1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Umutsuz Olmaya Hakkımız Var mı?
Umutsuz Olmaya Hakkımız Var mı?

Umutsuz Olmaya Hakkımız Var mı?

Sevgili Cenk, bir süredir ısrar ediyor: “Hadi artık! Yeterince dinlendin, başla” diyor. Bense, içinde debelenip durduğumuz bu fasit daireden bir çıkış yolu bulmadan, en azından bir yerlerde bir çıkış yolu bulunduğunu hissetmeden, sırf yaz

A+A-

 

 

Sevgili Cenk, bir süredir ısrar ediyor: “Hadi artık! Yeterince dinlendin, başla” diyor. Bense, içinde debelenip durduğumuz bu fasit daireden bir çıkış yolu bulmadan, en azından bir yerlerde bir çıkış yolu bulunduğunu hissetmeden, sırf yazmak için yazmayı istemiyorum, manalı bulmuyorum.

Ama Kıbrıs Türk halkı açısından iyi bir tarafı olduğunu iddia etmekte büyük güçlük çektiğim 2011’in sonlarına yaklaştığımız şu günlerde, bu koca yılı ayırdığım uzun erimli çalışma da tamamlanmaya yüz tutunca, bunca kötülük karşısında daha fazla suskun kalmanın bir mazereti kalmadı galiba!

Yapılması gereken birçok işe, hatta diyetlere bile Pazartesi günleri başlandığına ve her yeni haftaya muhtemelen hak etmeyeceği bir anlam yüklenebildiğine göre, koskoca yeni bir yıla da yeni bir umut gözüyle bakmayı yadırgamamalı kimse.

Yine de, itiraf etmeliyim ki, Adorno’nun uyarısı ciddi bir biçimde zorluyor beni. Bunca kötülükten sonra, güzelliğin, estetiğin alanında at koşturmaya kalkışmak, sanatla, edebiyatla uğraşmak, bunlar aracılığıyla düşünmekten medet ummak mümkün mü? “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” buyurduysa Usta, kötülükten yakasını bir türlü sıyıramamış bu adada “faydasız” işlerle uğraşmak manasına gelmeyecek mi inatla romandan, şiirden, sinemadan dem vurmaya kalkışmak?

Badiou’nun “Yüzyıl”ının Türkçede yayınlandığından[1] haberdar olunca[2], yeniden düşünme fırsatım oldu bu soruların üzerinde. 20. yüzyıla dair kalem oynatırken, başka filozofları ya da bilim adamlarını değil, şairleri çağırmış Badiou imdada. Bu yüzyılın en büyük kötülüklerinden birinden, Adorno’nun şiirin sonunu işaretlediğini iddia ettiği Auschwitz’den sonra, büyük Usta’ya ağız dolusu bir “hadi canım sende” çekerek yüzyılın en güzel mısralarını düşüren Celan’a önemli bir yer ayırmış kitabında.

Hayatının on sekiz ayını toplama kamplarında geçirdikten sonra, meşhur “Ölüm Fügü”nde[3] ölümün ustası olduklarını imlediği Almanların dilindeki en güzel şiirleri yazan Şair, büyük kötülüklerin ardından güzellik üretilemeyeceğini iddia edenlere, tam da tersine, güzelliğin kötülüğe karşı direnmenin en uygun aracı olduğunu söyleyen, kelimeyi sıfat olarak kullandığımız zaman sözünü ettiğimiz “insan”dır.[4]

O, Berberova’nın, “Mozart’ın Dirilişi”nde[5],Paris düşerken ve Alman orduları karşısında direnemeyeceğini anlayan Fransızlar dönüşü olmayan bir biçimde geri çekilirken, ölülerden yalnızca Mozart’ı diriltmeyi arzulayan Maria’nın, hatta belki ölümün ustasının diliyle yazdığı şiirlerle, Vercors’un “Susan Deniz”indeki[6], incelikle ve aşkla ev sahiplerine rahatsızlık veren bedenini âdeta yok kılmaya çalışan subayın cisimleşmiş hâlidir. Bir de, her şeye rağmen, kötülükleri güzellikten devşirilmiş bir umutla aşabileceğine inanan o sıfatın, “insan”ın!

Bunun için değil midir ki bu büyük insan, Feinmann’ın, “karşısında daha fazlasını yapamadınız mı Profesör Heidegger? Paul Celan, bir Auschwitz kurbanı, olağanüstü zekaya sahip büyük bir şair. Neden onu kucaklamadınız? Ona şöyle söyleyebilirdiniz. Bakın, çok basit bir şey. Ona diyebilirdiniz ki: ‘Sevgili Celan, size Auschwitz’de yapılan, her ne olursa olsun muhtemelen korkunç olan şeyler yüzünden, işte bu yüzden, size yapılanlar yüzünden sizden özür diliyorum’” diye seslendiği[7] büyük Alman filozofunu, ölüm ustası Nazi işbirlikçisi Heidegger’i inzivaya çekildiği köşesinde ziyaret etmekten çekinmedi!?

