Ürdün’de Deja Vu
Ürdün’de Deja Vu
Nur Köprülü
[email protected]
Geçtiğimiz haftalarda ‘Ortadoğu’daki Bölgesel Gelişmeler ve Dış Politika’ konulu bir toplantıya katılmak amacı ile Amman’a iki günlük bir ziyarette bulundum. Suriye meselesininin derinden hissedildiği ülkede, işsizlik ve Suriyeli mültecilerin hızla artan sayısı ekonomiyi hayli sorunlu bir yapıya dönüştürmüş. En son 2011 yılında ziyaret ettiğim bu güzel ülkede dikkatimi çeken en önemli husus ise demokrasiyi talep edecek toplumsal kesimlerin cesaretinin bugün itibarı ile çeşitli nedenlerle ertelenmiş olmasıydı.
Başkent Amman’ın eski mahallerinde dolaşırken, ilk kez gittiğim 2006 yılından bu yana ülkenin fakirleştiğini, ama insanların halen daha yüzlerinin güldüğünü gördüm. Çaresizlik miydi yoksa Suriye’de yaşanan insanlık dramı Ürdün’de yaşanmadığı için şükretmeyi mi yeğlediler; halen daha emin değilim, belki de her ikisi de ...
Amman’da beni etkileyen en önemli gelişme ve gözlemlediğim farklılık, Arap ayaklanmaları ile siyasal ve ekonomik reform sürecinin ivme kazanacağı ümit edilen bu ülkede (zira bölgede uzlaşı kültürünün göreceli olarak inşa edildiği ülkelerin başında gelmektedir), istikrarın demokratikleşmekten çok daha önemli bir husus haline dönüşmüş olması paradoksuydu. Bu bir paradokstu, zira Ürdün bölgedeki birçok ülke ile mukayese edildiğinde siyasal liberalleşme politikalarını 1989 yılında yürürlüğe koymuş ve 1957 yılından bu yana yasaklanan siyasi partiler, 1992’de revize edilmiş Siyasi Partiler Yasası ile yeniden siyasi arenaya dönmüştü. Bu süreçte, siyasal reform adına birçok açılım gerçekleştirilmiş, ve serbest seçimler yirmi iki yıl aradan sonra tekrar düzenli olarak yürütülmeye başlanmıştır.
Evet bu bariz bir çelişkiydi, zira Ürdün, bölgedeki ayaklanmalar neticesinde ortaya çıkan toplumsal farkındalık ile yapısal bir dönüşüm yakalayacak ve bunu uzlaşı kültürü ile inşa edebilme potansiyeline sahipti. Peki bu neden olmadı, en azından bugün itibarıyle?
Arap dünyası dışardan bakıldığında, genel anlamda monolitik ve müphem biçimde algılanmakta ve Arap halkları ve ülkelerinin benzer, hatta tipik özelliklere sahip oldukları düşünülmektedir. Elbette ki Arap halkları tarihine baktığımızda sömürge dönemi sonrasında ortak sorunlarla mücadele etmişler ve siyasi ve ekonomik anlamda Batıya olan bağımlılık (özellikle Soğuk Savaş döneminde) benzer dış politika örnekleri sergilemelerine sebebiyet vermiştir. Buna ek olarak, ulus ve devlet inşa süreçlerinde Arapçı veya Baasçı kimlik politikalarına yönelmişlerse de, Arap ülkelerinin ve halklarının tamamıyla benzer ve ayırt edilemez olduklarını söylemek, hatta istisnai bir bölgede primordial bir anlayıştan yola çıkan bir analiz sunmak sağlıklı bir netice doğurmamaktadır. Diğer bir deyişle Ortadoğu ve Arap ülkelerinin istisnai (yani eşi benzeri olmayan) bir bölgenin parçaları olarak, dış odaklı ve dış kaynaklı bir şekilde hareket ettikleri, bireylerin ve toplumların aktörsüzleştirildiği ve bölgenin barındırdığı sorunlar neticesinde Ortadoğu’nun güvenlikleştirilerek okunagelmesi, Arap ülkelerinin kaderi değil, aksine yaratılmak ve inşa edilmek istenen nesnel bir olgudur.