“Uzunyan Sokağı’ndan hatıralar…”
Andreas Karayan, Uzunyan Sokağı’ndan hatıralarını yazdı…
Andreas Karayan, dört ciltlik roman dizisinde, tarihsel sıra içerisinde hayatından kesitleri kaleme aldı ve bunlara şimdi beşinci cilt de ekleniyor… Dört ciltlik anı-romanlarından ikisi de, çeşitli edebiyat ödülleri kazanmış. Kitaplarından biri İngilizce’ye çevrilmiş ve ikinci bir kitabı daha çevriliyor.
Karayan, Rumca olarak yayımlanmış olan “Gerçek bir Öykü” başlıklı ilk kitabından bir bölümün İngilizcesi’ni ricamız üzerine bize gönderdi ve Uzunyan Sokağı’ndan hatıralarını, İngilizce’den Türkçe’ye çevirmemize olanak sağladı. Bu yüzden kendisine çok teşekkür ediyoruz.
Uzunyan Sokağı, Lefkoşa’da Rigenis Sokağı’na paralel bir sokak – Baf Kapısı yakınlarındaki bu sokakla ilgili hatıralarında Andreas Karayan şöyle diyor:
“Büyüdüğümüz sokak olan Uzunyan Sokağı’nın her iki tarafında iki katlı, klasiklerden esinlenilmiş teraslarıyla sarı taştan evler vardı – bunlar zemin katta ve zemin katın hemen üstünde birinci kattaydı. Sokak biz çocuklara saklambaç, hırsız-polis, ip atlama ve başka pek çok oyun oynamak için güvenli bir alan oluşturmaktaydı. Bu rahat evlerde geniş bir hol olurdu girişte, holün her iki tarafında da iki büyük oda olurdu ve zemin kattaki evlerin ise büyük bahçeleri bulunurdu. Toplumun her kesiminden insanlar buralarda yaşarlardı ve eğer onların öyküleri anlatılabilseydi, çok ilginç bir mozaik oluşturacaklardı, şimdi tümüyle yitip gitmiş olan çok hoş bir dönemi yansıtacaklardı.
Bayan Bambulu – biz ona “Bambulina” derdik – mahallenin aristokrasisinden geliyordu ve karşımızdaki apartmanın üst katında kalmaktaydı. Balkonunda büyük bir havayla duruyor, sigarasını gösterişli biçimde içiyordu ve bizleri zenginlikleriyle etkilemeye çalışan yeni zenginlere küçümseyerek bakarak “paraları var ama kaliteleri yok” diyordu…
Ben küçük bir çocukken, onun üvey kızı Maria beni yürüyüşe çıkarır ve bazen de ninem kahve falına baksın diye bizim eve gelirdi. Bayan Bambulu ona terbiyeli olmayı ve uygun biçimde davranmayı öğretmişti; bizler o zamanlar çok küçük olduğumuzdan ve Maria da gösterişli birisi olduğundan, onun gerçek kızı olduğunu düşünüyorduk.
Bayan Bambulu, gerçek bir aristokrat gibi ölmüştü. Günlerden bir gün aynasının önünde makyajını yaparken, ölümcül bir kalp krizi geçirmişti.
Pera Orinis’ten (Psimolofu yakınında bir köydür bu) Zavalli ailesi ise bu sosyal merdivenin en üstüne tırmanmayı başarmışlardı ünlü Zavalli Matbaası nedeniyle.
Yazın biz gençler, horlamasını dinlemek üzere Bay Zavalli’nin penceresi altına toplanıyoruk – öylesine sarsıcı bir gürültüydü ki bu, bütün mahalleyi titretiyordu… Nefes alıp verişi öylesine otoriterdi ki bu bizi korkutuyordu. Öldükten sonra işi batmıştı ve böylece bir zamanlar çok başarılı olan bu işletme şimdilerde harap halde, Yeşil Hat’tın yakınında çürüyürdü…
Sokağın sonunda ise “sihirli bir el” vardı! Büyük ve kapısı penceresi her zaman kapalı olan karanlık bir evde üç kızkardeş yaşardı. Bu kızkardeşlerden birisi odasında kapalı olarak yaşıyordu ve ben de tam o zamanlar vampirlerin günışığından korktuklarını, bu yüzden karanlıkta yaşadıklarını okumuştum, böylece çılgınca şeyler düşünmeye başlamıştım. Oradan geçerken çok korkuyordum, böylece bu gizemi çözmeye karar vermiştim. Haç çıkararak ve bazı büyülü sözcükler söyleyerek – bunlar evde duyduğum sözcüklerdi, “Şeytan, arkama geç bakayım” gibi – bu kadının penceresini çalmıştım. Bir süre sessizlikten sonra pencere ürkütücü biçimde ve gıcırtılı bir ses çıkararak açıldı ve solgun, neredeyse iskelete dönüşmüş bir el bana doğru uzandı. Bir çığlık atarak oradan kaçtım.
