1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Varoluşun Dipsiz Kuyusunda Ne Var?
Varoluşun Dipsiz Kuyusunda Ne Var?

Varoluşun Dipsiz Kuyusunda Ne Var?

Eğer gerçekliği ikiye böler ve insanları da bu bölünmenin bir tarafında olmaya zorlarsanız insanlar cahil, çaresiz ve güçsüz bir duruma düşerler.

A+A-

 

Yılmaz Akgünlü
[email protected]

Ünlü bir Çin atasözü, insanlara balık vermekten daha iyisinin onlara balık tutmayı öğretmek olduğunu öğütler. Ancak felsefe tarihine baktığımızda balık tutmayı öğretmeyi deneyenlerin çok fazla olmadığını söyleyebiliriz. Filozoflar düşünmeyi öğretmekten ve tartışmaktan çok, inandıkları gerçekleri savunurlar genelde. Gene de eleştirel bir okumayla Varlık bilmecesini çözmeyi ya da çözmemeyi öğrenebiliriz belki de. Çözmemeyi diyorum çünkü yaşam dediğimiz şu akıl almaz bilmeceyi çözmek demek, belki tam da onun çözülemezliğinden alınan keyif noktasına varabilmektir. Bir noktaya varmak o noktada durmak olarak da anlaşılmamalı, çünkü düşünce kendi akışını izleyerek düşünülemez olanı düşünmeye kadar gelebilirse varoluşun dipsiz kuyusuna bakıp durmanın tek başına her şeye yetebileceğini düşünebilir. Yetmek her neyse tabii…

Ağaçlara bakarken ormanı görmemek sözünde olduğu gibi, yaşamın sadece önümüze çıkan detaylarına takılıp kalırken onun bütünlüğünü göz ardı etmek büyük bir kayıptır bana göre. Varoluşsal sorunlarımızın, hayatın anlamına ve kendi hiçliğimizin korkunçluğuna ilişkin bitmeyen kaygılarımızın bir türlü anlama ve varlığa dönüşememesidir gerçek kayıp. Çünkü yaşamı ölümün kıyısından izlemedikçe onun gerçek değerini de kaçırıyoruz. Ölüm işte o dipsiz kuyu şimdi tam önümde, onun karanlık dipsizliğine bakmaya alışabilirsem belki de gördüğüm şey beni çok fazla şaşırtabilir. Onun benden hiç de yabancı olmadığını, benim en derin varlığımla ve güçlerimle bağlantılı olduğunu, hatta bizzat onlar olduklarını görebilirim. Bağlantılı olmakla bizzat o olmak arasındaki aşılmaz ilişkiyi düşününce…

Gözlerim bu dipsiz kuyuya bakarken onun güzelliğiyle büyüleniyorum. Ancak bu uyuşturucu büyülenme, insanı uyutmak şöyle dursun tam tersi gerçek anlamda bir farkındalığa ve uyanıklığa götürecek bir canlanıştır. O anda gördüğüm şey sonsuzlukla sonluluk arasında hiçbir fark olmadığı olacaktır ve bu gerçek, benim şu hüzünlü biçimde sonlu yaşamımın hakiki bir sevinçle yaşanıp bitirilecek harika bir oyun olduğu hissidir. Ne yazık ki hüzün yakamızı kolay kolay bırakmaz ve bizi kaygıya iter. Kaygı, varoluşun ortasına atılmış ve yaşadıklarından, kararlarından sorumlu bir birey olmanın ağırlığı altında ezilen varlıklar olmamızın bir sonucudur. Ölüme yazgılı bir yaşamın ortasında bir de özgür düşüncemizi ve bakışımızı kaybetmiş halde, tam anlamıyla kendimizi kayıp hissetmemizden normal ne olabilir? Özgürlüğümüzden tamamen vazgeçip ‘Varoluşumuzu Seçme’nin sorumluluğunu almaktan kaçınırsak kaygıdan da kaçabiliriz. O halde Varoluşsal bir kaygı yaşıyor olmamız hâlâ canlı olduğumuzun bir işareti olabilir.

Ancak burada duramayız. Eğer üretken değilsek Varoluşsal kaygı gereğinden fazla yıpratıcıdır; biz de günlük yaşama kendimizi kaptırmaya koyuluruz. Kaçınılmaz olarak günlük yaşamımız birçok sorun doğurarak bizi oyalar. Böylece bir süre daha bu korkunç kaygı hisleriyle boğulmak durumunda kalmayız. Ancak bu durum da bizi tatminsiz, gerçek cevapları bulduğunu yeterince hissetmeyen, yaşamdan tam anlamıyla doya doya keyif alamayan, keyif alsa da sonrasında birçok suçluluk yaşayan insanlar haline getirir.

