Unuttuğumuz Fısıltılar
Unuttuğumuz Fısıltılar
Charalambos Rossides
[email protected]
Çev: Doğukan Müezzinler
Kıbrıs açıklarında yürütülen doğal gaz araştırmaları ve Türkiye’nin bölgede dolaşan Barbaros gemisi, Türk Ordusu’nun adaya gelişiyle birlikte Kıbrıslı Rumlar’ın yaşadığı acıları gündeme getiren Doğuş Derya’ya aşırı sağ çevrelerin yönelttiği insanlık dışı cinsiyetçi saldırılar, Dimitris Vasiliu’nun bir Kıbrıslı Türk futbol takımında oynama kararı alması nedeniyle milliyetçi Kıbrıslı Rumlar tarafından hedef alınması, Kıbrıslı Türkler’in son yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy vermekten mahrum bırakılması gibi olaylar aslında sadece iki toplum arasında değil, her toplumun kendi içinde de bir iktidar çekişmesinin süregeldiğini bize göstermektedir.
Tümünü geçtiğimiz yıl yaşadığımız bu olayların kökleri kuşkusuz 1960-1974 dönemine gitmektedir. Bu dönemde yaşanan etnik çatışma, masum Kıbrıslı Türklerin ve Rumların kanının dökülmesi belleğimizde yer etti ve kimliğimizin parçası haline geldi. Ne yazık ki bu dönemde yaşanan acıların tahlili her iki toplumda da yapılamamış ve 1974 sonrasında takip edilen politikalar nedeniyle bir ortak yaşam kültürü ve anlayışı yerleştirilememiştir.
Neredeyse yarım yüzyıldır devam eden bu iktidar savaşı kendisine destekçi bulmaya devam ediyor. Her iki toplumun da geçmişle yüzleşmemek için gösterdikleri direnç yüzünden tarihi eksik ve yanlış öğrenenler, ‘öteki’ne hükmedebilme arzusuyla yanıp tutuşmaya devam ediyorlar. Tarihi, bir ‘duygu seli’ içerisinde, bir dogma gibi değil, bir bilim olarak ele almak gereklidir. Katetmemiz gereken daha o kadar çok yol var ki... Şüphesiz, tarihteki ‘mutlak gerçeklere’ ulaşmak çok zordur; özellikle de ellerinde güçlü propaganda imkanları tutan bölücü odakların olduğu bizimki gibi ülkelerde.
Toplumsal belleğimizden silip attığımız, uzun yıllar boyunca sadece kulaktan kulağa fısıldanan sayısız tarihi acı gerçekler, ancak yakın zamanda Kayıp Şahıslar Komitesi’nin çabaları sonucunda günışığına çıkmaya başladı. Unuttuğumuz bu tarihi gerçekler, uluslararası kuruluşların ve tarihe bir bilim olarak yaklaşan gerçek tarihçilerin çalışmalarıyla ortaya çıkmaya başladı. Ortaya çıkarılan bu gerçeklerin bize söylediği şudur; sadece ‘öteki’ bize karşı değil, biz de ‘öteki’ne karşı suç işledik. ‘Öteki’nin de evlerinden kaçırılan göçmenleri, toplu mezarları, kayıpları ve parçalanan aileleri var.
Bazı gerçeklerin ortaya çıkmaya başlamasına rağmen henüz bir ‘arınma’ (katharsis) veya hesap verme sürecine girmiş değiliz. Yeni öğrendiğimiz şeyler okullarda veya üniversitelerde öğretilmiyor. Henüz özür dilemedik. Çatışmaların ve savaşların bittiği tarihleri değil, başladıkları tarihleri anıyor ve kutluyoruz. Eğitimi bir barış kültürü kurmak için değil, var olan iktidar savaşını devam ettirebilmek ve şiddeti kutsamak için kullanıyoruz. Yüzde 80’e yüzde 20 işleyebilir mi, dönüşümlü başkanlık olmalı mı olmamalı mı gibi tartışmalar içinde kaybolmuş durumdayız. Diğer toplumla doğrudan konuşabilmek, onların acılarını paylaşmak, onların dilini konuşmakla ilgilenmiyoruz.
Siyasi söylemler, tarihi gerçekleri sonsuza kadar gömülü tutmaya çalışmakta...
Kıbrıslı Rum toplumundaki milliyetçi siyasi söylem, 20 Temmuz 1974 tarihini, tarih anlayışının merkezine oturtarak Kıbrıs Sorunu’nu bütünüyle bu tarihe dayandırır; öncesinde yaşanan acıları yok sayar. Biz Kıbrıslı Rumlar olarak Kıbrıslı Türk erkekleri, kadın ve hatta çocukları katlettiğimiz gerçeğini yıllarca belleklerimizde gömülü tuttuk. Köfünye, Dohni ve Palekithro’yu, Muratağa, Atlılar ve Sandallar’ı tamamen toplumsal hatıralarımızdan çıkarıp attık. Sadece 1974 yazındaki Türk Ordusu işgalini, TMT’nin işlediği cinayetleri hatırladık. Diğer tarafta, Kıbrıslı Türkler de 1963-1974 dönemini tarih anlayışlarının merkezine oturttular; 1963 yılındaki anayasa değişiklik önerilerini, Kıbrıslı Rum milliyetçilerinin işledikleri cinayetleri belleklerinde canlı tuttular. TMT ve Türk Ordusu’nun cinayetlerini zihinlerinden silip attılar.
Savaştan 41 yıl, toplumlararası çatışmalardan 52 yıl sonra hala iç barışımızı aramaktayız. Yaşanan acıların tümünü de itiraf ve kabul etmediğimiz sürece de aramaya devam edeceğiz. Her ne kadar barışımızı anlaşma maddelerinde ve hukuki terimlerde arasak da gerçek anlamda bir barış sadece karşılıklı güven ile inşa edilip kök salabilir.
Kaybettiğimiz herşeyimizi geri alabilmek, milliyetçi söylemler ve iktidar hırsının bizi duyarsız kıldığı ‘öteki’nin acılarına ortak olabilmek, nefreti sürekli canlı tutup yaraların sarılmasını engelleyen düzeni bozmak, işbirliği ve ilerlemenin köprülerini kurabilmek sadece cesaretli bireylerin sorumluluk alıp öne çıkmasıyla mümkün olabilir; tıpkı Doğuş ve Dimitris’in yaptığı gibi.