Bayan Galatya’nın balkonu ise her zaman yeşil bitkilerle doluydu fakat bunların çiçek açtığını hiç görmemiştim. Çoğunlukla orada öylece duruyordu, uzak, solgun ve gri bir elbise içinde ve mahalleyi tarıyordu gözleriyle… Erkek kardeşi nazik ve yakışıklı bir adamdı, Eleftheria gazetesinin editörüydü ve bu gazete o günlerde en saygın ve en çok satan gazeteydi. Kızkardeşi evlenmeden önce de evlenmeye niyeti yoktu ki bu hiçbir zaman gerçekleşmedi.
Hiç evlenmemiş bir diğer kişi de, onun tam karşısındaki Bayan Frosulla idi – ancak sonuçta evlenmeyi başarmış ve böylece sosyal statüsü yükselmiş, kazandığı saygı ve kabul de artmıştı.
1950’li yıllarda Kıbrıslırumlar kendi yerel üretimleri olan ve daha çok pamuklu ya da benzer materyallerden üretilen giysileri gururla giyerken, herhangi bir İngiliz ürünü giysiyi giymek de ihanet olarak görülüyordu. Televizyonun ortaya çıkışı bile bir İngiliz propaganda aracı olarak görülmekteydi. İnsanlar kendileri için bir televizyon almakta tereddüt ediyorlardı çünkü maskeli adamlar evlerinin kapısını kırıp gelerek televizyonlarını kırabilir diye düşünüyorlardı ancak buna rağmen dükkanların dışında sürü gibi toplaşarak Robin Hood ve diğer kahramanların serüvenlerini elbette siyah beyaz olarak zevkle seyretmekteydiler.
Bizim sokakta ilk televizyonu Bay Ohanes satın almıştı – kendisi Ermenistan’dan gelmişti ve bir saat tamircisiydi, şişman ve büyük bir mizah duygusu olan bir adamdı. Ev ödevlerimi bitirdikten sonra akşamları onu ziyaret ederek haftalık opera programlarını izliyordum. Saatler ve antikalarla çevrili olarak, loş ışıkla aydınlatılmış ve bu yüzden ekzotik bir havası olan bu yerde – Doğu’dan gelen göçmenler olarak bu insanlar kendileriyle birlikte bu büyüyü de getirmişlerdi – böylece kendimi hoş ve müzikal bir dünyada hissediyordum.
Bay Ohanes’in annesi Bayan Viktor ise tombul ve kurnaz bir kadındı. Ömerge’deki Türk hamamına ziyaretlerine ilişkin hikayelerini dinlemekten zevk alıyorduk, buna göre koca göğüslerini omuzlarına atmak zorunda kalmıştı ki yıkanabilsin. Biz çocuklar ellerimizi omuzlarımızın üstüne atarak bunun gösterisini yapıyor ve kahkahalara boğuluyorduk.
Bizler küçükken annem bizi hamama götürürdü. Günümüzü Türk hamamlarının buharları içerisinde, çıplak kadınlar arasında, yanımızda götürdüğümüz hellim ve domates sandöviçlerimizi yiyerek geçirirdik. Günlerden bir gün “Kadınların bacakları arasındaki o tüylü üçgenler nedir?” diye sorunca, bir daha hamama götürülmemiştim.
Bay Ohanes’in evi, balkonda durarak herkese hakaretler yağdıran genç bir çocuk olan oğluna miras kalmıştı. Günlerden bir gün hiç beklenmedik biçimde şirolar gelerek içindeki tüm antikalarla birlikte evi yıkarak moloza dönüştürmüştü.
Mahallede bir casus olmasın olmazdı. Bizim apartmanımızın üst katında Bay ve Bayan Pewsey yaşıyordu ve bunlar bir gizem perdesini korumaktaydılar, bu da İngilizler’e özgü soğuluklarıyla birleşince, hepimizi uzak tutmaya yarıyordu. Akşamları sıklıkla ritmik metalik sesler duyuyorduk ve bunu da Mors alfabesi olarak yorumluyorduk, Bay Pewsey İngiliz olduğuna göre, demek ki bu bir casusluk faaliyeti idi. Sonraları onun Britanya ordusunda hizmet ettiğini, Çanakkale’deki katliamdan sağ kurtulduğunu ve İstanbul’da güzel bir Ermeni kızıyla tanışarak ona aşık olduğunu öğrenecektim. Kaçmışlar, evlenmişler ve sonuçta kendilerini Kıbrıs’ta bulmuşlardı, adam bir gazetede muhabir olarak çalışmaktaydı. Bayan Pewsey, eşinin vefatı ardından sonuçta bir yaşlılar evinde yalnız başına ölecekti.
