl verme – akıl satma gibi bir niyetim yok. Sadece, biraz sesli düşünmeye çalıştım… Elimize 365 yapraklı bir çek defteri veriliyor. Her sayfası bomboş… Sayfaları biz işleyeceğiz… Çoğumuz, sıradan, özensiz, el yordamıyla. Geçmişten gelen alışkanlıklarımızla…

“Başkaları ne der… Bakalım “X” Bey, başkan,  ne düşünür… Bana mı kaldı vatanı kurtarmak… Arap eli öpmekle..” vb, “aman topluma – çıkarlarıma aykırı düşmeyeyim” havası…

Ne olur, Tanrı aşkına, artık ertelemeyelim kendi kendimizin kapısını çalmayı, yaşamla yüzleşmeyi… Yaşamın iplerini elimize almayı…

Bunun için de en uygun zaman şimdidir.

Bakın daha henüz bir yaprağı daha koparılmamış kocaman 365 yapraklı bir çek defteri var elimizde!

DAHA NE KADAR ERTELEYECEĞİZ…

Evet, daha ne kadar erteleyeceğiz KENDİMİZ OLMAYI… Kuşkusuz, Robenson değiliz… Bu toplumun içindeyiz ve her gün karşılaştığımız ve canevimizde acılar bırakan olaylar artık o kadar uzun zamanlı değil, her gün artarak sürüyor… başta çocuklarımızın geleceği olmak üzere  hepimizin fiziksel ve ruhsal sağlığını derinden etkiliyor… Eğer, barıştan, adaletten, güvenceden yana bir toplum istiyorsak, bunu, başkasının değil, ancak BİZİM yaratabileceğimizi bilmeliyiz.

Böyle bir toplum bize ne gökten ne TC ve ne de Güney’den geliyor. Bunda hepimizin payı, görevi ve sorumluluğu var!

İşsizlik, açlık, haksızlık, pahalılık, kapalı esaret vb . yaşanıyorsa… kader olduğu için değil, bazı kişisel ve toplumsal çıkar için yaşanıyor. Bunları görüp yaşayıp da sadece vıdı vıdı yakınmak yetmiyor… Sadece STÖ değil, tüm toplumun örgütlenerek, bilinçlenerek, oynanan oyunları sergileyerek… Bunların bilincinde olanların bunları halka anlatarak, karşı çıkmak gerekiyor…

***

 Evet ve kesinlikle biliyorum ki bayram – yılbaşı vb. günlerde karamsar yazılar yazmamak gerek… Ama, bıçak iliği de kesmeye başlamışsa… ve, sadece dıştan değil, içten de insanımız soluk alamayacak duruma gelmişse, ‘Ortaklaşa yaşanan anlamlı günleri’, salt bir yapay neşeyle geçiştirmek de olmuyor, yapamıyor insan… Çünkü

Önemli günler, önemli sorunların da anımsandığı günler olmalı…

***

İçimi acıtan, utançtan yüzümü kızartan, boğazımda alev alev yanan bir yumrunun tıkanmasına neden olan örnekler saymakla bitecek gibi değil… Hep aynı soru dönüp duruyor kafamda:

“Biz bunlara layık mıyız?”

Bu sorunun bana göre yanıtı: Avrupa Ülkeleri o kadar ağır yenilgi ve kayıplardan sonra bir insan ömrü bile sayılamayacak denli kısa sürede, insan onuruna layık şekilde yaşanacak bir dönüşümü nasıl başardı? Bu sorunun, tek bir yanıtı var:

-        CESARET…

Bundan kastım, sadece savaş meydanlarında gösterilen kahramanlık değildir…

Maalesef biz korkak unutkanlığımızın, çıkarlarımızın, rehavetimizin cenderesinde kendimizi aldattık durduk… Bunu fırsat bilenler de, düşüncelerimiz, vicdanımız ve benliğimizi tutsak ettiler. Üst düzeydekilerimizi satın aldılar…

Sonuç  mu… İşte ortada

 

