1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Verilerin Çokluğuna Hapsolmak
Verilerin Çokluğuna Hapsolmak

Verilerin Çokluğuna Hapsolmak

Verilerin Çokluğuna Hapsolmak

A+A-

 

Salih Örses
[email protected]

2012 yılı KKTC mahkeme raporlarının yayınlanması ile raporun içeriğine farklı bir bakış açısı ile bakmak istiyorum. Raporda 2012 yılı verilerine göre 1067 adet aile davası, 548 adet ağır ceza davası, 197 adet uyuşturucu suçları davası ve küçük suçlu davalardan ise 93 kişi yargılandı. Bu davaların toplum üzerinde çeşitli yönlerden etkileri oluşmaktadır. Toplumun gün geçtikçe kendini daha çok risk altında hissetmesi bunlardan biridir. Bu durum fobilerimizin de artmasına neden oluyor. Kendimizi risk altında hissettikçe kendi içimize daha çok kapanıyoruz. Aslında artan suç oranları bizlerin çok daha riskli bir yapıya doğru ilerlediğimizin sayısal verileri niteliğindedir. Bu verileri, kültürümüz üstündeki etkileri üzerinden değerlendireceğim. Yazıma kültür kavramının tarihsel gelişimini, anlam ve kullanımlarını açıklayarak devam edeceğim.
“Kültür” kavramı; sosyoloji ve antropoloji olmak üzere bilimlerin en belirsiz, karmaşık ve tartışmalı kavramlarından biridir. Kültürün tarihsel gelişimine göz attığımızda ilginç bir durumla karşılaşıyoruz. “Kültür” terimi, Latince “colere” fiilinden türetilmiş olan “cultura”dan gelir. Bu fiil, ekip biçmek anlamı taşımaktaydı. “Kültür” terimi de on sekizinci yüzyıla kadar toprağı ıslah etme ve ürün yetiştirme/ekme gibi çoğunlukla tarımla ilgili kavramlar için kullanılmıştır. Bu dönemde topluma dair bir kullanımı bulunmamaktadır. İngilizce’de tarım ve ziraat sözcüklerinin karşılığının “agriculture” olması, kültür yerine ise önceden kullanılan Arapça “hars” sözcüğünün yine ‘tarla sürmek’ anlamına gelmesi tesadüf değildir. Fransa’da kültür kavrami on yedinci yüzyıla kadar “cultura” anlamında kullanılmaktaydı. Kültür ilk kez yazar ve felsefeci Voltaire tarafından insan zekasının oluşumu ve geliştirilmesi anlamında kullanmıştır. Daha sonra ise “kultur” olarak 1793 yılında Alman Dili Sözlüğünde yer aldı. Aydınlanma düşüncesi ile birlikte kültür kavramı toplumsal değer ve davranış biçimlerini ifade eden ‘toplumsala dair’ anlamına büründü. O dönemin düşünürleri tıpkı hayvanlar, bitkiler, topraklar gibi insanların da, toplumun ıslah edilebileceğini ve biçimlendirilip yönlendirilebileceği veya yönlendirilmesi gerektiğini düşünmelerinden dolayı kültür terimi ‘insan zihninin etkin olarak geliştirilmesi’ anlamını kazandı. Ayrıca, kültür teriminin antropolojik ve geniş sosyolojik kullanımı; bir halkın ya da belirli bir toplumsal grubun ‘bütün bir yaşam biçimini’ ifade etmektir. Kültür kavramı özellikle birkaç on yıldan itibaren kullanım alanı daha da çok genişlediği ve önceleri daha çok kullanılan ‘zihniyet, düşünce biçimi, gelenek ve hatta ideoloji gibi terimlerin yerini aldığına’ dikkat çekilmektedir. Kültür kavramı tarihsel olarak açıkladıktan sonra Amerikan kültür antropolojisinin babası olarak kabul edilen, Amerikalı antropolog Franz Boas’ın ortaya koyduğu kültürel görecelik yaklaşımı ve uzun yıllar üzerinde savaştığı etnik-merkeziyetçi yaklaşımları ile yazıma devam edeceğim.
Toplum olarak etnik-merkeziyetçi bir yapıya doğru ilerlemekteyiz. Peki etnik-merkeziyetçilik ne demektir? Etnik-merkeziyetçilik bireyin kendi kültürel değerlerini ön plana alarak başka kültürleri kendi kültürünün değer sisteminden değerlendirerek yargılamasıdır. Artan suç oranları ile birlikte ülkede yaşanan sıkıntıların aslında bizlerden kaynaklanmadığı düşüncesi insanlarımızın vardığı bir yargı. Her suç konusu gündeme geldiği zaman ise kendi kültürümüzü yüceltmeye, ülkede bulunan farklı kültürleri küçümsemeye ve ötekileştirmeye ya da aşağılamaya çalışıyoruz. Bu nedenle toplumda var olmayan yeni fobilerimiz oluşuyor ayrıca var olan fobilerimiz evrimleşip farklılaşmaya başlıyor. Örneğin 1974’ten sonra Rumlara karşı oluşan zenofobi (yabancı korkusu veya düşmanlığı) şu an toplum içinde bizden farklı tüm yabancı insanlara karşı oluşmaya başladı. 