George ve ben Monopoly oynuyorduk ve Romeo ve Juliet gibi trajik aşk öyküleri ya da Lukudi No. 2’de açık hava sinemasında hiç kaçırmadan seyrettiğimiz Yunanca filmlerden seçtiğimiz dramatik sahneleri birlikte oynuyorduk. Anneme ve arkadaşlarına göre, bir film ancak “erkekler de gözyaşlarına boğulursa”, bir başyapıt olarak nitelendirilebilirdi.
George uzun boylu ve zayıftı ve evinde gelişmiş bir sporcu olan ve fotoğrafları okuduğumuz tüm İngiliz mizah dergilerinde görülebilen Bay Atlas’ın bir kursunu takip ederek eksersizler yapmaktaydı – buna göre bu kurs, herhangi bir zayıf insanı birkaç ay içerisinde, kızların hayır diyemeyeceği gerçek bir erkeğe dönüştürüyordu ancak her ne hikmetse, her zaman başarısız oluyordu George. George, Lefkoşa’da tanınmış bir aileden geliyordu ancak işleri batınca, göç etmek zorunda kalmıştı. Annesi Bayan Christina’nın güzel bir mizah anlayışı vardı ve evde baskın olan da oydu. Atinalı birisi olarak farklı tavırları ve yöntemleri vardı, evinde verdiği çocuklara yönelik partilerde ferahlatıcı ve yeni yaklaşımlar ortaya koyuyordu. Jelliyi ilk kez orada tatmıştım, pek çok rengiyle birlikte ve bu tatlı benim en favori tatlım olmuştu. George’un kızkardeşi daha büyüktü ve onu kıskanıyordum çünkü benim henüz başlamış olduğum Cimnasiyo’dan o, mezun olmak üzereydi. Çok hoş bir kızdı ve yumuşacık ve güzel bir cildi vardı. Kıbrıs’ta konuşlanmış Yunan askeri kuvvetlerinin bir üyesiyle evlenecekti.
Bizler her zaman Yunanistan Elenleri’nden kuşkuluyduk, onlara Kalamaralar diyorduk, azıcık nefretle. Ben Yunanistan’da okumaya gideceğim zaman, annem bana şu öğütte bulunmuştu: “Sakın ola hiçbir zaman bir Yunan kızıyla ilişkiye girme, hepsi yoksuldur ve o kadar fakirdirler ki donları bile yoktur giyecek…”
Ancak Yunanistan’daki askeri diktatörlük döneminde pek çok Kıbrıslı işleri yoluna koymak üzere bizim de Pattakos gibi bir diktatöre ihtiyacımız olduğu şeklinde yorumlar yapacaklardı.
Çok fazla gitmediğimiz yolun sonunda ise Ero adlı iri bir kız yaşardı ve nadiren bizlerle oynardı. Henüz Cimnasiyumun beşinci sınıfındayken hamile kalmıştı. Doğal olarak kürtaj olmuştu ve annem bundan böyle ona “Bayan Ero” diye hitap etmemizi önermişti. Günlerden bir gün Bayan Ero ve tüm ailesi ortadan kaybolmuştu.
O günlerde Hollywood film yıldızlarının sakız paketlerinden çıkan fotoğraflarını toplamak modaydı, bunları sakız paketlerinde bularak özel albümlere yapıştırıyorduk ancak bu hobimize ne yazık ki bir din öğretmeni tarafından müdahale edilecekti. Bizlere bu aktivitemizin günahkar bir aktivite olduğunu ve yalnızca azizlerin ve Bakire Meyrem’in ikonalarını toplamamız gerektiğini anlattı, böylesi ünlüleri tanrılaştırmamız da bizi sonsuza kadar lanetleyebilirdi.
Yaz boyunca ön kapımızın küçük penceresini açık bırakırdık, esinti olsun diye. Iyonya Bankası’nın yaşlı bekçisi olan Ali her akşam Türk mahallesinden gelerek elini bu açıklıktan içeriye sokar ve babamın yakında bir çiviye asmış olduğu bankanın anahtarlarını alırdı. Bir gece Ali çok huzursuz biçimde gelmiş ve anneme, “Bayan Carmella, çok üzgünüm, eşim vefat etti” demişti. Ertesi hafta ise çok daha neşeliydi, “Bayan Carmella” demişti, “Başka birisiyle evlenmek zorundaydım; yoksa tek başıma ne olacaktım? Başıma neler gelecekti?”