***

Yine de ben, yeni yılın ilk anlarında, elimdeki kadehi, dünyanın neresinde olursa olsun, insanlığın aydınlığı için uğraş veren tanıdığım ve tanımadığım dostlar onuruna kaldıracağım… Sevgili ve yürekli arkadaşlarımı anacak, onlara sessiz bir selam göndereceğim… duygular sesle iletilmese de hissedildiğini biliyorum çünkü…

Ve, şafağın her günkü gibi sökeceğini ve sabah olacağını bildiğimiz gibi…

 

 


RÜZGARA YAZILANLAR

(337)

Düşünüyorum da, Yirminci Yüzyıl, adalet isteyenlerin, kapitalizme isyan ettikleri bir “savaş yüzyılı” oldu. Eşitlik, özgürlük ve dayanışma isteyenlerle… açgözlülük, rekabet ve bencillikten yana olanlar savaşta karşı karşıya geldiler… Başka bir dünyanın mümkün olabileceğini düşünenlerle… mevcut durumun sürmesini isteyenler kavgaya giriştiler… (Biraz da bizdeki duruma benziyor.)

Ülkemizde ilericilerin kalemi, kağıdı tekrar ellerine alıp, ekonomik adalet ile ekonomik demokrasinin nasıl işlediğinin hem teori hem de pratik bakımından işlemeleri ve gerçekleştirmeleri gerekiyor.

(338)

Gençlerle konuşuyoruz… “Siyaset mi roman mı?” diye. Kendilerinin çok merak ettiği, hatta aralarında tartıştıkları ama  onlara da söylediğim gibi konuyu tam anlamıyla içselleştirmedikleri bir noktadaydılar… Tam da üstüne basmışım… O yüzden bana sormuşlar… (Gel de kaytarma ama öylesine bir ciddiyetle dikmişler ki gözlerini üstüme…)

… Aslında, ikisinin de konusu insan, hayat, dünya, zaman falan… Roman da, siyaset de, hayata, insana, zamana ve yaşanana bakar; ama, araçları, yöntemleri, söylemleri, amaçları ve nihayet, ‘sonuçları’ farklıdır…

-          En kestirmeden, aklımızda kalacak şekilde söylemeniz gerekirse…

… En kestirmeden söylenecek olursa; siyaset, her şeyden önce ‘genelleyicidir’, bütüne bakar. Roman tekilleştirir, bireye, özele bakar. Siyaset, topluma – hayata yönelik programlar üretiyor, yanıt ve çözüm önerir…

Romansa, çözüm değil, çözümleme peşindedir… O nedenle de soru sorar…

Siyaset, iktidar indir. Edebiyat ve roman, bütün iktidarları sorgular, reddeder… Roman-Siyaset ilişkisini, öldü – yaşıyor çekişmesinden çıkarıp, sürekli tartışırsak, belli ki – pek çok konuda da olması gerektiği gibi – anlamlı bir yere ulaşabiliriz…

 

(339)

Başka konuları da konuştuk gençlerle.

Onlar, yaşamın zorunlu görülen sınavlarından birine – üniversite sınavına – hazırlanmanın sıkıntısından bahsettiler uzun uzun…

Ne yazık ki, bu gençlere – taa çocukluklarından başlayarak – gece – gündüz demeden çalışıp, birbirlerini geçmek dışında bir hedeflerinin olmasına izin verilmiyor…

Okul, dershane, sınav, puan… Ama, tüm bunlar olurken, bir şeyi unutuyor büyükler: “Aşkı… sevmeyi…” yani, yaşamalarını…

 

(340)

Geçen gün izlediğim bir programda, Chomsky bir eserinde, demokratik toplumlarda “propagandanın”  totaliter toplumlardaki şiddet kullanımının yerini aldığını belirterek, bu isteğin “yazılı ve görsel medya tarafından” yerine getirildiğini, ‘Sıradan insanları istenen düzende tutabilmek, tarihi, hakim sınıfların çıkarları doğrultusunda oluşturabilmek için’ medyanın bir propaganda aracı olarak kullanıldığını söylüyor.

