1. HABERLER

  2. ÖZEL HABER

  3. Uzayan  gün  ışığı,  kısalan  karanlık..
Uzayan  gün  ışığı,  kısalan  karanlık..

Uzayan  gün  ışığı,  kısalan  karanlık..

Gece sanki yaşam dışı bir zaman dilimidir ya da yaşama ara verme sürecidir. Akıl dışılığın, bilinçaltı tedirginliğin, yabanıl seslerin, gizli güçlerin, bunalım ve sıkıntıların kaynağıdır.

A+A-

Artık bahar mevsiminin başladığı, tabiatın bir renk cümbüşüyle uyandığı ve gündüzlerin uzamaya yüz tuttuğu günlere girdik.. Üstelik saatleri ileriye alarak aydınlıktan yararlanmanın süresini biraz daha uzattık.. Her ne kadar ‘küresel ısınma’nın doğal dengeyi giderek bozuyor olduğu, mevsimleri birbirine karıştırdığı ve çok yakın bir vadede büyük felaketlerle yüzyüze kalacağımız senaryoları geleceğe dair korkularımızı artırıyorsa da; baharın kış uykusuna yatan ruhlarımızı ve düşlerimizi hâlâ ayağa kaldırdığı, ışığı ve rengi bol bu mevsimde hayat ve dünya ile ilişkilerimizin de bir başka olduğu aşikâr..Bu değişiklik yaşadığımız mekânlara yansıdığı kadar, iç dünyalarımızda da kendini gösteriyor..Baharın umutla, coşkuyla, aşkla, düşle ve isyanla özdeşleştirilmesi belki de bu yüzden...

Aşırı zorlama belki ama şu soruyu kendime sormadan da edemiyorum: Çoğu kez apayrı bir yaşam sevincine dönüşen bu süreç sadece mevsimin değişiyor olmasından; yani kışın soğuk, içe kapanma ile seyreden tenhalığının ve yalnızlığının; baharın ılık parlaklığı, dışa açılan coşkusu ve kalabalığı ile yer değiştirmesinden mi kaynaklanıyor..? Ne kadar öyledir bilemiyorum ama galiba işin sırrı asıl kullanmaya -ya da yaşamaya- başladığımız gün ışığıyla (gündüzle) aynı anda kısalan karanlığın (gecenin) ruhumuzda ve bilincimizde yarattığı o ezeli ve gizemli çağrışımların çeşitliliğinde olsa gerek..Eğer ‘aydınlık-karanlık’ diyalektiğinin, doğru ya da yanlış, duygularımızı ve düşüncelerimizi ifade etmede, kendimizi anlamada ve anlatmada en sık kullandığımız, sürekli baş vurduğumuz ve bu bağlamda ikisinden birini seçtiğimiz metafor olduğu gerçeği göz önüne alınırsa, bu tespitin çok da yanlış olmadığı söylenebilir..Tam da burada, bir şairle (İlhan Berk) bir filozofun (Emil Cioran) birbirine taban tabana zıt duruşlarını ortaya koymak belki daha açıklayıcı olabilir..

Şair İlhan Berk Türkçe şiirin en önemli isimlerinden birisi.. ‘Kitap-lık Dergisi’nin armağanı olarak verilen, Eser Gürson imzalı “İlhan Berk’i Derleyip Toparlama Denemesi” başlıklı kitapçıkta, şairin şiirinin (anlayışının) temel karakteristikleri vurgulanırken, onun özellikle ilk dört kitabı itibarıyla, bir “gündüz (vakit) şairi” olduğu tespiti yer alıyor.. Berk tutkunları şairin şiirindeki bu temel ayrıntıyı daha önceden fark etmiş olabilirler, ancak E.Gürson’un çeşitli şiir örnekleriyle altını çizdiği bu gerçekliğin peşinden giderken insan sanki bu durumun Berk için sadece şiirsel bir gerçeklik olmadığını, aksine tüm yaşamına mal  edilebilecek bir özellik olduğunu da keşfediyor..Bir bakıma her şeyin şairi olarak da nitelendirilen, şiirinde her zaman ağır basan “betimleyici yönü” ile düzyazıya da yakın duran Berk için dile getirilen “gündüz vakti ve düzyazımsı şiir”lerin şairi değerlendirmesi de yerli yerine oturuyor.. ( E. Gürson, şairin ‘Galile Denizi’ kitabında yer alan ‘Sakarya Sokağı Baladı’ şiirindeki “ o yanından ayırmadığın gök, acımsı koşuk olmayan nesir halinde hani” dizesinin, hem gündüz vaktini işaret etmesi ve hem de düzyazımsı özellik taşıması nedeniyle Berk’in elli yıllık şiir yaşamının özeti olduğunu yazıyor.)

