Uygulanmayan Bir Anayasa Ne İşe Yarar?
Uygulanmayan Bir Anayasa Ne İşe Yarar?
Tufan Erhürman
[email protected]
KKTC Anayasası’nda, son zamanlarda herkesin dikkatini çeken, “kısa anayasa hayranları”nın benimsediği anayasa tekniği açısından bakıldığında fazlasıyla ayrıntı sayılabilecek bir hüküm vardır. Anayasa’nın 38’inci maddesinin (4)’üncü fıkrasına göre, “Ulusal güvenlik, kamu düzeni, kamu yararı, genel sağlık ve çevre korunması amacıyla yasa ile sınırlama konmadıkça, yurttaşların yüz metrelik kıyı şeridi içerisine girmesi kimse tarafından engellenemez ve giriş ücrete bağlı tutulamaz”.
Mantık diliyle söylersek, bu büyük öncüldür. Yani büyük öncül, bize, “yüz metrelik kıyı şeridine giriş ücrete bağlı tutulamaz” demektedir. Küçük öncül ise uygulamada karşılaştığımız durumdur. Bilindiği gibi uygulamada, özellikle Girne’deki birçok kıyıda, yüz metrelik kıyı şeridi içerisine “giriş”te ücret alınmaktadır. O halde küçük öncül, “Girne’de yüz metrelik kıyı şeridi içerisine giriş ücretlidir” şeklinde olabilir. Burada, büyük öncül ile küçük öncülün karşılaştırılmasından hareketle bir çıkarım, mantık diliyle söylersek bir tasım yapılacaktır. TDK Sözlüğü’ne göre tasım, “Doğru olarak kabul edilen iki yargıdan üçüncü bir yargı çıkarma temeline dayanan bir uslamlama yolu”dur ve diğer adı da “kıyas”tır. Burada, Anayasa’da, yüz metrelik kıyı şeridi içerisine girişte ücret alınamaz yazdığı da doğrudur, Girne’de kıyı şeridine girişte ücret alındığı da.
Ranciere, buradaki büyük öncül ile küçük öncül arasındaki çelişkiyi düşünmenin iki tarzı olduğunu söylemektedir. Ona göre, “birincisi, alışkın olduğumuz tarzdır; basitçe hukuksal siyasal cümlenin bir yanılsama olduğu”dur. Yani siyasal-hukuksal cümle yalnızca gerçekliği maskelemeye yöneliktir. “Aldatmayı yok etmeye sıvanan sağduyu böyle akıl yürütür” der Ranciere; ama bunun karşısına başka bir “tarz”ı koymaktan çekinmez. İkinci “tarz”a sahip olanlarca “çıkarılan sonuç genelde şudur: Büyük öncül ile küçük öncülü uyumlu hale getirmek ve bunu yapmak için birini ya da diğerini değiştirmek gerekir”. Eğer Girne’de yüz metrelik kıyı şeridi içerisine girenlerden ücret alanlar ve buna müdahale etmeyen yöneticiler haklıysa, Anayasa’nın 38’inci maddesinin (4)’üncü fıkrasını değiştirmek veya kaldırmak gerekir. Ancak büyük öncül, yani Anayasa’daki hüküm değiştirilmeyecek veya kaldırılmayacaksa, o vakit ücret alanlar ücret almaktan vazgeçmeli veya ülkeyi yönetenler onların ücret almasını engellemelidir.
Bu durumda, insanın aklına, “1985’ten beri uygulanmayan bu Anayasa hükmü (bu cümle) aslında bir ‘hiç’ değil midir” sorusu gelir ister istemez. Ranciere’nin bu soruya verdiği yanıt önemlidir. Bu “cümle bir hiç değildir. Bir cümlenin sahip olduğu güç, ona verilen güçtür. Bu, öncelikle [hükümde yer alan hakkın] kendini kendine referans gösterebildiği bir yer yaratma gücüdür: [Bu hak] bir yerlerde vardır. Bu söylenmiştir, yazılmıştır. Dolayısıyla doğrulanabilmesi de gerekir. Bu yerde bu [hakkı] doğrulamayı görev edinmiş bir pratik temellenebilir... Edimlerin yerine sözleri geçirmek değil, güç ilişkisinden bir kanıtlama pratiği meydana getirmektir bu”. (Buraya kadarki alıntılar için bkz. Jacques Ranciere, Siyasalın Kıyısında, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul, Metis Yayınları, 2007, s. 56-57).