Kendini, “hür basın” olarak tanıtan büyük medya kuruluşları, güçlerini, sürekli kılmak adına… gözlerini kırpmadan… gerçekleri çarpıtabiliyor ya da, tümüyle gözardı edebiliyor. Varlıkları, iktidarın ve sermayenin desteğine bağlıdır çünkü…

Chomsky, insanları, spora ve eğlenceye yönlendirerek, “düşünme zamanlarını azaltmak”la suçluyordu medyayı…

 

(341)

“Gençlerden, ‘aşkı-sevmeyi’ esirgiyoruz” demiştim ya yukarıda…Onun son bölümünü de yazarak bitireyim yazımı…

Onlara da  söylemiştim bu gerçeği…

Hemen soruyu dayadılar: Peki, hocam, size göre aşk ne… Nasıl bir şey?..

Onlara da söyledim, çok zor bir soru bu ve insanın kendi başına yanıtlaması yerine, örneklemeyi tercih ettiğimi söyleyerek, ör. aşkı pervaneden soruyorlar genelde ama, pervane hiç konuşmaz; hele, aşık olmuşsa hiç konuşmaz.

Bu konularda ezberim pek de iyi değil ama, adını hatırlayamadığım bir şairin dizeleri geldi aklıma: “Aşkı pervaneden sor… Yanıyor da tınmıyor köpoğlusu…”

Sonra, Aziz Nesin aldı sırayı 77 yaşındayken, kendiyle yapılan bir röportajda – sanırım ‘Kim Dergisi’ndeydi - şunları söylenişti, aklımda kaldığınca.

“Aşk, nasıl bir şey mi? İki cins, ilişkiye girince, hangisi yenik düşerse, o, aşık olur. Yenemediği için… Ayrılsan da, o yenilginin verdiği aşk devam eder… Yenilmek yoksa, o, aşk değildir!”

***

Pek benzemese de her ilk bahar kedisinden – kuşuna – böceğine kadar, iki cinsin (insanı bilerek atladım; çünkü onlar yılın her gününde hazırdırlar buna) birbiriyle nasıl ilişkiye geçtiklerinin, istemeden de olsa, tanığı oluyoruz her zamanki gibi…

Ve, yine her zamanki kuralın işleyişi boşa saymadı: Bir taraf yendi, öteki taraf yenildi… Yenilenlerde aşk büyüdü… büyüdü… kocaman oldu… Ama, böylesi bir aşkın da, matematiksel tek bir ifadesi vardır:

“Sıfıra sıfır… Elde var sıfır…”

***

Sahi, size göre aşk nasıl bir şey…

***

Felsefe kitapları, aşkın lafsal çözümlemeleriyle dolup taşar. Antikçağ Yunan düşünürleri, aşk olgusunu: Sevgi, nefret ya da, ‘çekme-itme’ kavramlarıyla açıklarlar… Onlara göre, sevgi birleştirici, nefret ayırıcı ilkelerdir. Ama,

Bu iki ilkenin, insanlığa, tek başına egemen olduğu çağlar, geride kalmıştır. Bugün artık, aşk da, nefret de, iki ilke de, “halftayım”lar yaparak, insanlara, kalplere ve kurumlara egemen olur.

·        Cenap Şahabettin’in aşk tanımı, bahar eylemlerine uygun düşmekte:

“Aşk, kalbimizin saygısız misafiridir. Bize sormadan gelir. Bize sormadan gider…”

·        Ahmet Hamdi Tanpınar ise daha da gerçekçi:

“Aşkın kötü tarafı, insanlara verdiği zevki, eninde sonunda ödetmesidir…”

·        Yine de son sözü söylemeden edemeyeceğim:

“Sevgili gençler, dünya değerlerinin paylaşımında, “aşkı – sevgiyi” başa koyun… Hayatınız, ancak, öyle anlam kazanır… Onu sevdikçe, kendinizi tanıyın… Gökyüzünü boyayın her sabah o uykudayken. Uyanıp baksın ki… Mavi…

Güneşin görüp göreceği en yaman aşk sizinki olsun…

Hayata meydan okumak istiyorsanız aşık olun…

Belki abartılı belki geçici… ama, olsun!

Ne halt edeceğinizi bilemeyin…

Buluta dönüştürün, rüzgara teslim edin kendinizi…

***

Bakın, John Lennon da benimle aynı fikirde:

“All you need is love

Love is all you need…”

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 2043 defa okunmuştur