… VE ANCAK HEPSİNİ TERK EDEREK KAZANIRIZ HEPSİNİ …
Artık soyut düşünce halini alan felsefe her yere yayılmış, okullarda daha küçük yaşlardan çocuklara günde sekiz saat soyut düşünme öğretiliyor
Yılmaz Akgünlü
[email protected]
Günümüzde felsefe deyince akla ne yazık ki soyut düşünce gelir. Soyut düşünceden anlaşılan da, olayların ve dünyanın dışında durmak ve bağımsız ve yukardan bakan bir gözlemci edasıyla bir yarı-tanrı olarak dünyayı anlamaya çalışmaktır. Bu ne yazık ki batı felsefe geleneğinin yol açtığı korkunç bir hastalık. O kadar korkunç ki, bu hastalığa yakalanan çağdaş insan bir türlü yaşayamıyor, onun yerine yaşadığını düşünüyor.
Yani aslında felsefe sadece sözde filozofların yaptığı bir şey değil. Artık soyut düşünce halini alan felsefe her yere yayılmış, okullarda daha küçük yaşlardan çocuklara günde sekiz saat soyut düşünme öğretiliyor. Kitaplar, defteler, yazılar; kokusu tadı, sesi, rengi olmayan binlerce bilgiyi depolamak ve bu bilgiler üzerinden cansız soyutlamalar yapmaya eğitim deniyor. Böylece çocukların ve gençlerin yaşamla, dünyayla bağlantısı son derece zayıflıyor, çevresinde olup biten değişimleri çok yüzeysel bir soğukkanlılık ve donuklukla algılıyor, duyumsadığı şeyler onu çok etkilemiyor. Çevresine doya doya katıldığını hissedemiyor. Zaten çevresi de öyle bir düzenlenmiş ki, estetik ve doğal unsurlar geri plana itilmiş, işlevselliğiyle ön plana çıkan binalar, içinde ruh olmayan sokaklar ve arabalar, işte yaşam bu. Eğlenmek içinse algısındaki donukluğu kırmaya yönelik beyhude girişimler: yüksek sesle çalınan müzik, kışkırtıcı giyinen kadınlar, kaslı erkekler, alkol ve sigara, bunlar da yetmezse beyni zoraki açma yolları olarak son çare uyuşturucular.
Algının sade ve hoş tadından mahrum kaldık. Artık kimse serin ve tatlı bir esintinin sonsuzluktan geldiğini duyumsamıyor. Yolda yürürken gördüğü yavru kedi ve erik ağacının kokusuyla çocukluk günlerimize yelken açmıyor hafızamız. Issız bir mahallede yarısı bitmiş ve terk edilmiş inşaatın önünde dururken, betonları otların kapladığını görmez, çoktandır uğranmamış bu mekanın hayaller alemine tahsis edilmiş olduğunu da fark etmeyiz. Yarısı açık bir pencerenin görüntüsü, orda var olan herhangi bir varlığın eşsizliğini hissettirmiyor bize. Birkaç katlı çok eski bir apartman dairesinin sıvaları dökülmüş ve yüzeyinde oluşan yıpranma yıllarca yağmur, toz ve rüzgarla işlenmiş, garip bir doku oluşturmuş, o yüzey farklı dünyalara geçiş için bir kapı oysa ki.
Kim bunları fark ediyor? O anda yaşamın tadını çıkaran birkaç küçük çocuk belki. Herkes önemli işler peşinde. Parkta birkaç kadın zayıflamak için egzersiz aletlerine çıkmış, köfteci kim bilir aklında hangi alacak verecek hesabıyla köftelerini pişiriyor. İnşaat işçisi gayrimenkul sektörünün yükünü sırtlamış, yaşlı adam her zaman aynı şeyleri yazan politika haberlerine gömülmüş, sanki dünya kurtulacakmış gibi bir umutla. Ellili yaşlarda birkaç arkadaş bir bahçede toplanmış, içki sofrasını kurmuş muhabbet ediyorlar, güzel bir görüntü; ama belki de içleri pek de huzurlu değil. Pazar günü sıkıntılarını dağıtmak için yaptıkları geleneksel bir toplanma gibi. Hakikaten içten ve güzel şeyler konuşabilirler mi? Büyük ihtimalle suya sabuna dokunmayan yüzeysel bir erkek muhabbetti içindeler. On altı yaşlarında iki genç kız yürüyüşe çıkmışlar, ama yüzleri pek endişeli. Bir de neşeyle bağıra çağıra yürüyen birkaç Afrika kökenli genç var. Bizden epey farklılar, daha az kaygılı ve biraz hüzünlü olsalar da gülmeyi unutmamışlar gene de.
