1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Varolan Ancak Asla Konuşulmayan: Ailelerinin izdüşümünde yaşayan göçmen çocuklar
Varolan Ancak Asla Konuşulmayan: Ailelerinin izdüşümünde yaşayan göçmen çocuklar

Varolan Ancak Asla Konuşulmayan: Ailelerinin izdüşümünde yaşayan göçmen çocuklar

Varolan Ancak Asla Konuşulmayan: Ailelerinin izdüşümünde yaşayan göçmen çocuklar

A+A-


Süreyya Çelmen Değer
[email protected]

İş görüşmesi… Yer, bir sivil toplum örgütünün küçücük kütüphanesi. Karşımda oturan mülakatçı soruyor, “Çocuk Hakları ile ilgili bize ne anlatabilirsin?”. Derin bir nefes alıp, beynimin içindeki her odacığı tek tek hızla geziyorum. Çocuk hakları, çocuk hakları… Kafamda yüzlerce soru işareti dans ediyor. Hiç düşünmemişim, hiç kafa yormamışım o güne kadar. Odalar boş. Kendimi adil, eşitlikçi ve insan haklarına duyarlı bir birey olarak oturttuğum zemin dağılıyor… Altı aylık hamile ben, içimde bir çocuk taşırken bile çocukların “hakları” olabileceğini yeni yeni algılıyor ama isimlendiremiyorum. Ne olabilir ki çocukların hakları? ... “Kadın hakları üzerine yıllardır çalışmalar yapıyorum; ama doğrusu, çocuk hakları üzerine hiç düşünmedim” diyorum. Hızla konuyu toparlıyor ve dağılan zemini yeniden inşaya başlıyorum: “Ama öğrenirim.”

Beynimdeki her odacığa bir çocuk hakları kılavuzu yerleştirene kadar öğreniyorum. Her köşesi çocukların birey olduğu gerçeğiyle ve somutlaşmış, can kan bulmuş birey algısıyla yeniden şekilleniyor. Şekillenirken, bireyler arası, cinsiyetler arası eşitsizlikler gibi çocukların da kökenlerinden, kültürlerinden ve ailelerinin kim olduğundan dolayı temel hak ve özgürlüklerine erişmede nasıl sorunlar yaşadığını gözlemleme şansı buluyorum. Artık hayatım yeniden tanımlanmış. Artık, çocuk; ait olduğu çevresi içinde şekillenen bir hamur… Ve bizler çoğu zaman yeni bir hücreye can verip onu insana dönüştürürken, onun üzerindeki ikincil sorumluluğumuzu görmezden geliyoruz… İşte bu yazı görmezden geldiğimiz; gördüğümüzde ötekileştirdiğimiz, sorunlu atfettiğimiz çocuklar için… Sorunlu olmadıklarında da, olduklarında da; bizimle aynı topraklarda soluk alan, yaşayan, yaşamaya çalışan çocuklar… Göçmen ailelerin hepsi güzel gözlü, hepsi sevildiğinde bin bir farklı renkle hayatımıza giren göçmen çocuklar…

Sosyal politika, insanları birbirinin aynı tekil bireylerden öte; birbirinden farklı sorunları ve ihtiyaçları olan çoğul yapısıyla tanımlayabildiği sürece, hem insanlara hem de topluma fayda sağlayabilir. Yapılandırılmış, sorunları saptamanın yanı sıra, sorunların çözümünde kalıcı çözümlere ulaşılacak bir plan ve eylem bütünü içermeyen bir sosyal politikanın varlığından söz etmek mümkün olmadığında ise; sistemin en zayıf halkası olan kesimler, temel hak ve özgürlüklerine erişmede sorunlarla karşılaşacaktır.  Bu sorunlar, hastaneye gidip sağlık kontrolünden geçmekten; sosyal güvenceye sahip bir işe girmeye kadar elbette çeşitlenebilir. Yapılacak şey, bu bireylerin sorunlarını çözebilmeleri ve aslında çok da uzun olmayan kısacık hayatlarını daha yaşanası hale getirecek; onlara özel çözümlerin, onlara özel eğitimli, donanımlı ve kaliteli hizmet vermesi teşvik edilen “hizmet” birimleriyle giderilmesi anlamına geliyor.

Nereden nereye geldik. Çocuk haklarından başlamıştık, sosyal politikadan bahseder olduk. Oysa konumuz görmezden geldiğimiz göçmen çocuklar değil miydi? Hani yok saydığımız… Aslında tam da ondan bahsediyoruz. Her biri farklı aileden gelen, her biri kendi ailesinin kültürü ile yoğrulan ve ebeveynlerinin izdüşümünde birey olan çocuklardan bahsediyoruz.

