Varoluşsal Bir Tercih Olarak Dünya Barışı
Umutsuzluğumuz tetiklenerek şu soruya takılıyoruz: Dünyada sürekli bir barış ortamı sağlamak mümkün mü?
Nügen Derman Duru
[email protected]
“Sapere aude! Aklını kullanma cesaretini göster!”
I.Kant
Pınar Selek, “Birbirimizin gözlerinde kendimizi anlayacağımız günler için…” şeklinde bir dilek cümlesi ile başlar “Barışamadık” adlı kitabına. Barışı ise, bireysel ve toplumsal düzeyde şiddetin tüm görünüm ve boyutlarıyla ortadan kalktığı hukuki bir düzey, kültürel ve sosyal bir varoluş biçimi olarak tanımlar.[1]
Barış isteğinin çoğumuza hayalci veya romantik bir söylem gibi gelmesi, savaşa olan aşinalığımızdan, savaşı kanıksamış olmamızdan olsa gerek! Yıllarca tarihin savaşlardan ve onların sonucunda imzalanan antlaşmalardan ibaret olduğunu sanan bir nesiliz. Barışın özü gereği hem bireysel hem de toplumsal düzeyde yıkıcı ilişkiyi reddettiğini, uyum içerisinde, sadece kendini değil, tüm canlıların mutluluğunu ve huzurunu gözeterek yaşama hali olduğunu çok sonraları öğrenmeye başladık. Öyle ki artık barışın beyaz güvercinlerden, zeytin dallarından ve tüttürülen çubuklardan çok öte bir şey olduğunu biliyoruz. Bugün hala dünyanın farklı bölgelerinde, onca uluslararası örgütün, barış gönüllüsü organizasyonun, yıllar süren çabalarına ve çırpınışlarına rağmen savaşlar, çatışmalar devam ediyor. Yaşadığımız toprak parçası başta olmak üzere birçok yerde silahların susmuş olmasının barış halinin bir göstergesi olmadığının farkındayız. Umutsuzluğumuz tetiklenerek şu soruya takılıyoruz: Dünyada sürekli bir barış ortamı sağlamak mümkün mü?
Olumsuz bir yanıtı içinde barındıran bir soru gibi duruyor olsa da biliyoruz ki umut yitirildiği an, zihinler savaşa teslim olur. Bunun sakıncalarını görmemiz ve bu uğurda yazılıp çizenleri, gösterilen çabaları daha çok gündemde tutmamız elzemdir. Barışın bir ütopya değil, umut olduğunun, umudun ise değişimin, dönüşümün temel dinamiği olduğunu daha çok dillendirmemiz gerekir.
Dünya barışının sağlanabileceği fikrini çürütecek ve destekleyecek pek çok fikir ya da kanıt ileri sürülebilir. Dünyada sürekli çatışmaların, savaşların varlığı, insanın bencil arzuları, güce tapması, iktidar düşkünlüğü dünya barışının önündeki en büyük engel olarak görülebilir. Hatta bu gerekçeler barışın olanaksızlığının kanıtları olarak servis edilir çoğu zaman. Ancak öte yandan elimizde bu fikri, yani dünya barışının mümkün kılınabileceğini doğrulayacak kanıtlar da mevcuttur. Her savaşın, çatışmanın ardından içine girilen barış arayışları, uluslararası barış örgütleri, barış gönüllüleri, sınır tanımayan doktorlar, öğretmenler, insan hakları savunucuları, bu uğurda gösterilen çabalar ve daha nicesi dünya barışının sağlanabileceği fikrini doğrulamak için kanıt olabilir.
Herakleitos’tan Platon ve Aristoteles’e, Stoacılardan, Erasmus ve Kant’a kadar pek çok düşünürün görüşlerini bu konuda dayanak olarak gösterebiliriz. Her dönemin siyasi ve kültürel koşullarına paralel olarak olgunlaşan bu görüşler bize çok zengin bir birikim sunar. Örneğin İlkçağ Site devletlerinin siyasi çekişmeleri içinde yaşamış olan Platon, mecbur kalınması durumunda barışa giden yolda savaşı meşru görmekteydi. Hobbes insanı barışı yaratmada ve korumada yetersiz görür. Görünen o ki onların bu görüşlerini benimsemiş ülkeler ve liderler hala var. Ancak bunun yanında Erasmus ve Kant gibi barışın sağlanmasında aklın önemli bir işleve sahip olduğunu savunan filozoflar var. Şiddetsiz çözümü kendine ilke edinmiş siyasetçiler, daha da ötesi, apayrı bir yazı konusu olmaya değer, iç barıştan başlayarak dünya barışını vaat eden Uzakdoğu, özellikle de Mahatma Gandhi’nin şiddetsiz direnişe dayalı Satyagraha felsefesinin birikimi var.