İşte tam da bu noktada, Ürdün özelinden bakıldığında, ülkenin demokratikleşme yönünde yakaladığı ivmenin bugün bir duraksama/ kısır döngü yaşaması, Ortadoğu’nun istisnai bir bölge olmasından ve İslam ile demokrasinin bağdaşmamasından dolayı değil; Arap dünyasının istisnai bir dille anlaşılmasından ve okunmasından kaynaklanmaktadır. Ve bu istisnacılık da, bu ülkelerde yaşayan toplumların aslında başkaldırmalarına neden olmakla birlikte, bugün bu ivmenin yön değiştirmesine de neden olmuştur. Şöyle ki, Suriye’deki sekteryen bölünme ve yaşanan insanlık dramı ve Mısır örneği; Ürdünlüler ve bölge halklarının istikrarın önemi konusunda mutabık kalmalarına ve benzer yerel ve kimlik ayrışmalarının yaşanmaması için “istikrarı bir güvenlik kalkanı” olarak algılamalarına ve kanıksamalarına neden olmuştur.
Demokratikleşme taleplerine ilişkin şüphelerin temelinde ülkede halihazırda varolan Filistinli-Ürdünlü; kentsel-kırsal; İslamcı, farklı aşiret bağlılıkları ve ideolojik ayrımların pandoranın kutusunun açılmasıyla iç huzursuzluk ve ülke içi çatışmaları doğuracağı endişesi yatmaktadır. Bölgenin dış aktörler tarafından istisnai olarak ifade ediliş biçimi, Ürdün toplumu tarafından da içselleştirmiş bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir Ürdünlü ile yaptığım sohbette şu sözler dikkatimi çekmişti; “Suriye’ye bakın, Mısır’a bakın değişim için sokaklara dökülmüşler, ancak sonuç onların taleplerini yerine getirmeye yetmedi. Biz çatışmak istemiyoruz. Ürdün’ün yeteri kadar sorunu var zaten”. İşte bu sözler, Amman’da bir deja vu yaşamama neden oldu. Zira 2006, 2010 ve 2011 yıllarında da benzer şekilde, bölgesel dinamiklerden kaynaklanan ve bölgenin siyasi ve toplumsal hatta ekonomik bir güvenlik sorunu ile tanımlanmasından olsa gerek, Ürdün demokratikleşme yönündeki hayallerini hep başka bir bahara ertelemekteydi. Önceleri bu güvenlik sorunu İsrail ile 1994’te varılan anlaşma, ardından başlayan Filistin El Aksa intifadası, sonraları ise 2003 Irak savaşı ve Iraklı mülteciler sorunu ve bugün de Suriye meselesi ile Ürdün’de siyasal reform süreçleri istikrarın – ama artık sadece Krallık/ devlet için değil toplum gözünde de – öncelik taşıması nedeni ile sekteye uğramaktadır. Bu aslında sadece Ürdün örneği için değil, bölge halkları için de önemli bir sorunsaldır. Bu kısır döngüyü dönüştürebilecek dinamizm ise yine toplumun içerisinden gelecek hareketlerle olabilecektir.
Ortadoğu’nun farklı kimlikleri ve çokkültürlü tarihi öyle bir tayahhül edilegelmiş ki, bölge toplumları dahi bu mitleştirmeyi farkında olarak veya olmayarak kabullenmiş bugün. Kimliklerin ve sekteryen farklılıklarının bu bölgeyi çatışmaya götüreceği algısı, demokrasi kültürü ve uzlaşı inşasının önündeki en temel sorunu teşkil etmekte. Edward Said’in de dediği gibi, esasen sorun ‘iktidar’ın İslam ve Doğu’yu en kullanışlı şekiliyle nasıl konuştuğu sorunudur aslında.
Edward Said, Şarkiyatçılık, Metis Yayınları, 1999.