Ve bunun için değil midir ki, her şeye karşın saygı duymayı başardığı ölüm ustaları kendisine bir özrü bile çok görürken, o, Corona’da,

 

Penceredeyiz sarmaş dolaş, kendimizi seyrediyoruz sokaktan:

Vakt irişti, herkesler bilsin bunu!

Artık çiçek açma zamanıdır taşın, yüreğin tedirginlik zamanı.

Zamanıdır, zamanı gelmenin.

Artık zamanıdır”

 

mısralarıyla[8] umudu anlamazdan gelemesinler diye kendi dillerinde düşürdü onların başlarına!?

Evet, vakt irişti. Biliyorum kimseciklerin umrunda değil ama yine de söylüyorum: Herkesler bilsin bunu. Kötülükler deryasında boğulmaya yüz tutmuşken, Auschwitz’in kötülüklerine güzelliklerle direnen Celan’dan zor değildir işimiz. İlk bakışta ölüm ustalarının diliyle aynı olduğu sanılabilecek olan ama onu dönüştüren, onu yeni bir dünya yaratmaya yetecek kadar başkalaştıran bir dille[9] direnmeliyiz umutsuzluğa.

Romana, şiire, sinemaya, bütün güzelliklere ve okura,

inadına merhaba...  

 


--------------------------------------------------------------------------------

[1] Alain Badiou, Yüzyıl, çev. Işık Ergüden, İstanbul, Sel Yayıncılık, 2011.

[2] Badiou’nun kitabının Türkçede yayınlandığını müjdeleyen yazı için bkz. Ali Topuz, “Şairin Yüzyılı, filozofun yüzyılı, bizim yüzyılımız”, Radikal Kitap, Yıl: 10, Sayı: 562, 23.12.2011, s. 12.

[3] Paul Celan, Bademlerden Say Beni, çev. Gertrude Durusoy/Ahmet Necdet, İstanbul, Adam Yayınları, 1983, s. 20-21.

[4] William Burroughs’un dediği gibi, “insan, cins isim değil, sıfattır”. Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu, çev. Fatih Özgüven, İstanbul, Roll Yayınları, 2006, s. 5.

[5] Berberova’nın kısacık romanında, 1940 yılında Fransız ordusu Almanlar karşısında geri dönüşü olmayan bir biçimde çekilmeye başlamışken, dört kadın ve beş erkekten oluşan bir topluluk, Paris’in elli kilometre kadar dışında bir bahçede, ağaçlar altında oturmuş, öyle bir olanakları olsaydı ölülerden hangilerini diriltmek isteyeceklerini tartışırlar. “Ben yalnızca Mozart’ı diriltirdim, evet, evet, yalnız Mozart’ı ... başka kimseye ihtiyacım yok, hem zaten gereksiz olurdu” diye düşünür Maria. Kendi kendine sorduğu soru önemlidir: “Bütün bu dehşet, cinayet ve yalan yerine, kara bulutlara rağmen güzelliği ve sonsuz saflığı birleştiren bir şeyi arzu edemez miyiz? Tamamen sağır olmadan önce, bir yıldızın başka bir yıldızla konuştuğunu duyamaz mıyız?”

Nina Berberova, Mozart’ın Dirilişi, çev. Levent Yılmaz, İstanbul, İletişim Yayınları, 1994, s. 12, 23. 

[6] Vercors’un, “Susan Deniz” adlı öyküsünde, 2. Dünya Savaşı sırasında Alman orduları tarafından işgal edilmiş Fransa’da, genç ve güzel yeğeniyle birlikte yaşayan yaşlı bir Fransız’ın evine davetsiz bir Alman subayı yerleşir. Sanata düşkün genç bir adam olan subay, bir yandan Fransızların sanatına ve bilimine hayran, diğer yandan da genç Fransız kadına aşıktır. Adam, çoğunlukla monolog hâlinde geçen “sohbetlerde”, durmadan sanattan, güzelliklerden dem vurur ve ev sahiplerini rahatsız etmemek için son derece ince davranır. Sürekli olarak özür diler, yapmak zorunda kaldıklarından rahatsızlık duyduğunu belli eder. Muzaffer Alman ordusunun bir subayı değil, ev sahiplerine sonsuz saygı duyan, davetsiz ve uğursuz bir misafir olduğunun bilincinde, bir tür “mağdur”dur âdeta. Vercors, okuyucuya, bir işgal kuvvetinin subayı da olsa, “insan” sıfatını hak etmek için çaresizce didinen insanlar olabileceğini, insandan umudun kesilemeyeceğini anlatmak ister gibidir.       

Vercors, Susan Deniz, çev. Suat Efe, İstanbul, Varlık Yayınları, 1965.

[7] Jose Pablo Feinmann, Heidegger’in Gölgesi, İstanbul, Doğan Kitap, 2009, s. 154.

[8] Celan, Bademlerden Say Beni, s. 19.

[9] Ingeborg Bachmann, Otuzuncu Yaş, çev. Kâmuran Şipal, İstanbul, Kavram Yayınları, 1998, s. 40.

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 3465 defa okunmuştur