Algıyı Sürgün Etmek
Afrika’dan dünyaya yayılan, bir zamanlar doğayla uyum içinde yaşayan biz insanlar neden bu hale geldik? Neden yaşamın büyüsünü kaybedip, türlü saçma alışkanlıklar ve düşüncelerle yaşamı kendimize ve başkalarına zehir eder hale geldik? Algılarımız neden bu kadar geri plana itildi ve her yerimizi kaygı verici düşünceler kapladı?
Bir insanın bireysel yaşamında bir tür evrim geçirdiğini söyleyebiliriz. Hepimiz kendi doğasıyla uyumlu masum varlıklar olarak dünyaya geliriz. Sonra toplumsallaştıkça bize kendi doğal eğilimlerimizi bastırmamız, engellememiz öğretilir. Eylemlerimizin, duygu ve düşüncelerimizin doğal, kendiliğinden yaratıcı akışı durdurulunca yaşam renksiz, tatsız, kokusuz bir hal alır. Canlılığımız, neşemiz gitgide solmaya başlar. İçimizden azınlık bir kesim bu donukluğu aşabilirse tekrar büyümeye ve evrensel insan olmaya doğru yol alabilir.
Bu donukluğu nasıl aşabileceğimiz ve evrensel insana doğru olan yolculuğumuzu nasıl sürdürebileceğimiz tartışmak istiyorum. Amacım herkes için geçerli, değişmez bir yol önermek değil. Hedefimiz kesin, değişmez bir bilgiye ulaşmaktan çok yaşamın ve iç dünyamızın ayrılmaz temel dinamiklerini keşfetmek ve böylece nispeten daha kalıcı bir tutumu kişiliğimize katabilmek.
Evrensel insan denince ben bundan herkesin aynı kişi olduğu bir insan tanımını anlamıyorum. Evrensel insan kendi özgün varlığına ulaşabilen, kendi gerçeklerinden yola çıkarak ve tatmin edici bir yaşam sürdürerek büyümeye devam edebilen insandır. Peki nedir evrensel insanın (ya da kendini gerçekleştirmiş insanın) temel özellikleri?
Kendimiz Olmak
Birincisi ve bence en önemlisi, evrensel insan tüm zorluklarıyla, sevinçleriyle kendi olmanın en önemli şey olduğunun farkındadır. Kendisini hiçbir durumda ihmal etmez, değerlerini satmaz, kendisi olmaktan başka bir şeyden haz duymaz. Ancak bu bencillikte değildir, çünkü insan gerçek kendini yaşamadığı sürece kimseye bir şey katamaz. Kendi iç dünyamızın derinlikleriyle bütünleşmiş olmak bize bitip tükenmeyen bir enerji verecektir. Neden mi? Çünkü bana ben diye benimsetilen şeyin gerçek ben olmadığımı anladığım anda olan şudur: artık gerçek benliğimin nerde başlayıp nerde bittiğini görmem ve bu uçsuz bucaksızlık hissi gerçek bir özgürlüğün ve yaşam enerjisinin en temel kaynağıdır. Bunun neden böyle olduğunu açıklamak çok zor. Kimse de açıklayamaz yeterli bir biçimde, ancak şunu kendi deneyimlerinizle görebilirsiniz ki iç varlığımız, benliğimizin kendi kendini bilen kısmı sanki sonsuz küçüklükte bir nokta gibidir, ve bu noktadan bütün bilgi, esenlik ve yaşam enerjisi akın edip dolar içimize. Küçücük burun deliklerimizin her nefeste aldığı oksijen gibidir tıpkı. O küçük deliklerden bütün yaşam yıllar boyunca içimize dolar an be an. O küçük noktayı kapattığımız anda nefessiz kalır ve boğuluruz. . D.T. Suzuki’nin deyişiyle bu nokayı görmek, zamanın başlangıcından bile önce var olan asıl gerçek yüzümü görmek demektir
"Max Firsch'e göre, bütün sanatların en zahmetlisi olan "kendi olma" sanatı, başkaları tarafından dayatılan ya da telkin edilen tanımları ve "kimlikleri" azimle reddetme ve defetmeye dayanır... yani kısacası "başkası olmaya" ve dışsal baskıların herkesi olmaya mecbur ettiği bir kişi olmamaya dayanır. " (Zygmunt Bauman. Yaşama Sanatı syf. 123)
Bu neden en güç sanattır? Çünkü son derce çaresiz olduğumuz çocukluğumuz ve gençliğimizde kendimize ait olan deneyimleri yok saymayı öğrendik, gerçek duygu, düşünce ve eğilimlerimizin akışından koptuk. Bütün bu sosyalleşme süreci sonucunda üzerimize kazınan sahte benliğimizin farkına varmak ve bundan kurtulmak çok uzun ve acı verici olabilen bir arınma sürecini gerektiriyor.