Dünya barışının sağlanabileceğini hem doğrulayan hem de çürüten kanıtlarımız varsa, bu durumda tercihimizi birinden yana kullanmamız gerekecektir. Bir görüşü hem doğrulama hem de çürütme durumu söz konusu olduğunda geriye onlardan birini tercih etme yönünde bir karar almak kalıyor. İşte, 18. yüzyıl aydınlanma filozofu Immanuel Kant için bu bir varoluşsal tercihtir; o böylesi bir dönemeçte, dünya barışına giden yolda yürümeyi seçer. Kant’ın görüşlerini en çok eleştiren Nietzsche’nin “Bir filozofun bilinçli düşünmesinin çoğu, onun içgüdüleri tarafından yönlendirilir ve belirli yollarda ilerlemeye zorlanır.” [2] sözleri bile, Kant’ın temeldeki muradının sürdürülebilir bir barış kültürü olduğunu destekler gibidir.
Tercihini barıştan yana kullanan Kant’ın 1795’de yayımlanan “Ebedi Barış Üzerine Bir Deneme” adlı yazısı, barışın felsefi temellerinin de anlaşılması açısından önemli bir metindir. Aydınlanma Çağı’nın bir filozofu olarak, dünyada barışın sağlanması ve sürdürülmesi yönünde gösterdiği insani çabası ve dehasının ürünü olan bu metin, olgunlaştığı yüzyıl dikkate alındığında daha da önem kazanır. İki yüz yıl sonrasında yaşanan dünya savaşlarının neredeyse öngörüsü üzerine oluşturulmuş olan bu görüşler oldukça anlamlı ve değerlidir. Dünyanın savaşlarla, şiddet ve terörle bu kadar sıkı fıkı olduğu, dahası toplumca umutlarımızın dibe vurmaya doğru gittiği bu dönemde Kant'ın görüşlerini anımsamak, bir nebze de olsa içimizi rahatlatacaktır.
Felsefesine insanın bilme gücünü sorgulayarak başlayan Kant, dünya sorunlarının akıl yoluyla bilinebileceğini ve çözülebileceğini düşünür. Kaynağını akılda bulan bir kesin buyruğa ulaşır ve eylemin ardında yer alan niyete de maksim der. Eylemlerimizin altında yer alan bu genel ilkeyi, kesin buyruğu, ahlaki bir ödev olarak nitelendirir ve insanı başlı başına bir değer olarak görür. İnsan dünyaya doğuştan özgür olma hakkıyla gelir. Eylemin ahlaksal değerini de onunla ulaşılacak amaçta değil, onu yaptırtan istemenin altında yatan ilkede bulur. İstemenin ahlaksal olarak iyi olması, eylemin ilkesinin herkes için genel bir yasa olmasını isteyebilmekte yatar. Niyetin önemli olduğunu ve aklı ile insanın ahlaki davranışların ilkelerini koyabilecek güçte olduğunu söyler. Tek tek her bireyin başkasının hakkını da koruduğu demokratik bir dünyada sürekli barışın olanaklı olacağını düşünür. Bunun dayanağı olarak da aklını kullanma cesaretine sahip insan doğasını gösterir. Ona göre insan, aklını kullanarak bir hukuk düzeni kurup, yasal durum aracılığıyla barış kültürünü yaratabilir. [3] Devletlerin, özgür yapılarını koruyarak bir federasyonda anlaşmaları halinde barış ortamını sağlayabileceklerini iddia eden Kant, cumhuriyetçi yapılanmayı, ticaret ruhunu, dünya vatandaşlığı anlayışını, hukukun akli temellere üzerinde durmasını ve uluslararası hukukun üstünlüğünü temel ilkeler olarak görür. [4]
“Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme” adlı eserinde, devletlerarasında ebedi barışı tesis etmenin ön koşulu olan altı madde ve ebedi barışı tesis edecek üç nihai maddeden oluşan iki bölüm yer almaktadır. Ayrıca eser; ebedi barışın teminatını, ebedi barışın gizli maddesini ve ebedi barış konusunda ahlakla politika arasındaki zıtlığı ele aldığı eklerden oluşmaktadır.
İki büyük dünya savaşını yaşadıktan sonra Kant’ın görüşlerinin de etkisiyle kurulan ve bugün dünya barışı konusunda çaba harcayan Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği gibi örgütleri başarısız bulsak da bu uğurda hiçbir çabanın olmamasının sonuçlarını bilmek dahi istemeyiz. Yaşantılarımız bize tersini gösterse bile, bu uğurda çaba göstermek bir varoluşsal tercihimiz olmalıdır. Tıpkı Sysyphos’un kayayı tepeye yuvarlaması gibi bizler de barışı aynı ısrarla, başarısız olma pahasına da olsa bunu niyet etmeli ve eyleme dökmeliyiz. İnsan olmanın özünde iyi olanı isteme varsa eğer, bu insanın aynı zamanda eylemlerinin altındaki temel niyet olmalıdır. O nedenle barışı istemek insanın aynı zamanda ödevidir.