Göçmen çocuk olmak, çoğu zaman çocuklar arasında sistemin en zayıf halkası olarak, daha ilk anda “çocuk” tanımının içine girememek anlamına dahi gelebiliyor. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi, her bireyin 18 yaşına kadar çocuk olduğunu tanımlasa da; kayıtsız göçmenlerin çocuklarının da kayıt dışı kalması, çocuğun kimliksiz kalmasını ve hatta biyolojik yaşının tespitini bile imkânsız kılabiliyor. Bir çocuk için düzensiz göç içinde yer almak, eğitim ve sağlık hizmetleri gibi vatandaş çocuklara sağlanan birçok olanaktan yararlanamamak ve hak ihlallerine çok açık bir hale gelmek anlamına gelebiliyor. Yasal olmakla yasadışı olmak arasındaki varlık hali, çocukların pek çok temel haklarına erişememeleri ile sonuçlanıyor ve bizler de temelde çocuğun hakkı olan “eğitim”, “sağlık” hizmetlerini çocuklara değil de ailelerine sağlamıyormuş gibi yapıyoruz. Evet, “muş” gibi yapıyoruz ve ailelere bazı yaptırımlar uygulayarak onları yasal zemin içine almaya çalışıyoruz. Oysa hizmetten asıl mahrum olanları görmüyoruz, görmek istemiyoruz.

Geçtiğimiz son üç yılda, profesyonel meslek hayatımda,  o kadar çok örnekle karşılaştım ki. Kendi gözlerimle tanık oldum, kendi kulaklarımla duydum, kendi sorumluluk alanım içerisinde de elimden geldiğince resmi kuruluşlarla sorunlara çözüm bulmaya çalıştık. Başarılı olduklarımız da oldu, olamadıklarımız da…  Ve dilediğimiz sonuca ulaşamadığımız vakaların çocukları halen aynı sorunlarla, halen bizlerle aynı topraklarda, sistem onları görmemek için ısrar etmesine rağmen büyüyor.

Dedik aslında… Çocuklar ailelerinin izdüşümünde yaşarlar. Hâlbuki aileler kadar, yaşadıkları toplumun da onlara yönelik ikincil sorumluluğu kuşkusuz hayatidir. Aslında bahsettiğim devletin sorumluluğu değil aslında, bu satırları okuyan senin sorumluluğun. Sana ait olmasa da, senin canın ve kanından olmasa da, kendini koruyamayacak durumda, pek çok tehdit ve tehlikeye açık bir çocuk için neler yaptığın ve neler yapabileceğin…

Göçmen ailelerin, göçmen çocuklarını bekleyen sorunların başında, eğitim ve sağlık hakkına erişim, kimlik sahibi olma ve çocuk işçiliği ile karşı karşıya kalmak geliyor. Özellikle geniş aile bağından koparak, çekirdek aile olarak yeni bir hayat kurmaya çalışan göçmen ailelerin ebeveynleri uzun mesai saatleri çalışmak ve sosyal destek ağından yoksun olmakla karşı karşıya kalınca, çocukların ilk ellerinden yitirdikleri eğitim hakkı oluveriyor. Eğitim seviyesi ve kültürel altyapı da devreye girdiği zaman, ebeveynlerin sorun çözme becerilerinden yoksun ya da yetersiz olması, çocukların eğitim dışı kalmaları ile sonuçlanıyor… Yok mu? Var… Hem de düşünmediğiniz kadar. Zorunlu eğitim yaşında olmasına rağmen, özellikle ergenlik çağındaki çocukları ile baş edemeyen ve ihtiyaç duyduğu sosyal ve psikolojik desteği alamayan aileler, çocuklarını okuldan alarak işe vermeyi kolayca tercih edebiliyor. Yaptırım o kadar naif ki, resmi görevliler eve gittiği zaman bile bazen tavırlarda değişiklik olmayabiliyor… Oysa bu ailelerle, güven ilişkisine dayandırılacak yapılandırılmış ve çok yönlü sosyal hizmet verilmesi gerekiyor ki bu da sonuç alabilmek için bazen iki, bazen üç yıl nitelikli çalışma yapmak anlamına geliyor… Varın siz hesaplayın artık…

Yer, Lefkoşa’da gün içerisinde yüzlerce kişinin girip çıktığı bir alışveriş merkezi. Mısır tezgâhının ardında bir çocuk, hem de okul saatlerinde…  Kimse sorgulamıyor. Sorgulasa da nereye başvuracağını bilmiyor gerçi. Soruyorsunuz, “derslerim kötüydü abla” diyor. “Annem, babam da elim ekmek tutsun diye buraya verdi.” Peki, ne yapmalı? İşte ötekileştirme burada devreye giriyor. Çocuğun “bizden” olmadığını anladığımız anda, çocuk işçiliğini büyüdüğü aile kültürüne atfediveriyoruz. Onlarda öyle oluyor… Oysa bilmiyoruz ailenin durumunu, sorununu… Bilmiyoruz ki, okul çağında olan ve aslında “adam olsun” diye işe verilen çocuğun pek çok farklı tehlike ile karşı karşıya olduğunu ve ileride pek çok farklı sosyal sorunla karşımıza gelebileceğini. Düşünmüyoruz. Bu sorumluluğu üzerimize almamak kolay geliyor. Yeri geldi madem, ne yapacağımızı da söyleyelim. Sosyal hizmetler dairesini bilgilendirmek ve önlem almasını sağlamak gerekiyor.

