1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Vatandaş, Türkçe Konuş!”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Vatandaş, Türkçe Konuş!”

A+A-

Gençay Gürsoy

Tam 6-7 Eylül'ü unutmaya başladığımız, demokrasiye geçtiğimizi zannettiğimiz günlerde bu davranışların yeni bir milliyetçi dalganın işareti olup olmadığı üzerine konuşmuştuk...

Geçmiş dönemlerle kıyaslama olanağım yok ama bizim üniversite yıllarımızda çok sayıda "gayrimüslim" öğrenci vardı. 1915 tehciri, Cumhuriyet'in kuruluşunu izleyen "mübadele" uygulamaları ve 6-7 Eylül olaylarına karşın; özellikle İstanbul'da gündelik hayatta, sokakta, çarşıda, pazarda Türkçe dışındaki dillerde konuşan İstanbullular pek yadırganmazdı. Ortaköy'de yaşadığım yıllarda mahallede, semt pazarında, Boğaz kıyısında piyasa yapanlar arasında Rumca, Ermenice ve Sefarad İspanyolcası ile konuşanlar dikkatimizi bile çekmezdi. Bizim fakültede de, her sınıfta en az 4-5 gayrimüslim öğrenci olurdu ama yakınlarında Türkler olduğu zaman çoğunlukla kendi aralarında da Türkçe konuşurlardı. Ben o zamanlar bunu bir tür nezaket gösterisi sayar, takdirle karşılardım. 27 Mayıs sonrası ortalığın yatıştığı günlerde, özellikle üniversite gençleri arasında, nedenini kavrayamadığımız bir "Vatandaş Türkçe konuş!" kampanyası başlamıştı. Bildiğim kadarıyla Milli Türk Talebe Birliği'nden (MTTB) kaynaklanan bu kampanya, büyük sokak eylemlerine yol açmamıştı ama arada basına yansıyan ufak boyutlu şiddet gösterilerine, itişmelere rastlanıyordu.

Bunlardan birine, sosyalist arkadaş grubu olarak, bir hafta sonunda Kalpazankaya'dan denize girmek için Burgazada'ya giderken ada vapurunda tanık olmuştuk. Aralarında cıvıl cıvıl Rumca konuşup gülen kızlı erkekli bir genç grubu, aynı yaşlarda birkaç genç Türkçe konuşmaları için oldukça sert şekilde ikaz etmiş; kalabalık grup anında susmuş ve vapurdan ininceye kadar sessizce yerlerinde oturmuşlardı. Biz durumu kavrayıp müdahale edinceye kadar o gençler gözden kaybolmuştu. Çok canımız sıkılmıştı. Bazı arkadaşlar benzer örneklere başka yerlerde de rastladıklarını anlatmıştı. Tam 6-7 Eylül'ü unutmaya başladığımız, demokrasiye geçtiğimizi zannettiğimiz günlerde bu davranışların yeni bir milliyetçi dalganın işareti olup olmadığı üzerine konuşmuştuk. Bir süre sonra, askeri yönetimin İstanbul Valisi olarak atadığı General Refik Tulga'nın gençlik örgütleri temsilcilerini toplayıp Türkçe konusundaki "hassasiyet"lerini kutlamakla beraber, turizme zarar verebileceğini hatırlatarak kampanyayı fazla abartmamalarını önerdiği duyulmuştu.

Bu olayları anlamlandırmaya çalışırken, bir taraftan böyle sorunların artık aşıldığını, arada rastlanan bazı hoyratlıkları fazla önemsememek gerektiğini düşünür, bir taraftan da çocukluğumda aile çevresinde anlatılanları, babamın çocukken yaşadığı köydeki yetim Ermeni çocuğunun öldürülmesi ile ilgili trajik tanıklığını anımsar, vardığım sonuçlardan kuşkuya düşerdim. O günlerde fakülteden sınıf arkadaşım Yetvart Delda ile bu konuyu konuşmaya karar vermiştim. Yetvart sakin tabiatlı, çok okuyan, klasik müzik düşkünü bir arkadaştı. Müzik dinlemek üzere beni Şişhane civarındaki evlerine davet ettiği bir gün bu konuyu açtım. "Geçmişte bir sürü acıklı olay yaşandığını, tek tük tatsız örneklere rastlansa da ayrımcılık, yabancı düşmanlığı gibi ilkelliklerin artık toplumsal bir sorun olmaktan çıktığını düşündüğümü söylediğimde, Yetvart'ın buruk bir gülümsemeyle, "Sen hiç Ermeni oldun mu?" diye sorduğunu hiç unutmuyorum.