1974’ten sonra adanın kuzeyine Türkiye’den taşınan nüfus ile tamamen kaynaşamadığımızın belirtileri daha belirgin bir halde gün yüzüne çıkmaya başladı. Ayrıca o tarihten bu yana oluşturduğumuz tüm politikaların ve sistemin tamamen çöktüğünü günümüzde yaşadığımız olaylarla farkına varıyoruz. Gündeme baktığım zaman ise bu yapıyı değiştirebilecek bir iktidar adayı partinin halkın gözünde oluşmadığını gözlemliyorum. İktidar partisi kendi içinde yaşadığı kurultay kavgaları ile ülke gündemini kilitlemiş, muhalefet ise yeteri düzeyde muhalefet edemediği halkın gerçek sorunlarından uzak bir dönem geçirmekteyiz. Lefkoşa Türk Belediyesinin seçimleri yüzünden bütün partiler seçime odaklanmış bulunmakta. Son zamanlarda yaşanan bu olaylar ile toplumun siyasilere olan güveni gittikçe azalmıştır. Siyasilerin güven kaybetmesi toplumun pek çok açıdan sorunlarının da artmasına neden olmaktadır. Toplumun sorunlarına bir çözüm üretemeyen yapıda insanlar “bana değmeyen yılan bin yaşasın” mantığı ile hareket ederek kendi sorunlarına kendileri çözüm üreterek sıkıntılarını aşmaya çalışmaktadırlar. Bu durum suç oranlarının artmasına neden olmaktadır. Ayrıca, siyasilere olan güven azlığı ise dünyaya kapalı olan bir toplumu gittikçe daha da içine kapatan, insan ilişkilerinde muhafazakarlaşan bir konuma getirmektedir. Dünyada yıllardır etnik-merkeziyetçilik üzerinde araştırmalar yapan pek çok akademisyen bulunmaktadır. Kurumsal olarak bu konu üzerine çalışacak bir ekip oluşturularak yapılacak olan bilimsel araştırmalara dayanarak sorun üzerinde en erken zamanda çözüm önerileri üretmemiz gerekmektedir.
Oluşan sorunları kültürel görecelik olgusu ile aşabileceğimizi düşünmekteyim. Peki kültürel görecelik nedir? Kültürel görecelik başka kültürleri kişinin kendi kültürünü değil, o kültürün bağlamı içinde görmesi ve değerlendirmesi düşüncesidir. Ayrıca kültürel farklılıkları kültürel görecelik prizmasından gördüğümüzde, başka kültürlere empati ve anlayışla yaklaşabiliriz. Toplumumuzun etnik-merkezci olgudan uzaklaşması için kültürel göreceliği bu dönemde hiç olmadığı kadar önemsiyor olmamız gerekmektedir. Yaşadığımız dünyada oluşan iletişim, ticaret ve yolculuk ağlarının farklı kültürlerden insanların birbirleriyle sık sık temasta bulunduğu küreselleşme çağında kültürel görecelik çok önemli bir olgu haline geliyor. Küreselleşmenin neden olduğu hızlı değişimle birlikte toplumda değişen demografik yapı ile oluşan sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel sorunlarımıza çok acil önlemler almamız gerekmektedir. Küreselleşmenin bireysel insan hakları konusunda bir gelişme yarattığına inanmıyorum. Ama bizler bu noktada küreselleşmenin yaratığı vahşi kapitalizme ayak uydurmak yerine küreselleşmenin yarattığı birliktelik ve çok kültürlü yaşam olgusunu kullanarak ülkemizde yaşayan ve gelecek olan insanlarla adamızı paylaşmayı, kültürlerini tanımayı onlara kendi kültürümüzü tanıtarak fobilerimizden kurtulacak ayrıca etnik-merkeziyetçi yapımızı aşacağımızı düşünmekteyim. Kendi kültürel değerlerimizi koruyarak farklı kültürleri ötekileştirmeden, aşağılamadan küresel yapıyla dünyaya girmeyi başarırsak belki de bundan sonraki süreç içinde daha iyi bir yapıya ulaşabiliriz.
Son olarak ise içine hapsolduğumuz etnik-merkeziyetçi yapımızdan kurtulmak için kendimizle yüzleşmemiz gerekmektedir. Yaşanan tüm sorunları kendimizin çözebileceğinin farkına vararak bunlar için herkesten çok çabalamalıyız.

***

Kaynakça:
Anadolu Üniversitesi Kültür Sosyolojisi
http://eogrenme.anadolu.edu.tr/eKitap/SOS307U.pdf

Bu haber toplam 2566 defa okunmuştur
Gaile 209. Sayısı

Gaile 209. Sayısı