Üniversite Mezunu “İşçiler”in Öfkesi
Üniversite Mezunu “İşçiler”in Öfkesi
Tufan Erhürman
[email protected]
Genç nüfusunun yüzde bilmem kaçının üniversite mezunu olduğu bir toplumdur üzerinde düşünmemiz gereken. Bu gençlerin önemli bir çoğunluğu, kendileri yukarıya çıkmayı başaramamış, “benim imkânlarım yoktu ama ben ona her imkânı tanıdım” diyen, bunu her fırsatta hatırlatmaya özen gösteren, genci burjuva sınıfına ya da hiç olmazsa üst orta sınıfa tırmanma baskısı altına sokan orta sınıf ana-babaların çocuklarıdır.
En az onlar kadar kalabalık bir başka grup, “türlü zahmetlerle, saçını süpürge, elini kolunu kazma kürek ederek” oğlunu ya da kızını üniversitede okutan alt sınıf mensubu ana babalara sahiptir. Onların da omuzları, bu ana babaların çocuklarının daha yukarılara tırmandığını görme beklentilerinin ağır yükünü taşımaktadır.
Dahası, önemli bir kısmı paralı üniversitede (bu arada buna ek olarak paralı ana okulu, ilk okul, orta okul ve lisede) okumuş bu gençlerin tümünün “çağa uygun” ve giderilmediği takdirde dayanılmaz bir acı duyulmasına yol açan tüketim alışkanlıkları vardır. Dolayısıyla üzerlerinde hissettikleri baskı yalnızca ana-babalarının beklentileriyle sınırlı değildir. Kendi “ihtiyaçları”nı karşılamaya yetmeyecek bir ekonomik konuma düşme endişesi uykularını kaçırmaktadır.
Oysa günümüzde “diplomalı işsizler ordusu” diye bir kavram vardır ki sol literatüre biraz aşina olan herkese ister istemez sömürünün temel kaynağı olan “rezerv (yedek) işçi ordusu” kavramını hatırlatmaktadır. On ya da yirmi yıl önce üniversiteden mezun olan bir genç, işçi sınıfının alışık olduğu biçimde pazardaki yedek işçi ordusuyla rekabet etmek zorunda değildi elbette. O, üniversiteden mezun genç bir profesyoneldi ve ya özel sektörde orta sınıfın üst tabakalarına yerleşmesini sağlayacak bir konumda ya da kamuda, iş güvencesi ve sendikal güvenceyle çalışacaktı.
Gelin görün ki, bugünün üniversite mezunu, on ya da yirmi yıl öncekini etkilediği iddia edilemeyecek bir süreçle karşı karşıyadır. Türkçeye güvencesizleşme diye çevrilen prekarizasyon sürecidir bu. Bora’nın deyişiyle “entelektüel emeğin harcıalemleşmesi, diplomayı iş güvencesi sağlamaktan uzaklaştırır, diplomalıları geçici, eğreti işlere mecbur bırakır”, onlarda maddi ve manevi statü kaybı, değersizleşme yaratır. (Tanıl Bora, “Gezi ve Orta Sınıf”, Birikim, Sayı: 302, Haziran 2014, s. 29).
Üniversite mezunu genç, ailesinin ve kendisinin hiçbir biçimde öngörmediği bu prekarizasyon süreciyle ve yedek emek ordusuyla rekabet zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Dünya kadar para harcanarak ve bin bir beklentiyle elde edilen diploma ona özel sektörde üst orta sınıf konumunu garanti etmediği gibi, iş güvencesi bile sağlamamaktadır. Özel sektörde, düşük ücretli, günde on saatten az çalışmayacağı bir iş kapabilmek için dahi kendisi gibi işsiz olan yüzlerce gençle rekabet etmesi gerekir. Kamuya girmek içinse hiç de adil olmayan koşullarda yüzlerce kişiyle yarışmak zorundadır. Daha da kötüsü, Göç Yasası adıyla anılan yasanın yürürlüğe girmesinden sonra kamuda istihdam edilen üniversite mezunu gencin talim etmek zorunda kaldığı maaştır. Kamudaki konumu ona iş güvencesi sağlasa da, alacağı maaş, tahayyül ettiği sosyal statüyü sağlamamakta ve tüketim alışkanlıklarının yarattığı ihtiyaçları karşılamaya yetmemektedir.
Görüldüğü gibi burada tümü de öfkeyi tetikleyen birden çok faktör bir araya gelmiştir. Her şeyden önce ailelerin beklentilerinin yarattığı baskı önemlidir. Bunun yanında dişten tırnaktan artırılarak özel okullara ödenen paraların bir karşılığı olmadığı, “kötü bir yatırım” yapıldığı anlaşılmıştır. Üçüncüsü sosyal yaşamın ve tüketim alışkanlıklarının gencin kendisinde yarattığı “ihtiyaçlar”ın karşılanmasının mümkün olmadığının/olmayacağının farkına varılmasıdır. Bütün bunlara bir de, bu kadar ailevi ve kişisel beklentiyle hayata atılan gencin ebeveynlerinin mali desteği olmaksızın günlük yaşamını idame ettirememesi, yani bırakın “saçını süpürge, elini kolunu kazma kürek eden” ebeveynlerin beklentilerini karşılamayı, onlara muhtaç olmaktan dahi kurtulamaması durumu eklenince, o yaştaki gencin içinde durmaksızın öfke biriktirmesini anlamak elbette hiç de zor değildir.
Nereye Boşalacak bu Öfke?