Yetvart yüzündeki o buruk gülümsemeyi sürdürerek, bir Ermeni olarak resmi bir kurumda iş takip etmenin, herhangi bir nedenle karakola düşmenin, mahkemelik olmanın, bir kavgaya karışmanın, bir Türk komşu ile sorun yaşamanın, bir Türk'e karşı trafik suçu işlemenin ne demek olduğunu uzun uzun anlattı. Gomidas'ın trajik yaşamını ilk kez ondan öğrendim. Yetvart'ın ailesi İstanbul Ermenilerindendi ama 1915'i yaşayan akrabaları vardı. Olup bitenleri unutmanın, bu konu açıldığında susmak zorunda kalmanın hiç kolay olmadığını söylediğinde uzaktan ahkâm kesmenin derin utancını yaşadığımı anımsıyorum. Ondan edindiğim birkaç kitabı okumakla başlayıp, belleğimde kalan aile anlatılarını, anıları başka bir gözle yeniden değerlendirmeye çalıştım. Yetvart'ın uyarısı olmasaydı, Ermeni sorununu kavramak için ben de, yıllar sonra kaldırımın ortasında yatan ölü bedeniyle ulusal utancımızı gözümüze sokan sevgili dostum Hrant Dink'i bekleyecektim.

27 Mayıs'ı izleyen tedirgin edici gelişmeler sürerken, seçimin hemen arkasından, 13 Kasım 1960 tarihinde MBK kendini feshetmiş, sivil yönetime geçilmesine karşı oldukları bilinen Alparslan Türkeş, Muzaffer Özdağ ve arkadaşlarının içinde yer aldığı radikal milliyetçi 14 üye, Gürsel'in tehdit içerikli emriyle aniden emekli edilip yurt dışında çeşitli görevlere atanmıştı:

"Sayın ...

1.

Türk Silahlı Kuvvetleri adına millete verilen sözün yerine getirilmesinde uğranılan aksaklıklar ve güçlükler karşısında vaki istek üzerine Milli Birlik Komitesini feshetmiş bulunuyorum.

2.

Başarmış olduğunuz yüksek hizmete layık bir şekilde size verilecek olan dış görevi beklemenizi, bu müddet içinde memleketin ve şahsınızın menfaati bakımından evinizden dışarı çıkmamanızı, ziyaretçi kabul etmemenizi, aksi takdirde hakkınızda 6 ve 25 numaralı kanun hükümlerinin tatbik edileceğini ve bugünden (13 Kasım) itibaren emekliye sevk edilmiş bulunduğunuzu bildiririm.

Orgeneral Cemal Gürsel
Devlet Başkanı ve Silahlı Kuvvetler Başkumandanı"

 

İsim isim bilmesek de Türkeş'in öncülük ettiği bu grubun işin başından beri, MBK'nin çoğunluğunun eğilimi olan, bir an önce seçime gidip iktidarı demokratik yollarla sivillere devretmeye karşı olduklarını biliyorduk. 14'ler çeşitli ülkelerdeki elçiliklerde görevlendirildikten bir süre sonra, bizim solcu öğrenci grubundan bir arkadaş, Türkeş'in ve Muzaffer Özdağ'ın İstanbul'a geldiklerini ve Antep'li öğrencilerin Fındıkzade'deki evinde bir toplantı yapacaklarını, solcu gençlerle de konuşmak istediklerini söyledi. Bizi davet eden öğrencilerin siyasi eğilimi konusunda fazla bir bilgimiz yoktu. MBK'nin şu ana kadarki icraatı hiç güven vermediği için, tasfiye dilen grup ister istemez ilgi çekiyordu.