Hiçbir şeye sığınmadan bu gerçeği bizzat kendimizin görmesi gerek. Ne bilime ne dine ne de günlük toplumsal bilince başvurmayın. Hiçbir kavramsallaştırmada bulunmayın. Oturduğunuz ve bu satırları okuduğunuz şu anda nefes alıp veren kim? Durmak bilmeden koşturan ve yaşamın anlamını en doyurucu şekilde yaşayamayan kim? Bilim bize bir cevap verir gibi olsa da bu gerçek bir cevap değil sadece bir genelleme ve soyutlamadır, din bize bir cevap verir gibi olsa da bu cevap da inanca dayanacaktır. Kavramsallaştırma bizim gerçekle aramıza giren en önemli engeldir.
Kavramsallaştırma
Kavramsallaştırdığım dünya gerçek dünya değildir. Gerçek dünyanın bir yansıması, bir haritasıdır. Kendi kendimize bir deney yapalım. Yaşadığımız anları, ortaya çıkan düşüncelerin etkisine kapılmadan görelim. Bu bütün gün sürdürmemiz gereken bir uyanıklık durumunu gerektirir. Bu uyanıklık durumunu kendi yaşadığım bir örnekle açıklamak istiyorum.
Üniversitede okurken bir yaz tatilinde dört arkadaş Kuzey Hindistan'a gitmiştik. Amacımız hem doğayı hem de Hindistan kültürünü yakından tanımaktı. Himalaya dağlarında Manali bölgesinde 3 bin metre yükseklikte Beas Kund denen bir yer vardı. Orada birkaç günlüğüne çadır kurmuştuk, gerçekten harika günlerdi. Ancak bir öğleden sonraki yürüyüşümüzde sis bastı ve bizde yanlış bir yola girdik, epeyce tırmanmıştık ve sonra baktık ki tırmandığımız yer daha da dikleşiyor ve o an bize daha önce bölgedeki insanların girmememiz gerektiğini söylediği yere girdiğimizi anladık. Fakat işin kötü tarafı, o kadar dik bireğile tırmanmıştık ki geriye dönemiyorduk çünkü ayağımızı basacağımız yerleri tam göremiyorduk. Bu durumda tek çare yan yan kayarak bir yol bulmaya çalışmaktı, ancak o kadar dik ve yüksek bir yerdeydik ki en ufak bir hatamızda ölebilirdik. O an hepimiz çok korkmuştuk ama bu korkuya da kapılamazdık çünkü panik olmak düşmemize neden olabilirdi. Düşmeninse tek bir sonucu vardı. Ölüm.
İşte bu haldeyken yaşadığım algı açılmasını hiç unutamam, zihnimdeki bütün düşünceler yerini son derece keskin bir dikkatlilik durumuna bırakmıştı. Bütün taşları, otları, havadaki nemi, bedenimdeki değişimleri en ince ayrıntısına kadar duyumsuyordum. Ve hiçbir düşüncenin algımdaki yoğunluğu bozmasına izin vermiyordum. Bu yaşama istencinin son noktasında gelişen yüksek bir bilinçlilik durumuydu. İki saate yakın kayaların yamacında her an düşebilecek bir durumda yol bulmaya çalıştık ve sonunda daha güvenli bir konuma geçebildik sonra da tepeye tırmanıp başka daha güvenli bir yoldan dönüşe başladık.