Bürkev, Türkiye’de Gezi Direnişi’nin sınıfsal arka planını analiz etmeye çalışırken, isyanın başını çekenin kaybeden ve proleterleşen orta sınıflar olduğu iddiasını dile getirmektedir. Bunların içinde üniversite mezunu gençler önemli bir yer tutmaktadır. Ona göre, “bu kesimler, ebeveynleri tarafından daha iyi bir refah seviyesinde yaşayacakları umudu içinde, egemen tüketim kalıplarına uygun olarak yetiştirilmiş, iyi eğitimli gençlerdir. Ancak bunlar hâlâ genellikle ebeveynlerinin maddi desteği ile günlük yaşamlarını idame ettirebilmekte, henüz işçi olduklarını kabullenmemekte, bu gidişten hızla kurtulabilmek için en kestirme tepkilere yönelebilmektedirler. Bunlar büyük ölçüde proleter bilinç kalıplarıyla düşünmemekte ve davranmamaktadır. Esas olarak en hızlı, en kestirme günlük tepkilerle yetinmektedirler” (Yalçın Bürkev, “Haziran İsyanı”, Gezi Direnişi Üzerine Düşünceler, Özay Göztepe (ed.), Ankara, Nota Bene Yayınları, 2103, s. 30-31).
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılabileceği gibi, ben de Kıbrıs’ın kuzeyindeki üniversite mezunlarının önemli bir çoğunluğunun hızla proleterleşmelerine karşın, beklentileri, tüketim alışkanlıkları, yaşam biçimi ve statü bilinci itibarıyla orta sınıf özellikleri göstermeye devam ettikleri kanaatindeyim. Pek çoğu aynen sanayide, inşaatlarda, tarımda çalışan işçiler gibi yedek işçi ordusunun rekabetine tabi olduklarından, sömürüye tamamen açık durumdadırlar. Gayri adil yarışma koşullarına rağmen (veya tam da bu koşullardan dolayı) kamuya kapağı atmayı başaranlar ise, kendilerini ekonomik durum açısından diğer işçilerden ayırmalarını mümkün kılmayan bir maaşa talim etmek zorundadırlar. Bunların bir kısmı iş güvencesine sahip ve kamuda örgütlü nispeten güçlü sendikaların koruması altında olduklarından kısmen orta sınıfa tutunmuş sayılabilirler. Ancak kamuda geçici veya sözleşmeli personel statüsünde çalışanlar için bunu dahi söylemek son derece güçtür.
Bütün bunlar böyledir ama Bürkev’in vurguladığı gibi hızla proleterleşmek başka bir şey, proletaryanın sınıf bilincine sahip olmak başka bir şeydir! Kaldı ki bu yeni proleterleşen kesimlerin dışında kalıp eskiden beri proleter olanların dahi proleter sınıf bilincini geliştirmeyip kültürel olarak orta sınıfa tutunmaya çalıştığı bir yerde, yeni proleterleşen bu grupların proleter sınıf bilincine sahip olmasını beklemek ham hayaldir.
Bu durumda, beklentiler, tüketim alışkanlıkları, yaşam biçimi ve statü bilinciyle bağdaşmayan bu sınıfsal konum elbette bu gençlerde ciddi bir öfke yaratacaktır. Olduklarıyla olmak istedikleri, olacaklarını umdukları ve olduklarını sandıkları arasındaki ciddi gerilim öfkenin temel sebebidir. Ancak sınıf bilincinin gelişmemiş olduğu yerde, bu öfke, örgütlü, planlı, programlı, hedefli işçi hareketleriyle değil, kestirme ve saman alevi gibi parlayıp sönen tepkilerle boşalmaya çalışacaktır. Dahası, tepkinin her durumda nesnesini bulup da öfkenin kaynağına yöneleceğini düşünmemek gerekir. Bazı durumlarda öfke, sırf boşalacağı bir mecra buldu diye, sebebinden bağımsız olarak, hatta sebebini besleyen yerlere de boşalabilecektir.
Bu arada öfkenin boşalma biçimleri üzerinde düşünürken, bu gençlerin tamamının bilgisayar, internet, cep telefonu gibi teknolojiler konusunda son derece mahir olduklarını akılda tutmak gerekir. Bu teknolojilerin kullanımı konusundaki becerilerin dünyada son dönemde ortaya çıkan birçok toplumsal hareketlenmedeki etkisi ve katkısı bilinmektedir. Türkiye’de Gezi Direnişi’nde, Tahrir’de ve “Arap Baharı” adı altında anılan diğer eylemlerde bunlar son derece etkili biçimde kullanılmıştır. Buralarda da gün gele benzer şekilde kullanılmaları şaşırtıcı olmayacaktır.
Ama biriken öfkenin yalnızca bu tip büyük eylemlerle boşaldığını düşünmemek gerekir. Kuzey Kıbrıs özelinde düşünürsek, internetin ve sosyal medyanın bu öfkenin taksit taksit boşaltıldığı bir mecra olarak kullanıldığı bilinmektedir. Bu sahadaki zaman zaman “linç”e dönüşen öfke boşalmaları yukarıda anlatılmaya çalışılanlar çerçevesinde hiç de anlaşılmaz değildir.
Bu noktada elbette önemli olan biriken öfkenin doğru yöne kanalize edilmesini sağlayacak yöntemler geliştirmektir. Bu konuda solda duranlara ciddi görevler düşmektedir. Hiç kimse suyun akıp yolunu bulacağını, bu öfkenin kendiliğinden doğru mecraya akacağını düşünmemelidir. Tarih, proleterleşme endişesinin orta sınıfları nerelere sürüklediğini çok acı biçimde göstermiştir. Hatırlamak isteyenler, faşizmin ve nazizmin zaferlerinde orta sınıfların proleterleşme endişesinin etkisine ilişkin yazılanlara bakabilir.