İlhan Berk’e ve onun sözü edilen dönem şiirine bakıldığı zaman -aslında bu ‘gündüz vakti şairi olma’ özelliği ilerideki kitaplarında yer alan şiirlerde de, aynı keskinlikte olmasa da devam edecektir- onun için yaşam “tan vaktiyle başlar, gün batışıyla sona erer. Gece sanki yaşam dışı bir zaman dilimidir ya da yaşama ara verme sürecidir. Akıl dışılığın, bilinçaltı tedirginliğin, yabanıl seslerin, gizli güçlerin, bunalım ve sıkıntıların kaynağıdır. Şairin yaşamında bir cenderedir gece, bir karabasandır. Bu nedenle hızla kaçılmalıdır ondan. Gerçek ve sağlıklı yaşam vaktine, gündüze dönülmelidir.”  Gece şairde klostrofobik çağrışımlar ve tepkiler uyandırmakta; gecenin karanlık ve kalın perdesinin her tarafı kuşatması, soyut duygulardan çok, doğanın ve nesnelerin görüntü ve varlıklarının şairi Berk’i derin bir yalnızlığa itmektedir. Bu durum ise onu dehşetli rahatsız etmekte ve şair yaşamak, yazmak ve anlatmak için gün ışığına ve ayakta kalmaya ihtiyaç duymaktadır. Bu o kadar öyledir ki Berk “yılın gece içinde geçen altı ayını yaşamaktan saymamakta” ve bunu ‘Vatandaş’ şiirinde de ifade etmektedir:

“ Efendim, bir yaprak nasıl dönerse rüzgârda

  Öyle yaşadım

  Yani bir altı ay ben kendimde değildim

  Bir altı ay ben kendimi düşündüm dünyada

  Yani bir altı ay yaşamadım”

Ya da ‘Uzun Karanlık’ şiirinde dile getirdiği gibi ‘karanlık’ fobisi o kadar ağır basmaktadır ki, sabahın dördünde kalkan şair, birazdan gün ağaracak olsa da beklemeye tahammül edememekte ve gün ışığına bir an önce kavuşabilmek için dörtleri beş yapmak istemektedir:

“Bir sabah uyandım bütün dörtleri beş yaptım.

  Çıktım bir bir camları, caddeleri indirdim ses yok

  İnsan böyle n’apar bilmem seni hele bak hiç bilmem

  Gidip ağaçları tutuyorum, çocukları çocukları öpüyorum

  Durdum bir yerden göğü, sokakları hep sokakları dinledim

               Evlerini deniz yıkayan bir kıyıdan bağırıyorsun bana

               Bir soluksuzluk bir duvarlar bir duvarlar duyamıyorum

               Böyle bir uzun karanlıktan bağırıyorum bağırıyorum”

Oysa yirminci yüzyılın dikkat çeken filozoflarından Emil Cioran için durum tam tersidir.. Bir dönem insomnia’dan da (uykusuzluk hastalığından) muztarip olan Cioran tam “bir alacakaranlık düşünürü”dür ve adeta sadece karanlıktan beslenmektedir.. Nitekim onun  “hakiki bilgi, karanlıklar içinde uykusuz beklemekten ibarettir. Bizi hayvanlardan ve hemcinslerimizden ayırt eden sadece bu uykusuz gecelerimizin toplamıdır. Hangi zengin ya da tuhaf fikir bir uykucunun ürünü olmuştur. Uykunuz iyi mi? Rüyalarınız külfetsiz mi? Anonim güruhu kalabalıklaştırıyorsunuz...Gündüz düşüncelere düşmandır; güneş karartır onları; ancak gecenin ortasında açılırlar”  aforizması kendini çok iyi anlatmaktadır..