Söylenen günün akşam saatlerinde toplantıya gittiğimizde, küçük öğrenci evinin salonunun pek tanımadığımız gençlerle dolu olduğunu gördük. Ortada bir masa başında, Muzaffer Özdağ olduğunu söyledikleri genç bir adam oturuyordu. Türkeş yoktu ama banttan kısa bir konuşmasını dinleteceklerdi. Anımsadığım kadarıyla Özdağ, derli toplu bir konuşma yerine, araya "ağalık düzeni", "millî şuur", "birlik bütünlük" gibi ifadeler serpiştirerek, sivil siyasete erken dönüldüğünü tekrarlayıp duruyordu. Bu arada Antepli çocuklar bol bol çiğ köfte sunarak misafir ağırlıyorlardı. O garip toplantıda, çeşitli vesilelerle adını duyduğum, Hukuk Fakültesi öğrencisi Bülent Tanör'ü tanımıştım. O gece Türkeş'in bant mesajını dinlemeden toplantıdan birlikte çıkıp Aksaray'a kadar yürümüş ve bu takımdan uzak durmak gerektiğine birlikte karar vermiştik. Bülent 2002 yılının 28 Kasım'ında aramızdan ayrılana kadar bir ömür boyu süren katıksız dostluğumuz, o zamanlar başlamıştı.

Sürgünden döndükten sonra Orhan Erkanlı, Orhan Kabibay ve İrfan Solmazer 14'lerden ayrılıp CHP'de siyaset yaparak 1965 seçimlerinde milletvekili olmuşlardı. 147'lerin tasfiyesinde, onlara "komünistlik" dahil en ağır suçlamaları yönelten Muzaffer Karan ise, aynı seçimlerde aday olmak için, benim de üyesi olduğum Türkiye İşçi Partisine (TİP) başvurmuş ve parti yönetimi, zamanın ruhuna boyun eğerek başvuruyu kabul edip, Karan'ı meclise sokmuştu. 14'lerin radikal milliyetçi kanadını temsil eden Alpaslan Türkeş, Rıfat Baykal, Numan Esin ve Muzaffer Özdağ ise önce Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ve daha sonra MHP'de siyaset yaparak "ülkücü" kadroların yetişmesinde önemli rol oynadılar. Onların ardılları ise, yaşadığımız günlerdeki saray iktidarının en sadık ortakları haline geldiler.

Tasfiye edilen 14'lerin radikal milliyetçi kanadının adım adım sivil siyasete taşıdığı ülkücü örgütlenmenin o dönemdeki ipuçlarını daha tam olarak kavramamıştık. Birbirini izleyen otoriter ve antidemokratik uygulamaların kuşkusuz farkındaydık ama yine de baskıcı bir iktidara karşı direnmiş gençler olarak, onun devrilmesinden kendimize, adını açıkça koyamadığımız bir pay çıkarmıştık. Daha yeni deneyimlediğimiz askeri darbenin uzun vadeli olumsuz etkilerini aramızda derli toplu tartıştığımızı anımsamıyorum. Geniş gençlik kitlesi böyle bir endişeyi aklına bile getirmiyordu. Öte yandan, bütün bu olumsuzluklar yanında ülkede -en azından algı düzeyinde- özgürlüğe doğru açılan bir iklim değişikliğinin yaşanmakta olduğunun da farkındaydık. Kendi hesabıma, çocukluğumda dedemin sıkı dinî kurallarla çizdiği yaşam alanından kurtuluşumuzda tattığım ferahlığı şimdi yeniden yaşadığımı hissediyordum. Lise yıllarından beri kendi irademle benimsediğim dünya görüşünün sınırladığı tasavvur alanımın da genişlediğini; her sorunun tek bir yanıtı, tek bir açıklaması olmadığını, toplumsal olayların kendi içlerinde, birbiriyle çelişen dönüşümlerin tohumlarını yeşerttiğini fark etmeye başlamıştım.

