Vicdan ve Tahakküm İlişkilerinde Açılan Çatlak
Vicdan ve Tahakküm İlişkilerinde Açılan Çatlak
Umut Bozkurt
[email protected]
“İnsan için vicdan özgürlüğü kadar çekici, ama o kadar da azap
verici bir şey yoktur.”
Dostoyevski
Bundan birkaç hafta önce GaiLe ekibiyle Niyazi (Kızılyürek) hocanın evinin şirin arka bahçesinde buluşmuş, bir yandan usul usul demlenirken, bir yandan da Kıbrıstaki ve Türkiyedeki son gelişmeleri değerlendirmiştik. Gündemimizin baş köşesinde Doğuş Derya’nın yemini vardı. Sonra sohbet GaiLe’nin o hafta çıkan sayısının kapak yazısı olan Hakkı Yücel’in “Vicdanın Sesi” başlıklı yazısı üzerinde yoğunlaştı. Şöyle diyordu Hakkı ağabey yazısında:
M.Foucault ‘iktidar’ ve ‘iktidarın tahakküm biçimleri’ üzerine yaptığı değerlendirmelerde, bu ‘tahakküm biçimleri’nin tecelli ettiği yer olarak gündelik hayatın her alanında geçerli olan ‘mikro alanları’ işaret etmektedir. Ona göre iktidar her yerdedir, hayatın her alanına sızmıştır ve geliştirdiği tahakküm biçimleriyle bu alanları kendince kuşatmış, kendine göre belirlemiştir. Burada dikkat çekici olan bir husus, çok çeşitlilik arz eden bu ‘tahakküm biçimleri’nin, illa ki doğrudan baskıcı olmadıkları, tam aksine karşıtını/muhalifini kendine ‘benzetmek’ suretiyle üzerlerinde hâkimiyet kurduklarıdır. Yerleşik sistemin -onun temsilcisi iktidarların- ‘tahakküm biçimleri’nin çok çeşitlilik ve çok katmanlılık arz etmesi ise kaçınılmaz olarak ‘çok çeşitli’ ve ‘çok katmanlı’ bir karşı duruşun sergilenmesini gerektirmektedir.İşte bugün itibarıyla solun farklılık ve farkındalık arz eden siyasal-ideolojik bir zihniyet ve hareket olarak kendini öncelikle yeniden var edeceği yer de burasıdır. Bu da, gündelik hayatın ‘mikro alanları’ndan başlayarak daha genele yayılan çok çeşitli ‘tahakküm biçimleriyle’ hegemonik bir güce dönüşen yerleşik sistem ve onun anlayışına karşı, ‘çok çeşitli’ ve ‘çok katmanlı’ karşı duruşu kotaracak tavırlar sergilemekle mümkün olacaktır. Solun ideolojik bağnazlıktan arınmasını, diyaloğa ve eleştiriye açık olmasını, yaratıcı bir akıl sergilemesini zorunlu kılan bu hususun ise son kertede bir zihniyet değişimini işaret ettiği kadar, sol adına yeni siyasetleri ve stratejileri de zorunluluk haline getirdiği aşikârdır....CTP-Birleşik Güçler Lefkoşa Milletvekili Doğuş Derya’nın meclisteki yemin töreninde sergilediği bireysel tavır; hem yerleşik sistemin ‘tahakküm biçimleri’nden birine karşı duruşun örneği, hem de bu duruşun farkılılığının ve farkındalığının ifadesi olması bakımından dikkate değerdir. Sevgili Doğuş’un “vicdanımın sesini dinledim” diyerek açıkladığı, geleneksel yemin metnine karşı kendi yazdığı alternatif ‘yemin metnini’ okumak suretiyle gerçekleştirdiği, bu bağlamda ‘söylem-eylem’ bütünlüğü ve tutarlılığı arz eden tavrı, siyasette ahlâk ve vicdan buluşması örneği teşkil etmesi bakımından da gözardı edilmemek gerekir.