Cioran’ın çoğunlukla karanlıkta gezinen ruhu ve karanlıkta çalışan bilinci belki hayatı boyunca temel konuları olarak kabul ettiği nihilizm, ölüm, intihar, Tanrı gibi kavramlar ve sorunlar üzerine düşünmesinden ve kimbilir Kierkegaard, Schopenhauer, Nietzsche gibi vazgeçilmez öncüllerinden kaynaklanmaktadır. Israrla karanlığın ve yalnızlığın burçlarında gezinen düşünür yazdıklarıyla ise hem varoluşçuluk düşüncesine yönelik olarak ve hem de sonradan gelecek olan postmodernizm ve postyapısalcılığa dair önemli açılımlar yapmakla hep dikkat çekecektir..Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın ardında bıraktığı ağır yıkıntı ve trajediden sonra ciddi bir varoluşsal hesaplaşma içine giren Avrupa’nın, o dönemler itibarıyla gerek felsefede ve gerekse edebiyatta büyük oranda “tarihsel pesimizm ve trajik duyuş”larla şekillenmiş olması anlaşılır olsa da, Cioran bu bağlamda ayrıksı ve bir o kadar da ilginç bir örnektir.. Öyle ki yaşadıkları ve gördükleri karşısında büyük bir öfke duyan ve son kertede inanılmaz bir yıkıma ve trajediye dönüşen bu sürecin sorumluları olarak da “mutlak sistem” üreticisi filozofları –ki bunlar arasında Aristoteles’ten Platon’a, Kant’tan Hegel’e kadar birçok önemli isim yer almaktadır- gösteren Cioran,  bu suçlular arasına Tanrı’yı da yerleştirmekte; birer ‘put’ olarak nitelediği bu kesimler karşısında kendini bir ‘putkırıcı’ olarak nitelendirerek karşı  saldırıya geçmektedir..Yine  insanın trajedisinin “Adem’in cennetten kovulması” ile başladığını söyleyen Cioran, bir yandan “dünyanın anlamsızlığı ve saçmalığı karşısında insan yazgısının trajikliği” üzerine kafa yormakta, bir yandan da “bu trajik yazgıyı sahiplenen” herkesi eleştirmekten geri durmamaktadır..Bu eleştirileri yaparken düşüncelerini sistematik bir bütünlük içinde sergilemekten kaçınması –çünkü o ‘mutlak sistem’ önerilerine karşıdır- ve bunun yerine çarpıcı ve çağrışımları yoğun –ve bu nedenle de kimi zaman karmaşık- aforizmalar dile getirmekle yetinmesi ise onun özgünlüğü olduğu kadar anlaşılmasını da zorlaştırmaktadır..

 Aslında gün ışığı ya da karanlık, veya gündüz ve gece karşısındaki duruşumuz; sadece  duygu ve düşüncelerimizin hangisinden ne oranda ve nasıl etkilendiği; ya da bizim hangisini tercih ettiğimiz ya da en çok hangisinde kendimizi bulduğumuz ile sınırlı da değil..Kutsal kitabında Tanrı “geceyi, içinde sûkun bulsunlar diye (derin ve kuşatıcı) gündüzü de (olup biteni) görsünler diye (aydınlık) yaptığımın farkında değiller miydi?” diye sorarken; bir bakıma gün ışığı (gündüz) ve karanlığın (gecenin)  inanç ve metafizik dünyasındaki karşılığını da dile getirir gibidir..

Hepsi bir yana yine gün ışığının uzamaya ve karanlığın kısalmaya başladığı bahar mevsimine girdik..

Aklıma olmadık soruların düşmesi kim bilir belki de bundandır..

 

  

Bu haber toplam 3078 defa okunmuştur
Etiketler :