Oluruna bırakılması durumunda şiddetin her an her yerde ortaya çıkabileceğinin öngörüsüne sahip olan bir düşünür olarak Kant, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir barış kültürünün oluşmasının insanın çabası ile gerçekleşeceğini düşünür. Şiddet içerikli eylemlerin, savaşların, çatışmaların normalleştirilmesinin içimizi kararttığı bir dönemden geçiyoruz. Her an patlamaya hazır öfke nöbeti içindeki bireyler, kitleler ve toplumlar savaş çığırtkanlığı içinde. Kant’ın aydınlanma dediği, hem insanın hem de toplumun, kendi hatası sonucu içine düştüğü ergin olmama durumundan kurtulması, bireysel ve uluslararası düzeyde barış kültürünün oluşturulmasında önemli bir adım olacaktır. O nedenledir ki iki yüzyıl sonra bile insanın tercihini savaştan değil, barıştan yana kullanabileceğine inanan bir dehanın görüşlerinin içimizi ısıtmasına çok ihtiyacımız var.
Barışı tercih etmenin ilk adımı, kendi varlığımızdan hoşnut olmaktır. Varlığımızın ağırlığı altında ezilmeden, olumsuzluklarımızın girdabında kaybolmadan, değişmeye açık olarak hayatı kucaklayabilmektir. Keza, insan ve diğer canlılarla olan ilişkilerimizde, insan haklarının korunması temeline dayalı hassasiyetlerde bilinçli ve etik kararlar alabilmek de son derece önemlidir. Çünkü barış içinde yaşama, sorunlara şiddet dışı yollarla çözüm üretebilme en çok da öteki ile olan ilişkimizde ortaya çıkan bir ihtiyaçtır. Yeteneklerimizi sadece kendi iyiliğimiz ve faydamız için değil, başkaları için de kullanabilme, eylemlerimizde öteki olanın haklarını da gözetebilme yaşamın apayrı bir boyutu yakalayabilmedir. Kuşkusuz bu hem en safından katıksız insani duyguları, hem üst düzey bir etik bilinci, hem de hukuki bir düzeyi gerektirir. Çünkü ortak çıkarları gözetebilme, adalet, eşitlik ve özgürlük ideallerine teoride ve pratikte sahip çıkabilme, duygudaşlık ve dayanışma barış kültürünün olmazsa olmazlarıdır.
Bugün kendi içimizde, ev içinde, komşu ilişkilerinde, gruplar ve toplumlar arasında kendini ciddi anlamda gösteren çatışma durumu, küresel güçlerin dünya üzerinde yarattığı tehdit, açlıktan ölen milyonlarca insan, yaşadığı toprakları terk eden insanlar içimizi ürpertmektedir. Her an tetikte yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu çok iyi bilen bizler, yaşadığımız bu toprakların da aslında her an ufacık bir kıvılcımla tutuşmaya hazır kuru otlar gibi olduğunun farkındayız.
O nedenle yüzyıllar öncesinden bize seslenir Kant ve : “Bütün ahlak yasalarının yüce mahkemesi olan akıl, savaşı hukuksal bir yol olarak kullanmayı şiddetle lanetler (çünkü savaş ve elde edilirse zafer, davanın haklı olduğunu herhangi bir biçimde kanıtlamaz); barış halini de mutlak bir yükümlülük olarak tanır.” [5] diyerek barışa giden yolu aralamaya davet eder.
Kaynakça:
1. Selek, Pınar, Barışamadık, İthaki Yayınları, 2004, İstanbul
2. Nietzsche, Friedrich, İyinin ve Kötünün Ötesinde, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020, İstanbul, s.7
3. Çoban Oran, Filiz ve Pekcan, Cemre, “Uluslararası İlişkiler Düşüncesinde “Dünya Barışı”: Immanuel Kant ve Zhao Tingyang Felsefesi Üzerine Bir Karşılaştırma“, Uluslararası İlişkiler, Cilt 14, Sayı 55, 2017, s. 3-18.
4. Bozkurt, Enver, Kant’ın Ebedi Barış Üzerine Denemesinin Günümüze Yansıması, DergiPark, Cilt 23, Sayı 1, 2007
5. Tepe, Harun “Etik Savaşları Önleyebilir Mi?”, Barışın Felsefesi, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, Ankara, 2013, s. 64