İşte başlıkta yer alan sorunun yanıtı bu iki tarzdan hangisini seçtiğinize bağlı olarak değişecektir. Eğer birinci tarzı benimsiyorsanız, Anayasa’nın gerçeklikle bağdaşmadığını, ülkeyi yönetenler ve hâkim sınıf ve/veya katmanlar tarafından uygulanmadığını tespit ederek, “kara gerçek”i ortaya çıkarıp kendinizi görevinizi yapmış sayacak ve daha ileriye gitmeyeceksiniz. Bu tarzın sizi taşıyacağı yer, “bu ülkede hiçbir şey olmaz”, “Kıbrıs sorunu çözülmedikçe hiçbir şey olmaz”, “işgal sona ermedikçe hiçbir şey olmaz” gibi “yer”lerdir. Oysa ikinci tarzı seçerseniz, Anayasa’da yazanlarla gerçeğin çelişiyor olması size bir mücadele alanı açacaktır ister istemez. Ve bu mücadeleyi yürütürken Anayasa sizin açınızdan bir “hiç” değil, mücadelenize ek bir meşruiyet, anayasal meşruiyet kazandıran bir metindir. Ülkeyi yönetenler ve hâkim sınıflar/katmanlar da ona ihtiyaç duyduklarına göre, onlarla, Anayasa’nın sağladığı meşruiyete sırtınızı dayayarak mücadele etmek sizin için önemlidir.
Bu arada, “onlar kabul etse de ben bu yalanlarla dolu metni külliyen reddediyorum” demek de bir mücadele şekli olarak algılanabilir elbette. Ama bu tip bir mücadele bu retçi tutumun samimiyetle savunulabileceği ve hayata geçirilebileceği bir ortamın varlığını gerektirir. 38’inci maddenin (4)’üncü fıkrasının uygulanamamasını gerekçe göstererek Anayasa’ya karşı retçi bir tutum takınmak, ancak o Anayasa’daki bütün düzenlemelerin reddedilmesi halinde anlamlı olabilir. Onu reddederken, o Anayasa’daki mahkemelerden, yürütmeden, yasamadan medet ummaya devam etmek, adil yargı kararları, adil idari uygulamalar ve adil yasalar talep ettiğinizi dile getirmek durumundaysanız hâlâ, o retçi tutumun samimiyetle savunulabileceği ve hayata geçirilebileceği bir ortamda değilsiniz demektir.
Bu şartlarda retçi tutum, Anayasa çatısını külliyen reddetmek ve “anayasanın çatısı altından ayrıldım” demek sizi özgürleştirmeyecektir. Çünkü bu şartlarda, Ranciere’in dediği gibi, “özgürleşmek ayrılmak değildir; ortak bir dünyanın bir ortak-paylaşanı olarak kendini olumlamak, görünüş ters yönde bile olsa rakibin oynayabildiği oyunu oynayabileceğini varsaymaktır” (Ranciere, Siyasalın Kıyısında, s. 59). Aksi halde, ortak dünyayı yıkıp yerine yeni bir dünya yaratacak güce sahip değilken, ortak dünyayı reddedip ondan ayrıldığını iddia ederek aslında o dünya içerisinde ve o dünya sayesinde var olmaya devam ettiğinizin herkes tarafından görüldüğü koşullarda yaşamaya devam ederseniz, bu kez de siz, aslında çelişik iki öncülü aynı anda doğru kabul eden bir duruma düşerek kaçınılmaz olarak meşruiyetinizi kaybedersiniz. Çünkü bu durumda sizin siyasal büyük öncülünüz “ben bu anayasayı reddediyorum”, uygulamadaki küçük öncülünüz ise, “bu anayasaya dayanarak maaş, emeklilik almaya, yasama organından istediğim yasaları çıkarmasını, yargıdan adil kararlar vermesini, yürütmeden de adil uygulamalar yapmasını beklemeye devam ediyorum” şeklinde olur ki bunların da birbirleriyle çeliştiği en az yukarıdakiler arasındaki çelişki kadar açıktır.
Ranciere, bu şartlarda, hiç çekinmeden ikinci tarzı önerir: “Ötekinin [ki örneğimizde yalnızca hâkim sınıf/katman değil, aynı zamanda iktidar sahipleridir] bu hakları tanımasını akılcı bir yükümlülük haline getirebilen, bu haklara sahip olur. Ötekinin hemen her zaman bundan kaçınması, sorunun temelinde hiçbir şey değiştirmez. İlke olarak ötekinin anlamayacağını, ortak dil bulunmadığını söyleyen kimse, kendine birtakım hakları tanımanın temelini yitirir. Oysa kendi söylemini öteki daima anlayabilirmiş gibi davranan kimse kendi gücünü artırır – üstelik yalnızca söylem düzleminde değil” (Ranciere, Siyasalın Kıyısında, s. 59).
Başlıktaki soruya bir kez daha dönersek, uygulanmayan bir anayasa, bir “hiç” değildir. O, kendisini referans alarak yürütülecek bir mücadeleye ek bir meşruiyet kazandıran bir “yer”dir. Bu nedenle, aynı anda hem anayasanın temel hakları ve hukuk devletini daha fazla koruyan, daha demokratik düzenlemeler içermesi için, hem de uygulanıp hayata geçirilmesi için mücadele yürütülmesi bugünkü şartlarda bizim için son derece önemlidir.