Açıkça vurgulamakta fayda var: Evet, mevcut altyapı ile şu anda sosyal hizmetler dairesinin var olan bu sorunlara kalıcı ve yapılandırılmış hizmet sunmasını beklemek gerçekçi değil. Ancak bu yine de sizin sessiz kalma gerekçeniz olmamalı. Sorunlar, sahip çıkıldıkça, önemsendikçe çözüm yolunda ilerleyebilir… Siz görmezden geldikçe, herkes görmezden geliyor; ancak tek bir kişi gördüğü zaman, herkes görmeye başlayabilir.

Bir başka örnek üzerinden konuşalım. Baba, daha iyi şartlarda yaşamak, para kazanmak, “hayatını kazanmak” adına çıkıp gelmiş. Yanına ailesini de almış. İş bulmuş, yani sistemin içine girmeyi başarmış, resmen “kayıt altında”. Gelir dar. Yaşanılan ev çat pat. Ailenin geri kalan üyeleri de kayıt altına alınacak; ancak bir sorun var. Evin fiziksel koşulları yetersiz olduğu için “oturum izni” verilmiyor. Gelir belli, kiralanabilecek evler belli. Yetkililer izni vermiyor vermesine de, kimse “çözüme” ulaşmak için de bir girişimde bulunmuyor. Çoğu zaman baba “yasal” olmasına rağmen, anne “kayıt dışı” kalıyor. Çözüm belki başka eve geçmek ama bu çoğu zaman dar gelirli aileler için tercih edilen ya da gerçekleştirilebilen bir çözüm yöntemi olmuyor. Sistemin zayıf halkası; hem göçmen kadın hem de çocuklar şimdi… Kimi zaman daha anne karnındayken bile “kayıt dışı” olmaktan dolayı sağlık hizmetlerine erişemiyor, kimi zaman okula kayıt için gereken oturma belgesini temin edemediği için aile tarafından okula dahi gönderilmiyor. Çoğu zaman resmi makamlar tarafından tespit edilmiyor. Tespit edildiğinde de yapılacaklar mevcut altyapı ve destek hizmetleri ile sınırlı kalıyor. Çözülemeyen vakalar, bir yıl, iki yıl, üç yıl sonra; bambaşka sosyal sorunlarla sarmalanmış büyüdükçe büyümüş bir sarmal olarak karşımıza çıkıyor.

Yaşanmış öyle çok vaka, karşılaşılmış öyle çok çocuk hakları ihlalleri var ki… Çocuklar her zaman naif, her zaman korunması gereken canlı kanlı bireyler; biz doğursak da, doğurmasak da… Bizim sorumluluğumuz; bir çocuğun sağlıklı, mutlu ve üreten bir bireye dönüşmesi için, sağlıklı gelişmesi ve yetişmesi için tüm fırsatlara erişmesini sağlamak olmalı.  Mesele hiçbir zaman salt göç meselesi değil; onayladığımız, kabul ettiğimizi göğsümüzü gere gere söylediğimiz ama uygulamaya nedense bir türlü yansıtamadığımız “haklar” meselesidir. Mesele, tektipleştirerek yarattığımız “göçmen çocuklar yalın ayak gezseler de hasta olmuyorlar” gibi gerçek dışı mitlerin içeriğini algılama, onları görmezden gelmenin nasıl yollarını bulduğumuzu fark etme meselesidir. Bizler özel derslerden; bir sosyal faaliyetten diğer sosyal faaliyete taşıdığımız çocuklarımıza sağladığımız hizmetleri görebildiğimiz kadar; hep ikinci el kıyafet giymek zorunda olan, asla istediği bir sosyal faaliyete, spor aktivitesine katılamayan ya da ailesinin ebeveynlik kapasitesi yetersiz olduğu için kendi ailesinin yanında yaşama hakkına sahip olmak için destek göremeyen çocuklarımızın ulaşamadığı hizmetleri de yaratabilmektir. Mesele, tek başına çocuklarını yetiştirmeye çalışan göçmen kadınların, geniş aile bağına ve sosyal destek ağına sahip olmadığında; işe giderken 4 yaşındaki çocuğuna 2 yaşındakine bakma sorumluluğu verdiğinde; kadını cezalandırma değil, ona özel hangi hizmetleri sunabileceğimizi tartışmamızı gerektiren meseledir. Dolayısıyla aslında sormamız gereken soru, bizim gerçek bir çocuk politikamızın var olup olmadığıdır?

Bu haber toplam 2120 defa okunmuştur
Gaile 293. Sayısı

Gaile 293. Sayısı