Varoluşsal analiz bize bu noktada sonsuz bir fayda sağlayacaktır. Kişisel dünyamın sürekli bir biçimde dalgalanarak beni dehşet içinde bırakıp yaşamımı işkenceye dönüştürmesinin nedeni, kendimi büyük bir kesinlikle bu kesinsizlik noktasında keşfetmememdir! KEŞFETMEMEM!

Bunu biraz daha açalım: Varoluşsal analiz bana şunu söylüyor: Kendimin kim oluşunu kesinlik içinde keşfetmem demek, kendimi bilmem demektir ve bu da beni kendimi bilmemenin özgür ve sonsuz açılımından mahrum eder. Kendimi bildiğim zaman yaşamın heyecanı artık biter; bir imgeye hapsolurum ve bu kez de gerçek kendime ihanet etmenin kaygısı ortaya çıkar. Kendini bilmenin kaygısı kendini bilmemenin kaygısından daha da korkunçtur. Buna Varoluşsal Yalan diyebiliriz. Kendimi aldatıyorum, dünyaya ve kendime olmadığım bir kişi olarak görünüyorum.

Varoluş ve Dil

İşte tam bu noktada konuştuğumuz dilde bir devrim yapmam gerekir, yoksa varoluşsal bakışı (varoluşsal bakış derken varoluşçu felsefeyi değil, kendi varoluşumu doğrudan kavrayışımı kast ediyorum) anlayamayacağız. Biz özgür bakışımızı toplumsal dil ve ondan doğan düşüncelerle kaybettik. Toplumsal dil toplumsal işleyişin düzen ve istikrarını gözetir. Son derece karmaşık yaşamsal bağların, herkes için anlaşılır ve üzerinde uzlaşılarak devinilebilen bir ortama dönüşmesi için basit kurallara ve yasalara indirgenmesi gerekmiştir. Bu indirgenmiş bilince toplum diyebiliriz. Bu indirgenme bize hatalı ve çarpık bir dünya görüşü sunar. Bunun en kötü sonucu ise iç dünyamızın ve gerçek dünyanın karmaşıklığının (kaos anlamında bir karmaşadan değil, kolayca anlaşılamayan sonsuz bağlantılar anlamında bir karmaşa) ve zenginliğinin bizim için yok olmuş olmasıdır. Bu indirgenmiş bilincin içselleştirilmesi için toplumsal dil, zihnimizin derinliklerine kazınır. O halde Varoluşsal İndirgenme ve dolayısıyla Varoluşsal yok oluşla (çelişkili görünse de var olmadan yok olamayız) baş etmenin ilk yolu dilin analizi ve sonra da yeni bir dil kullanımı olmalıdır.

Toplumsal dil egemen güçlerin elinde olduğundan, ikileştirici, kutuplaştırıcı hale getirilmiştir. Böylece insan topluluklarının yönetilmesi mümkün hale gelmiştir. O halde varoluşsal özgürlük, gerçekte aynı zamanda politik özgürlüktür. Şimdi o halde, hem kendimiz hem de insanlığın özgürleşmesi adına toplumsal dili çözümlemekle işe başlamak durumundayız.

Eğer gerçekliği ikiye böler ve insanları da bu bölünmenin bir tarafında olmaya zorlarsanız insanlar cahil, çaresiz ve güçsüz bir duruma düşerler. Kolayca yapay tartışma konuları üretebilir ve insanlar bu sahte sorunlarla boğuşurken siz de kirli işlerinizi görebilirsiniz. İnsanları evrim teorisine inananlar ve kutsal kitaba inananlar diye ikiye bölenler ne yazık ki sadece egemen güçler değil, bizzat aydınlanmanın temsilcisi olması gereken sol görüşten dogmatikleşmiş insanlar da olabilir. Zaten daha en başta toplumun uzlaşmaz iki kutup algısı içinde sol ve sağ diye ikiye bölünmesi bile başlı başına büyük bir sorundur. Sol ve sağ aynı beden içinde ya da bir bütünlüğün iki eşit tarafını temsil etmez mi? Sol olmadan sağ olamayacağına göre, değişebilecek bir sabitlik (gelenek) olmadan değişim olabilir mi? O halde sol sağa, sağ da sola gereksinir. Ancak gel gör ki ne sağ sağdır ne de sol soldur. Çünkü bunlar aynı toplumsal yapının bulunması gereken iki dinamiği olarak birbirlerini görmek yerine, biri diğerini tümüyle yanlış ve ortadan kalkması gereken düşünce biçimleri olarak görürler. Kıbrıs özelinde konuşursak, solun ve sağın temsil etmeleri beklenen, umulan varoluşsal ve düşünsel pratikleri ne ölçüde temsil ettikleri sorusunun cevabını sevgili okura bırakıyorum.

Evrime Karşı Yaratılış Miti

İkiye bölünmüş gerçeklik insanın kim olduğu sorusunda çok dramatik bir biçimde ortaya çıkar. Önce kim olduğumuzu tanımlarız ve sonra o tanımı doğrulamak için amansız bir çaba içine gireriz. Örneğin, insanın kökeni sorusunu inceleyelim. İnsan milyarlarca yıllık evrimin bir sonucu mudur yoksa dinsel bir yaratılış mitinin kahramanları olan Âdem ile Havva’dan mı geliyoruz? Ne fark eder, diyesi geliyor insanın! Sen kendini bilip tanımadıktan sonra ne fark eder? Geriye dönüp maymun olduğun zamanları mı yaşayacaksın? Ya da cennetten kovulmamış hissediyorsan kendini ya da bu hiç umurunda değilse, katlanamayacağın bir cennette yaşamak yerine, iyi ki kovulmuşsunuz Âdem ve Havva diyebilirsin.

Nereden okursak okuyalım bu öykü insan oluşumuza dair çok önemli sorunlara ışık tutuyor ve sorgulamalarımıza şevk veriyor, tam da bir mitten beklendiği gibi. Bu nedenle evrim teorisiyle çatışması mümkün değil, olsa olsa iki açıklama biçimi kendi alanlarından birbirlerine bakıp değerlerini daha da pekiştirebilirler. Âdem şeytana uyarak cennetten kovulduysa bundaki hikmeti bulmamız gerekir belki de. Âdem kendi kendinin bilincine varan insan olarak, bizzat kendi yarattığı Tanrıya başkaldırmış olabilir. Ki bu Tanrı hem vardır hem yoktur. Yasaklar koyan bir tanrı (ki koyduğu bir yasak çiğnendiği için insanı cezalandırmıştır) ancak insanın Varoluşun sonsuz çatışmalarından korkarak yarattığı bir tanrı olabilir. Öte yandan bilinmezlikler, kötülükler ve besleyici çelişkileriyle özgür yaşama atılmak tam da Tanrıdan koparak Tanrının istediği şeyi yapmaktır. O Tanrı ki kendi en derin özümüzden, insan olmanın sonsuz potansiyelinden başka ne olabilir ki? Bu nedenle en derin varoluşsal, tanrıtanımaz bilinçlenme yolculuğu çelişkili bir biçimde Tanrıya varacaktır. Ama bu defa vardığı Tanrı, düşünce ürünü olmayan bir yaşantı, bir Tanrı-Doğa-Benlik olacaktır.

Erich Fromm ise Âdem ile Havva mitinin, kötülüklerin kaynağı sorusuna cevap verme girişimi olarak bir zamanlar din adamlarının icat etmek zorunda kaldıkları bir mit olduğunu söyler. Eğer Tanrı mükemmelse, dünya nasıl bu kadar kötü olabilir? Dünyadaki kötülüklerin suçunu birine yüklemek gerekir, çünkü her şeye gücü yeten Tanrı’nın kötülüklerle dolu bir dünya yaratması Tanrının otoritesine ve Kutsal İyi imgesine zarar verir. Bu durumda suçlu gene ilk insan olan ve işlediği bu suçla bizi de bu kötü dünyaya mahkum eden Âdem’dir.

Varoluşsal boşluğumuzun ve acılarımızın kaynağını ister Âdem ile Havva’da, isterse tesadüf eseri büyük patlama sonucu oluşmuş bir dünyada arayalım, sonuç fark etmez. Bu acıları yaşayan bizleriz ve bizzat ben kendim bu boşluğun sorumluluğunu almakla yükümlüyüm. Doğruyu söyleyenin dokuz köyden kovulduğu doğruysa etrafımdaki insanların çoğunun yalancı ve cahil olacağını varsayabilirim. O halde kendime karşı samimi olmakla işe başlamalıyım. Benim zihnimin en derinlerinde neler olup bitiyor acaba? Bir algı, bir düşünce ve bunların sonucu oluşan bir yaşantı nasıl doğuyor? Ve sonra nasıl ortadan kalkıyor? Nereden geliyor bu garip dünya? Ben sadece çevremin yarattığı bir kurban ve koşulların doğurduğu geçici bir özne miyim? Yoksa çok daha derinlerden gelen bambaşka bir varlık mıyım? Bu soruların cevaplarını nerede bulabilirim? Kitapların bana nasıl bir etkisi olabilir?

Kitap okumak ve felsefe yapmak kendi kendimize yapacağımız keşfin yerine konmaya çalışılırsa bir noktadan sonra bizi varoluş sorunumuza cevap vermekten alıkoyan en büyük engeller haline gelebilir. Çünkü aslında gerçek bir iş yapmadığımız halde yapıyoruz sanabiliriz. Bu hiçbir şey yapmadığımıza inanmaktan bile daha kötü olabilir. Bu nedenle yaşamın anlamını sorgulamaya başlayan ender insanlardan biriyseniz bu konuda kendi kendinize yapacağınız çalışmaları en yüksek özen ve değerde gerçekleştirmek zorundasınızdır. Kitaplar doğru bir tutumla okunursa zihnin açılımını tetikleyen kıvılcımların çakması için uygun bir ortam oluşturabilirler. Mesele kitap okurken uyanıklığımızı elden bırakmamaktır. Okuduğumuz şeyin öylesine içinde olmalıyız ki, onu reddeden ya da kabul eden bir kişi bile kalmasın orada. Okuduğum şey beni bu şekilde en iyi şekilde beslerken geride sahiplenilecek birtakım düşünceler kalmamalıdır. Kitaplara sahip olmanın ya da içlerindeki düşünceleri tutmanın da bir tür oburluk olduğunu söyleyebiliriz. Yaşamın anlamı hakkında yazılmış bir kitabı okumanın kendisi anlamlı olabilir, ancak o kitaptaki hiçbir düşüncenin bizim için kalıcı bir iz bırakmamasını sağlamak önemlidir. Çünkü herhangi bir iz yaşamın dipsiz kuyusunun berraklığını elimizden alacaktır.

Kendi zihnimizdeki kitabı okumamızı engelleyen hiçbir okuma değerli değildir, okumalarımız kendi zihnimizle yapıldığı sürece bu tehlike ortadan kalkar. Ancak eleştirel bakışını kaybeden ve okuduklarının gerçeğin etrafında uçuşan kelebekler denli güzel olabileceğini unutan bir zihin kelebekleri gerçeğin kendisi sanabilir.

Yaşam çok büyük bir hikaye ve biz ne zaman onu anlamaya çalışsak şu küçük aklımızla, toplumun bize dayattığı kavramlarla ne zaman onu anladığımızı sansak büyük bir yanılgıya gireriz. Kitaplar ya da teoriler bize sadece yaşamın enginliğini duyumsatabildikleri, sınırlarımızı kırmamıza yardım ettikleri oranda değerlidirler. Yaşamı ve benliğimizi sınırlı bir ölçüye göre anlamaya kalkıştıkça bizzat kendimizi o sınırlı ölçünün içine hapseder ve ruh boğulması yaşarız. Emerson, son derece içten anlatımıyla bu gerçeği harika bir biçimde ifade etmiş:

“…. yaşamın sonuçları hesaplanmamıştır, hesaplanamaz da. Yıllar, günlerin asla bilmediği kadar çok şey öğretir insana. Bize eşlik eden kişiler, konuşurlar, gelip giderler, bir sürü şeyi tasarlayıp hayata geçirirler ve bütün bunlardan ortaya çıka çıka beklenmedik bir sonuç çıkar. Birey her zaman yanılır. Birçok şeyi tasarlamıştır birey, yardımcı olsunlar diye başka insanlara yaklaşmış, bazılarıyla ya da hepsiyle kavga etmiş, çok kereler de aptalca hatalar yapmıştır ve nihayet bir adım atılır; her şey bir miktar ilerlemiştir; ancak birey, her zaman yanılır. Bir açıdan yeni olan, ancak kendine söz verdiği şeye hiç de benzemeyen bir sonuçla baş başa kalır.”

 

Bu haber toplam 6968 defa okunmuştur
Gaile 456. Sayısı

Gaile 456. Sayısı