Uzunyan Sokağı’nın köşesine yakın bir yerde ise güzel Mahi yaşıyordu, bizden beş ya da altı yaş daha büyüktü. Annesi kızının saçlarını fırçalamak ve saçlarına altın parlaklıklar kazandırmak üzere bir papatya karışımı hazırlıyordu. Mahi’nin balkonundan annemin dükkanına kadar geniş bir görüşü vardı… Bize bu balkonda “Öteki Dünya”ya giden gizli bir geçit bulunduğunu söylemişti. Bu kapının açılabilmesi için tunç havana tokmakla üç kez vurmamız gerekirdi. Sihirli ipek eşarpla gözlerimizi bağlıyordu ki hiçbirşey görmeyelim ve eliyle bizi yönlendirerek bu kapıdan geçiriyor ve bizlere gördüklerini tarif ediyordu… Melekler, ekzotik yaratıklar, canavarlar… En çirkin canavar bize yaklaşıyor ve bizden üç dilek tutmamızı istiyordu ve bize görünürde çirkin olduğu halde iyi bir kalbi olduğunu ve tüm isteklerimizi yerine getirebileceğini anlatıyordu. Tüm bu “Öteki Dünya” efsaneleri Mahi yakışıklı bir prensle nişanlanıp Yukarı Dünya’ya çıkınca, sona ermişti.
“Mahallenin güzeli” dediğimiz Bayan Annula ise kusursuz biçimde giyiniyordu, çok neşeliydi ve her zaman Aliki Vuyuklaki’nin sarı saçlarına benzetmeye çalışıyordu saçlarını. Genellikle yatak odası penceresi açık olarak radyoyu dinlemeyi seviyordu ve tüm mahalleyi sel gibi şarkı sesleriyle bastırıyordu… Reklamların yeni yeni yayınlanmaya başladığı dönemlerdi… “Aspro alınız, yalnızca Aspro; her tür acıyı ortadan kaldırır ve sıcaklığı düşürür.” Kocası kendisinden çok daha yaşlıydı ancak yüzeyde mutlu görünseler dahi flörtümsü ve uçarı tavırlarıyla yansıyan kadının azıcık tatminsizliğinden kuşkulanıyordum. İyi arkadaştık ancak o her zaman kendi çıkarlarını koruyordu. Bir gün yanlışlıkla vazolarından birini kırmıştım ve annemden kendisine onun yerine bir vazo almasını istemişti. Bugünlerde Bayan Annula yalnız yaşıyor. Kocası öldü ve oğlu da yurtdışında yaşıyor. Bazan onu yolda yürürken görüyorum, son derece zayıf ve her zaman Vuyuklaki tarzındaki samana benzeyen saçları açık vaziyette, geçip gitmiş gençliğini boşuna yakalamaya çalışarak… Sanki de bir yalnızlık ve melankoli havası sarmıştır kendini…
İkindileri geç vakit Türk salep satıcısı, içi salep dolu koca göbekli bir kavanozun bulunduğu arabacığını kaktırarak ve sattığını çığrarak geçmekteydi. Bu yoğun, sıcak ve tatlı içeceğin boğazımızdan geçerken verdiği zevki tatmak üzere koşardık.
Çoğunlukla yorgancı da özel aletleriyle bu sokaktan geçerdi. Müşterisinin verandasına oturur, şiltedeki bütün pamukları çıkarır ve eski kabarıklığını kazanıncaya kadar bunları döver, sonra da yeni bir kılıf içine bunları doldururdu… Çalıştı alan uçuşan beyaz iplikçiklerle dolardı, bunlar sanki de şahane meleklerin kanatlarından kopan parçacıklardı…
Yaz aylarında bir Türk kadını olan Ayşe gelir ve nineme ev işlerinde yardım ederdi. Taptığı büyük, kahverengi çoban köpeğini de beraberinde getirirdi; tek tesellisi buydu – evlatları İngiltere’ye daha iyi bir hayat kurmaya gitmişti. Bahçemizde bulunan bir yatakta yatar ve köpeğine sarılırdı.
Ondan sonra uzunca bir süre Ayşe ortadan kaybolmuştu. Geri geldiğinde gözyaşları içerisinde Türkler’in kensisini evini terk ederek Türk gettolarından birine gitmeye zorladığını anlatmıştı. Orada “sağlık departmanı” köpeğini gözlerinin önünde vurmuştu…”
(İngilizce’den Türkçe’ye çeviren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN – 16.4.2020)