Bu fırtınalı siyasi gelişmeler yaşanırken, birbiri ardına yeni dergiler çıkıyor, çeviri ve telif kitaplar pıtrak gibi üstümüze yağıyordu. 1961'den itibaren yayımlanmaya başlayan Yön dergisinde, başta Doğan Avcıoğlu olmak üzere sol Kemalistlerin başlattığı tartışma ortamı, söylenenlere katılsak da katılmasak da hepimizi etkiliyordu. İlk kez ortaya atılan "az gelişmiş ülkelerde sosyalizm", "Türkiye'ye özgü sosyalizm" kavramları, sosyalizmi enternasyonal bir doktrin olarak belleyen bizler için yeni tartışma alanları açıyordu. O zamana kadar devletin tekelinde donuklaşan tiyatro (Devlet Tiyatrosu) genç amatör grupların elinde çiçek açmaya başlamıştı. Ionescu'yu, Beckett'i, Brecht'i o dönemde tanıdık. "Kel Şarkıcı"yı, "Godot'yu Beklerken"i, "Kafkas Tebeşir Dairesi"ni, "Sezuan'ın İyi İnsanı"nı o dönemde okuduk, izledik. İstanbul'da türlü türlü sanat faaliyetlerinin yürütüldüğü yeni mekânlar açılıyordu. Sınırlı maddi imkânlarımıza karşın bizler de öğrenci bursuyla buralara kolayca girip çıkıyor, Batı'da 1968'i hazırlayan büyük kültürel dönüşümün havasını teneffüs etmeye başlıyorduk.

(T24 - Gençay Gürsoy – 4.6.2020)


 


“Savaşı kim besliyor?”

 

Ömer ÇİFTÇİ

 

İnsanoğlu savaş illetinden ellerini bir türlü koparmamıştır. Savaş, insan tarihinin her evresinden günümüze kadar süregelmiş.

Bu anlamda savaşın ve ölümün iz bırakmadığı hiçbir coğrafya kalmamıştır. Her iki Amerika kıtasından tutun Japonya'ya kadar farklı dönemlerde insanoğlu çılgınca savaşa tutuşmuştur.

Biz insanların hafızası çok unutkandır. Öyle olmasa bile neden insan olduğumuz için birlikte yaşamayı öğrenemiyoruz. İnsan her daim vahşi olmalı mıdır? Daha Hz. İsa doğmadan önce Perslerle Yunanlılar savaşa tutuşmuştu. Persler Yunanlıları yenip Atina'yı yağmalamıştı.

İnsanoğlu öç alma hırsıyla savaş defterini rafa kaldırmazlar. Pers yenilgisi karşısında Yunan toplumunun onuru incinmişti bir kere. Makedonyalı Büyük İskender Perslere karşı savaşı kazanarak tüm Avrupalının öcünü almış oluyordu.

Büyük İskender, aklındaki hülyalar uğruna Mısır'ı, Hindistan'a kadar bütün Ortadoğu'yu Yunan uygarlığıyla birleştirdi. Savaşla kazanılan coğrafyaya Helenistik yani Yunan kültürünü yaydılar.

 

Avrupa birçok kez büyük yıkıma uğradı

Savaş yorgunu topraklarda bu kez Romalılar sahne alır. Helenistik olan tüm bölgeleri fetheden Romalı lejyonlar, Roma kültürünü yaydılar.

İnsanoğlu her zaman kendi benliğini koruma ya da dayatma arzusu içerisinde oldu ve başaramadığı durumlarda ise savaşla halletmeye çalışmıştır.

Hatırlarsanız tarih derslerinde çokça bahsedilen Protestanlarla Katolikler arasında şiddetli bir savaş vardı. Bu irili ufaklı savaşlar yüzünden Avrupa birçok kez büyük yıkıma uğradı.

En kötüsü de 1618'den 1648'e kadar süren ve hemen hemen tüm Avrupa'yı kasıp kavuran Otuz Yıl Savaşı'ydı. Aslında pek çok küçük savaştan meydana gelmiş bir olaydı bu. Özellikle Almanya'da büyük acılara neden oldu. Biraz da Otuz Yıl Savaşı'nın etkisiyle Fransa o dönemde giderek Avrupa'nın en güçlü devleti olmaya başlamıştı.

Birleşik Krallık ve Fransa, yüzyıllara dayanan bir didişme içerisinde 19. yüzyıla girdiklerinde, Avrupa'nın başına bela olan Napolyon ile uğraşmak zorunda kaldılar.

Napolyon ihtirasları uğruna Rus soğuğuna rağmen binlerce askeriyle yağmur çamur demeden Rusların kalbi Moskova'ya girdi. Girmesine girdi ama koca şehri boşaltan Ruslar Napolyon'u hüsrana uğrattı.

Eli boş dönmek zorunda kalan Napolyon Rus'un kışından dersini almıştı.