Bu yazının gündeme gelmesiyle birlikte “vicdan” meselesi sohbetin ana konusu haline geldi. Niyazi hoca bu konuda çok önemli bir tespit yaptı. Her toplumda egemenlerin tamamıyle zaptedemeyeceği bir şey olduğunu, bunun da insanların vicdanları olduğunu ve bunun da tahakküm ilişkilerinde bir çatlak, bir yarık oluşturduğunu, bu çatlağın büyümesiyle toplumsal değişim potansiyelinin ortaya çıktığını söyledi. Doğuş Derya’nın yeminini tam da böyle bir düzlemde değerlendiriyordu. Derya’nın yemininin pek çok insanın vicdanına hitap ettiği için kabul gördüğünü düşünüyordu. Doğuş’un tavrını inanmadığı bir yemini ezberden okuyan, sonra da o yeminin gereklerini yerine getirmeyen milletvekillerinden daha asil buluyordu. Hakikaten bu konuda ona katılmamak imkânsızdı. “Namus”, “şeref” üstüne edilen bir yemin yerine Kıbrıs’taki bireylerin dili, dini, ırkı, doğum yeri, sınıfı, yaşı, fiziksel durumu, cinsiyeti veya cinsel yönelimi dolayısıyla ayrımcılığa maruz kalmadığı, emeğin sömürülmediği adil ve eşit bir düzenin telafuz edildiği bir yemin çok daha anlamlı değil miydi?
İlerleyen günlerde haberleri izlerken, özellikle Mısır, Suriye ve Türkiye’deki gelişmelere odaklanırken sürekli Niyazi hocanın söylemiş olduğu bu cümleyi düşündüm durdum. Egemenlerin zaptedemediği vicdan, gerçekten tahakküm ilişkilerinde bir yarılma, bir çatlak oluşturuyor muydu? Bu sorunun yanıtını vermekte zorlanıyorum. Zira gözlemlerim bana insanlığın büyük çoğunluğunun vicdanının ancak kendi gibilerinin acıları karşısında sızladığını, farklı sınıflardan, ideolojilerden, sınıfsal kökenden gelenlerin acıları karşısında ise vicdan denen o soylu kavramın tedavülden kaldırıldığını söylüyor.
Türkiye’de Mısır’daki darbeyi eleştiren muhafazâkar kanadın gösterilerini, atılan sloganları izliyorum. Darbe neticesinde yüzlerce Müslüman Kardeşler taraftarının öldürülmesini protesto ediyorlar. İlk bakışta bu protestoya katılmamak mümkün değildir. Hiç bir ülkede seçimle gelen bir lideri darbeyle alaşağı etmek, liderini hapse atmak, yüzlerce eski rejim taraftarını katletmek asla meşru sayılamaz. Bu konuda Batı’nın iki yüzlü tavrı da eleştirilmeyi hak ediyor. Yıllarca Orta Doğu’da, Asya’da, Latin Amerika’da onca yozlaşmış diktatörü, cuntacı generali sırf kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri için açıkça destekleyen Batı’nın Mısır’daki darbeye “darbe” bile diyememesinin kabul edilir bir tarafı yoktur. Bir seçimle başa gelen Hamas’ı cezalandırmak için Filistin halkına acımasız bir ambargo uygulayan Batı, halen bazı konularda ders almamışa benziyor: ötelemek istediğiniz bir hareketi güçlendirmenin en iyi yolu ona karşı zor kullanmak ya da zor kullananları desteklemektir. Otoriter ve köktenci Mursi’yi bir kahramana dönüştüren askeri rejime ve bu rejimin sırtını sıvazlayan “uluslararası topluma” yürekten tebrikler (!)
Meselenin vicdanla ilgili kısmına dönecek olursak... Türkiye’de darbe karşıtı gösteriler yapan muhafazakâr kesimlerin Mısır’da Müslüman kardeşler üyeleriyle, mesela Müslüman Kardeşlerin yöneticilerinden birisi olan Muhammed El Biltaci’nın öldürülen 17 yaşındaki kızları Esma’yla ilgili sızlayan vicdanları, nedense başka insanlar konusunda hiç sızlamıyor. Örneğin Mursi zamanında hakları ihlal edilen Koptik Hristiyanlar, kadınlar, liberal kesimlerin temsilcilerinin başlarına gelenlerle zerrece ilgilenmiyorlar. Yıllarca Türkiye’de bu muhafazakar kesimin özgürlükler konusunda hassasiyet gösterdiği tek nokta dini özgürlükler konusunda oldu. Dini özgürlükler dışında her hangi bir hak ihlâli konusunda, örneğin Kürt meselesine ilişkin bir tavır aldıklarını görmek pek olası olmadı. Bu çevre içinden çıkan muhafazâkar feministler ise içinden çıktıkları kitleyi dönüştürmekten ziyade, ne tam o kitleye ne de daha “laik” olan kitleye ait olamadan bir tür “arafta” kalarak sancılı bir varoluş halini deneyimlediler.
Vicdanın çoğunlukla ancak “bizim” gibilerin acıları karşısında sızladığına dair bir sürü örnek verilebilir. Mısır’da 17 yaşında bir kızın öldürülmesine isyan eden bir kitle, neden 19 yaşında döve döve öldürülen bir çocuğun, Ali İsmail Korkmaz’ın trajedisine isyan etmez? Bazı ezberler neden bu kadar zor bozulur? Neden Uludere’de öldürülen bir sürü Kürt çoçuğun, gencin ölümleri karşısında Beyaz Türkler “bunlar kaçakçılık yapıyordu, su testisi su yolunda kırıldı” meyanında sözler ederler? Kamplaşmaların yaygın olduğu bir toplumda vicdan da mı kamplara ayrılır? Yıllarca Güneydoğu’da inanılmaz işkencelere uğrayan, faili meçhul cinayetlere kurban giden Kürtlerin temsilcisi bir siyasi partinin önde gelenlerinden birisi neden onca genç insanın öldürüldüğü, öldüresiye dövüldüğü, ciddi şekilde yaralandığı Gezi olaylarıyla ilgili “orada darbeciler var, mesafeli duracağız” açıklamasını yapar? Kürt nüfusu içinde bir kesimin o dönem sıkça dillendirdiği “biz Güneydoğu’da onca acı çekerken bu kesimler neden sesini çıkarmadı, neden sessiz kaldı” görüşü, kendin gibi olmayanların acıları karşısında vicdanının sızlamadığının bir göstergesi değil midir?
Elbette insan bunu da anlayabiliyor. Yıllarca Kürtlerin acılarını görmezden gelen, onları öteleyen ve aşağılayan Beyaz Türklük hali, böyle bir tepki yaratıyor. Ancak sebep ne olursa olsun, sonuç ürkünç görünüyor. Dini muhafazakâr kesimler sadece dini özgürlükler konusunda hassasiyet gösterip kendi görüşlerine yakın olan Müslüman Kardeşler gibi grupların hak ihlallerine mi tepki gösterecek? Orta sınıf Türkler Kürtlerin hak ihlalleri konusunda sessiz kalırken ancak AKP’nin özel alanlarına muhafazâkar müdahaleleri olarak tanımladıkları icraatları karşısında mı seslerini çıkaracaklar? Peki ya Kürtler, Anayasal bazı hakları güvence altına almak, kendi dillerini konuşmak, özerk bir yönetim oluşturmak dışındaki talepleri dışında, Türkiye toplumu içindeki farklı kesimlerin hak ihlallerine ilişkin nasıl bir tavır içinde olacaklar? Örneğin Gezi olayları sırasında AKP’yle çatışmak istemezken, Suriye’deki Kürtleri katleden El Nusra örgütünün Türkiye tarafından desteklendiği yargısına vardıkları zaman AKP’ye ilişkin takındıkları eleştirel mesafe nasıl izah edilecek?
Tüm bu soruları arka arkaya koyduğum zaman çoğumuzun vicdanının ancak kendimize benzeyenlerin acıları karşısında sızladığını, ötelediğimiz, bizden farklı olanların acıları karşısında ise vicdanın teklediğini düşünüyorum. Ama yazıyı bu noktada bitirmek büyük bir hata olurdu. Zira ideolojiler, belli öğretiler bizim hayata bakışımızı, dolayısıyla vicdanımızın neye sızlayıp neye sızlamadığını önemli ölçüde belirlese de, yine Niyazi hocanın deyişiyle “yedi kilit vurulmuş ideolojik maphushanenin bir yerinden içeriye ışık sızabiliyor, belki küçük bir çatlaktan”...
O çatlak vicdan sayesinde açılır. Bir gün gelir önceleri ezberine takılan, vicdanını sızlatmayan olaylar karşısında savunmasız kalır insan. “Öteki” tabir edilenle birlikte eylemlere katılmak, dostluk kurmak, sevgili olmak bir gün gelir herkesi dönüştürür. Gerçek oradadır ve ondan kaçış yoktur. Sadece kendi gerçeği hikâyenin yarısıdır. Vicdan sürekli sorular sorar, sürekli rahatımızı kaçırır. Neden o çoçuğun ölümüne tepki gösterdin de bu çoçuğun ölümünü meşrulaştırdın, neden kendi cemaatinden birinin işkence görmesine karşı durdun da, bir başkasının işkence görmesine ses çıkarmadın gibi bitmek bilmez sorular sorar. Son tahlilde Niyazi hoca haklıdır: Tahakkümün çözüldüğü yer vicdanla başlar...