Bu olaydan sonraki birkaç gün boyunca algımdaki keskinlik devam etti. Zihnimdeki bütün bulutlar dağılmıştı ve aydınlık hisler hiçbir engelle karşılaşmadan bütün varlığımın içine girip karanlık bölgeleri aydınlatıyordu adeta. Oysaki günlük yaşamımızda düşüncelerden oluşan zehirli bir sis bulutu zihnimizi sarar ve ışığın, yani saflığın, bilgeliğin bize ulaşmasına izin vermez. Bu çok düşük bir kapasitede, adeta yarı uykuda yaşamak gibidir.
Dikkatlilik
Dikkatlilik diyoruz ama o da bir kelime eninde sonunda. Belli bir zihinsel etkinlik düzeyinden bahsediyoruz burada. Doğanın getirdiği çetin koşullar ve zorluklar dikkatin açılmasını, bütün duyuların canlanmasını sağlayabilir. Ancak günlük yaşamda bizi dikkatli olmaya zorlayan dışsal tehditlerin azlığı uyuşuk bir dikkatlilik, ya da dikkatsizlik içinde olmamıza neden olabilir.
Dikkatliliğin hakiki anlamı için dilimizde yeterli bir kelime yok. Mesela masa, sandalye ya da koşmak gibi nesne ve olayları tanımlayan kelimeler bulabiliriz. Ama çok yüksek bir zihinsel işleyiş düzeyini bir kelimeyle ya da kavram ve tanımla açıklayamayız. Tanımlasak da o bir sandalyeyi alıp oturmamız kadar kolay olmayabilir. Oysa gerçekte “Dikkatlilik” ya da “Farkındalık” dediğimiz şey tam da bir sandalyeyi alıp oturmamızdır. Çok yüksek bir zihinsel işlev düzeyi, kedi ve köpeklerin, çocukların ve bütün bir alemin her günkü sıradan bilinç düzeyidir de aynı zamanda. Bizi saran, kalbimizi attıran, etrafımızdaki olayların akışını düzenleyen, yaşamı bir ileri bir geri sallayarak enerjiyi üreten o değil midir?
Gerçeklik dünyanın eski ve köhne bir yerinde eski bir kavanozda saklanmış bir toz parçasıdır. O kavanoz hemen önümüzde olsa da onu görmeyiz. Dünyanın içine, özvarlığına, kalbine karşı bir arzumuz yoktur. Geldiğimiz kaynağı, hep o olduğumuz ve bizi sürekli besleyen kendi cevherimizi kolayca unutur, ihmal ederiz. Sürekli ileriye atılmak isteriz, ama bir yay geri çekilmeden ok ileri fırlayamaz. Yayı germeden oku atmaya çalışıyoruz. Kökenimize dönüp ondan beslenmeden kollarımızı yukarı uzatamayız. Asıl olan dal değil köktür, dalı kesseniz de ağaç yaşar, ama kökü kestiğinizde ölür. Bodhidharma der ki: “… bu dünyanın aptalları bilgeleri uzaklarda aramayı tercih ediyorlar. Kendi zihinlerinin bilgeliğinin bilge olduğuna inanmıyorlar…. Buda-doğamız farkındalıktır: farkında olmak ve başkalarını farkında kılmaktır.”
Farkındalıkta zaman ortadan kalkar, yani zamanın bizi yaşlandıran ve yıpratan baskısı zamanın özgürce akışının verdiği hafifliğe dönüşüyor. Her şeyin tam farkındalığı içindeyken geçmiş ve gelecek birbirine dönüşen güçler haline gelir. Oysa batı geleneğiyle düşünürken geçmişten geleceğe uzanan bir nedenselliği zamanın asıl doğrusallığı kabul ederiz. Yani nedenler sonuçları doğurur, sonuçlar nedenleri değil deriz. Peki sonuçlar olmadan nedenler olabilir mi? Sonuçlar nedenleri doğurmaz mı? Sonuç dediğimiz şey nedenin ta kendisi değil midir? Kötü çocuklar olduğumuz için mi azar işitiriz, azar işittiğimiz için mi kötü oluruz? Bize ahlak kuralları zorla empoze edilmese, yaptığımız şeyler ahlaksızlık olur muydu? Kötülüğü bildiğimiz için kötü oluyoruz. Kıbrıs sorununa bakın, toplumlar barış olursa neler olacağının hesabını yaptığı için barışa yanaşmıyor. Barışın sonuçları barışın nedenlerini belirliyor. Sonuç nedenden önce geliyor, daha da doğrusu sonuçlar nedenlerle iç içe.
Bundan çıkarılacak muazzam sonuçlar vardır. Ulaşmak istediğimiz sonucu neden haline getirerek cevapları soruların yerine koyabiliriz. Sevgiyi önce kalbimizde yaratarak, sevginin nedenlerini de yaratırız. Önce güzel bir şey isteriz ve onu isteme nedenlerimizi sonra doldururuz. Önce mutlu oluruz sonra mutlu oluşumuzun nedenleri kendiliğinden belirir, sadece sabah olması ya da akan suyun sesi mutlu olmamıza yeter. Önce farkındalığımızı açarız, sonra içine bilgelik ve sevgi dolar. Dünyadaki her şeye sahip olduğumuzu görürüz ve sonra onlara sahip oluruz. Sonuçlar uzakta değildir, onlar nedenlerden önce gelir. Farkındalığımızı sonsuz kerte açtığımızda çoktan gelecekte olmuş olacağımız mükemmel insan olduğumuzu görürüz.
Şu karamsarlığı dağıtmak lazım. Hayat böyle kaskatı, bir yönden öbürüne akan, duvarların geçit vermediği, suya ulaşamadığımız bir eziyet haline geldi. Ruhumuzdaki barajları kırsak bir, su doya doya aksa. Kimse evrendeki mutluluğu engelleyemez, biz hiçbir zaman bir biçime bağlı olmadık. İnanmamız için bir fırsat verildi, zorluklar çekmemiz, özümüzü kaybetmemiz için de. Bir yere gitmemize, bir şey aramamıza gerek yok. Aramadan aramalı, aramadan bulmalıyız, ya da arayarak bulmalıyız. Ne fark eder? Aramak ve bulmak bir değil mi zaten? Ha aramışız, ha aramadan bulmuşuz, ya da araya araya bulamamışız. Burada hiç kımıldamadan durunca kediyi yakalamak mümkün. Elbet geçecek önümüzden bizi ölü sanarak... oysa biz ölmemişiz.
Neyi arıyorsam oraya dönüp bakıyorum ki o ordaymış hep. Sadece ne aradığımı bilmek için ünlü Zen öyküsünde söylendiği gibi, araba gitmediğinde arabayı değil atı kamçılamalıyım.
Ve gene şu karamsarlığı dağıtmak lazım. Hayat böyle kaskatı, bir yönden öbürüne akmıyor, bir akıntıyla doğuya doğru giderken birkaç metre ötemdeki batıya doğru akan akıntıya yüzebilirim. Batıya giden akıntıyı görmek için imkansız olana inanmam ve gözlerimi açık tutmam gerekli. İnanmayana ve uyanık olmayana umut da yok, mutluluk da.
Alışkanlıklardan azade edelim kendimizi. Her gün aynı şeyi yemekten, her gün tv seyretmekten ya da müzik dinlemekten, her gün aynı şekilde düşünüp hissetmekten. Tembel tembel çalışkan olmayı bırakalım. Tembelliğin içindeki çalışmayı görelim. Shunryu Suzuki diyor ki: “Zihniniz daima yoğun bir uğraş içinde. Bu iyi değil. Düşünen zihninizi, meşgul zihninizi nasıl terk edeceğinizi öğrenmelisiniz. Düşünme yeteneğinizin ötesine ulaşmanız için, zihninizin boşluğuna güçlü bir inanç duymanız gerekir. Zihninizin mükemmel dinginliğine güçlü bir inanç duyarak, saf ve özgün durumunuzu yeniden kazanmalısınız.”
Gelecek geçmişimizde olduğu kadar güzel, bu demektir ki gelecek, geçmiş ve şimdi hepsi buradadır.
Ve ancak hepsini terk ederek kazanırız hepsini.