 

Liderler arasında saf tutmak

İnsanlardaki savaş arzusunun asıl kaynağı, benliklerini karşısındakine kabul ettirme çabasından dolayıdır. Savaştan galip ayrılan efendi, mağlup olan ise köle olmalıydı. Bu anlayış liderlerin arkasında saf tutarak türlü belalar ortaya çıkarılıyordu.

Almanya'nın "sesini gür çıkarması" olarak ortaya çıkması ve sömürgecilikten pay istemesi insanlığı I. Dünya Savaşı'na götürdü. İngilizler ve Fransızların sömürgelerinden elde ettiği kar ve zenginlik, Almanları ve Avusturyalıların da iştahını kabartmıştı.

Hakkını almak için de vahşi ve gaspçı rakiplerine had bildirmek bu ülkelere kalmıştı. Büyük bir iştah ve türlü aymazlıklarla savaşa atıldılar.

Gerginlik ve kaosun sonucunda Avrupa'nın orta yerinde savaş çıkmış, buradaki ülkelerin sömürgelerine ve müttefikleri aracılığıyla başka kıtalara yayılacaktı.

Birbirini boğazlayan Avrupa ülkelerin egemen sınıflarının, halkın kısmi desteği arkalarına alarak "psikolojik rahatlık" içinde hareket ettiler.

Avrupalı ülkeler birbirlerini boğazladıktan sonra, ancak yirmi yıl rahat durabildi. Hiç ders almamışçasına yirmi yıl sonra aynı trajediyi ve kıyımı daha da yüksek bir tonla tekrarlayacaktı.

 

Despotik rejimlerden beslenen liderler

Genelde savaşın çıkış sebebi olan despotik ve totaliter rejimlerden beslenen liderlerdir. Bu gibi liderlerin mottosu bellidir; sırtını milliyetçi ve hamaset sözlere dayamaktır. Savaşı tetikleyen nokta, kitlenin ezici bir çoğunluğunu arkasına alan bu liderler despotik, totaliter rejimiyle savaşa atfettiği anlamlarla kazanır.

Bunun en büyük temsilcisi şüphesiz Adolf Hitler'dir. 20 milyon insanın hayatına ve Almanya'nın yerle bir olmasına neden olan Hitler'in Barbarossa Harekâtı'nın getirdiği kıtlık, zulüm ve sürgün anıları hala capcanlıdır.

II. Dünya Savaşı'nın kazanan tarafı belli olduktan hemen sonra, ABD Japonya'nın sivillerin en yoğun yaşadığı Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atom bombası atarak, bir gecede 140 bin sivili öldürecekti.

ABD'nin bu hareketi "savaş ağası"nın yeni patronu olduğunu çok ağır bir mesajla veriyordu dünyaya.

II. Dünya Savaşı bittikten birkaç yıl sonra, Kore Savaşı, daha sonra Vietnam, Afganistan, Irak, Suriye işgal savaşları ortaya çıkıyor. İşgal savaşları büyük oranda biçim değiştirerek, vekâlet savaşları ve kiralık şirketlerinin özel birlikleriyle yürüttükleri iç savaşlarla devam ediyor günümüzde.

Binlerce yıllık devlet yönetme veya hükümet etme tekniklerinin en aşağılığı ve en gayrı insani biçim ve dozlarını bugün başta Ortadoğu bölgesi, Suriye ve Libya'da bunu görüyoruz. Siyaset büyük yoz içinde. Ülkelerin sahneye çıkardığı liderler eskisine göre daha da kriminel olmaya başlamaktadır. Bu sadece geri kalmış ülkeler için geçerli değil artık. En ileri ülkelere kadar yaygınlık göstermektedir.

Trump, Bolsonaro, Urban, Duderte vs. gibi devlet adamından çok savaş suçlusu sayılması gereken tipleri ortaya çıkarıyor.

Özetlemek gerekirse "uygar dünya"nın sicili pek de parlak görünmüyor. Barışa dair umutlar hala varsa da birileri sahneye çıkıp savaş çığırtkanlığı yapmaktan vazgeçmiyor. Devletin büyük çıkarları uğruna başka toplumlara yapılan en adi savaşlarla karşılaşıyoruz. İyi bir yaşam insanlara vadetmek yerine savaşı toplumların sırtına bindirmek nedendir?

(BİANET – Ömer ÇİFTÇİ – 13.6.2020)

 

Bu yazı toplam 4806 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar