1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Victoria İnas Okulu ile Shakespeare School günleri…” 5
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Victoria İnas Okulu ile Shakespeare School günleri…” 5

A+A-

Türkan Uludağ’ın hatıra defterinden…

Leymosun’da, Mağusa’da, Pile’de öğretmenlik yapmış, kütüphanede yıllarca kütüphanecilik yaparak özellikle ödev verilen öğrencilere canla başla yardım etmiş, kitap okumayı sevdirmeye çalışmış rahmetlik anneciğim Türkan Uludağ’ın hatıralarının devamında Tahtakala’da çocukların oynadığı diğer oyunlar arasında ip atlama, pire ısırdı çık yukarı, beştaş oyunu, hoppacık oyunu, kapıcı başı oyunu, jagoma top oyunu gibi oyunları sayıyor… Tahtakala’daki evlerini anlatmaya devam ediyor:

MAĞUSA İLKOKULU…

Ablam Şerife Zaim, 15 yaşında evlenmiş ve tam on ay sonra Ahmet Zaim doğmuştu. Eniştem, dedem Kazım Çavuş’un bakkal dükkanında çalışıyordu.

Evlenince gidip polis yazıldı ve eğitimden sonra Mağusa’ya gönderildi. Küçük yaşta anne olan ablamı Mağusa’ya yalnız göndermemek için, benim de beraber gitmem uygun görüldü. Dokuz yaşımı yeni tamamlamıştım. Mağusa’ya gittik. Evimize çok yakın olan ilkokula yazıldım.

Okulda başöğretmen Cihan Ruzi ve Fatma Şermin, Vedia Nermin, Besime Yegane isimli dört öğretmen vardı. Ben son sınıf olduğum için  Cihan Ruzi hanımın odasına gönderildim. Derslerim çok iyi gidiyordu. Yalnız sabahları okul bahçesinde toplanıp şarkılar ve oyunlara katılamıyordum. Sabahları ablamın çarşı işini görür, okula sonra giderdim. Eniştem öğretmenlerle anlaşmış, onlardan benim için izin almış. Fakat o zamanlar çok zeki olduğum için alışverişe giderken duyduğum şarkıların hepsini ve teneffüs saatlerinde de oyunları öğrenmiştim.

Okulda her çocuğun iki ismi vardı, hatta öğretmenlerin bile. Yalnız ben ve Lefkoşa’dan gelen Dervişe isimli arkadaşımın birer ismimiz vardı.

Bir gün, Vedia Nermin isimli öğretmen yanıma geldi. Elindeki kağıtta yazılı iki ismi bana uzattı.

“Bak bakalım Hatice, bu isimlerin hangisini istersin, seç birini, çünkü ötekini de Dervişe’ye vereceğim” dedi.

Kağıtta iki isim yazılıydı. Biri TÜRKAN, diğeri YEZDAN. Ben bir zamanlar Lefkoşa’daki sınıf arkadaşımın adı olan TÜRKAN’ı seçtim. Yezdan’ı da Dervişe’ye verdiler. Böylece bizim de ikişer ismimiz oldu. Hatice Türkan olarak deftere kaydım yapıldı ama yine Hatice çağrılıyordum.

Okulu bitirip şehadetnamemi aldım. Ablam yanında kalmamı ve Ahmet Zaim’a bakmamı istiyordu. Ben çocuğu çok seviyordum. Günden güne büyüyor ve ağırlaşıyordu. Onu kucağımda kalıdamaz, belime, yanlama oturtuyor, bir ayağı önde, biri arkada, ancak öyle taşıyabiliyordum. Yere indirince de bazan düşer ve ağlayınca ablamdan bir araba dayak yerdim. Çocuktan başka yağılacak birçok işlerim vardı. Çarşı işi, tavşanları yedirmek, avludaki kocaman çitlenbik ağacına çıkıp tavşanlar için dal kırmak, süpürmek, ateş yakmak. Geceleri yorgun düşer, hemen uyumak isterdim ama ablam “Enişten gelene kadar bana arkadaşlık edecen, ben yalnız korkarım” derdi. Ablam, eniştemin maaşı az olduğu için boş vakitlerinde, bilhassa geceleri makinede çorap örer veya nakış işlerdi. Makinelerin sesi bana ninni gelir ve uyuklardım. Ablam hemen alnıma vurur, “Uyumak yok, enişten daha gelmedi, uyan” derdi ama benim başım biraz sonra omuzlarıma düşer ve uyurdum. Eniştem gelince de kanepeye kıvrılırdım. Yatağım yoktu. Kanepede uyuyordum. Okul kapandıktan sonra ne olacağımı düşünmeye başladım. 10 yaşında olmuştum, okumak, öğretmen olmak en büyük dileğimdi. Bir gün Kazım Çavuş dedem Mağusa’ya geldi. Bir fırsatını bulup ona okumak istediğimi söyledim. “Ben çocuk bakıcısı olmak istemem” dedim. Dedem (Allah rahmet eylesin) çok iyi bir insandı. Bana “Sabret, hiç üzülme, okullar açılmadan ben gelip seni alacağım. Sana kitaplarını da alacağım, okuyup Hoca Hanım olacan” dedi. O kadar çok sevindim ki anlatamam. Dedemin ellerini öptüm, bir taraftan da gözlerimden boşalan sevinç gözyaşlarımı sildim. Hakikaten dedem dediğini yaptı. Ağustos’un son haftasında gelip beni aldı. Lefkoşa’ya gittik. Ertesi gün de beni Kitapçı Seyfi Bey’in dükkanına götürdü. Okul için gereken kitap, kalın defter, cetvel ve her türlü araç gereci aldı. Evdim’den de Halide isminde bir kız geldi. O da dedemlerde kalıp okula gidecekti. Aynı zamanda Gönendere’deki dayımın kızı Dervişe de aynı evde kalıyordu. O bir yıl önce okula kaydolmuş ama sınıfı geçememişti. Şimdi bizimle tekrar okula gitmesi için ona bir şans daha verilmişti. Biz üç kız, okula beraber gidip gelecektik.

VİKTORYA İNAS OKULU’NA GİRİŞ…

Bizim zamanımızda okullar 1 Eylül’de açılır, 31 Mayıs’ta kapanırdı. Bir Eylül günü Halide, ben ve Dervişe okula gittik. Ben Mağusa’dan, Halide Evdim’den geldiğimiz için okulda tanıdığımız, arkadaşımız yoktu. Ne yapacağımızı bilemeden okul bahçesinin bir kenarına oturup beklemeye başladık. Sonra Mesadet Hanım isimli bir öğretmen kapıda göründü. “Yok mu başka bu sene gelen, kayıt yaptırmak için gelsin” dedi. O zaman biz koştuk, “Biz de yeni geldik” dedik. “Gelin içeri kaydınızı yapalım” dedi. İçeri evvela Halide girdi, kaydını yaptırıp çıktı, sonra ben girdim. İçeride 3-4 öğretmen ve Suat Seyit Hanım isimli bir Başöğretmen vardı. Suat Seyit Hanım bana şöyle bir baktı.

“Gel kızım bakayım, sen kaç yaşındasın?” dedi. Ben sıkıla büzüle “On yaşındayım” dedim. Çok zayıf ve cılız bir çocuk olduğum için beni gözü tutmamıştı herhalde.

“Adın ne senin?” dedi.
Ben de “Hatice Türkan” dedim.
“Aman… Bu memlekette ne çok Hatice varmış, Hatice Hasan, Hatice Hüseyin, Hatice Ali, Hatice Veli… İyi ki senin başka adın varmış. Sen bu günden itibaren TÜRKAN’sın. Hatice Matice yok. Böyle güzel adın vardı da niye Hatice’yi kullanıyorsun? Artık bitti, sen Türkan Mehmdali’sin” dedi ve deftere de öyle yazdı adımı.

Sınıfımız 81 kişiydi. Halide ile ben 80 ve 81inci olarak kaydımızı yaptırmıştık. Gidip en kuyruktaki son sıraya oturduk.

Derse iki öğretmen gelir, biri başta, öbürü sonda otururdu. Dersler bana çok kolay geliyordu. Geceleri üç kız oturur, derslerimizi beraber çalışır, birbirimize sorular sorardık. Sonra ben annemin evine gider, orada uyurdum.

Dervişe, dersleri bizimle çalışır, öğrenir, derse kalınca hiç cevap veremezdi. Sene sonu ben dördüncü, Halide 15inci geldi. Dervişe’nin sekiz ikmali vardı. Yine sınıfta kalmıştı. Dedem çok üzüldü. İki sene denemiş, olmamıştı.

“Dervişe Hanım artık sen Gönendere’ye gidip sabanın kuyruğuna yapışacan. Sana iki sene fırsat verdik. Sen caht edip okumadın. Bak Türkan’la Halide sınıflarını ne güzel geçtiler. Sen kaldın” dedi ve ertesi gün de annesi gelip onu köye götürdü. Bir müddet sonra da evlendirdi. Dervişe’nin üç çocuğu oldu. Dördüncü çocuğu doğuramadı. Eşi onu doktora götürmedi. Acı içinde can verdi. Çocuk hala karnında tekme atıyormuş, onu da süpürge ile vura vura öldürmüşler. Çok üzüldük ama elden ne gelir. Dervişe biraz daha gayret edip okusaydı, belki de bugün hala yaşıyor olacaktı…

YOKULUKLAR İÇİNDE BİR HAYAT

Okula başlayınca her gün bir şeyler almak gerekiyordu. Bırakın cep harçlığını, kalem kağıt alacak paramız yoktu. Yirmi paraya bir kalem alır, küçülene kadar yazar, sonra annemin tezgahta kullandığı masıralardan bir tane alır, kalemi onun içine sokar, kalemi bitene kadar yazardık. Kalem bitince anneme gelir, “Anne kalemim bitti, yirmi para lazım” derdim. Babam evdeyse hemen karşı çıkar, “Biz çocuk okutamayık, otur da anana masıra sar. Çocuklara bak” derdi. Kimse yirmi parayı vermezdi. Bazan annem verir, bazan onda da bulunmazdı. Ben ağlamaktan gözlerim şiş teyzeme giderdim. Dedem beni öyle görünce, “Ne oldu da ağladın?” diye sorardı. “Kalemim bitti, almak için para vermediler” derdim. Dedem hemen cebinden para çıkarır, bana bir iki kuruş verirdi. “Ben sana söylemedim mi, onlardan hayır yok. Ne istersen gel bana söyle” derdi.

Ben sabah akşam orada karnımı doyurur, bir de üstünden para isteyemezdim. Dedem bunu bildiği için her Cuma “Hade bakalım Türkan abdest al da ölülere bir Yasin oku” derdi. Ben de okurdum ve bana beyaz bir üçlük verirdi. Okulun masrafı bitmezdi. Bazan nakış için kumaş, ipek, gergef, kasnak, bazan da resim için suluboya, yağlıboya, fırça ve tuval lazım olurdu. Okul gezileri olurdu. Tabii ben katılamazdım.

Okulun bahçesinde, içine üç-dört basmakla inilen, toprak döşemeli bir oda vardı. Bu oda, Bevvap Fatma abamızın odasıydı. Teneffüs saatleri Fatmaba sıcak çörek getirir, çitlemit kavurur, çocuklara satardı, o çörek ve çitlemitlerin kokusu bütün bahçeye yayılır, ciğerimize çökerdi ama alacak paramız yoktu. Ben sadece kokusunu çekerdim. Ben oralardan uzak durmaya çalışır, arkadaşlarımla “Bir ayak” ve “Çiftçi Çukurdadır” oyunları oynardık. Bazı çocuklar top getirir, oynardı. Benim topum yoktu, oyuncağım yoktu. Oyuncaklarımı kendim yapardım. “Buppa” dediğimiz kuklalar ve çatirez goggolarından sandaliye, yatak, kanepe yapardım. Babam hurmaları kestiğinde, hurma kılıçlarından saplarından da müzik aleti yapardık. Kırlara gittiğimizde buğday saplarından düdük yapar çalardık.

SUÇLULUK…

Okulda çektiğim sıkıntı, parasızlık ve yokluklar canıma tak etmişti. Ne yapacağımı düşünüyordum gece gündüz. Buna bir çare bulmak gerekiyordu. Bir Cuma günü, yine su taşımaya gönderilmiştim. Arabayı ve dört tenekeyi alıp Kale Kapısı ve Mağusa Kapısı Çeşmesi denilen çeşmeye gittim, iki kocaman çeşme ve içi su dolu banyodan büyük bir su yalağı vardı. Köyden gelen atlar, eşekler, develer su içiyordu bu yalaktan. Con taştan yapılmış, zamanla kenarları yıpranmış ve kaygan olmuştu. Boyum çeşmelere yetmezdi. Tenekeleri birer birer teknenin kenarına koyar, yalağın üstüne çıkar, çeşmelerden birini açar, teneke dolunca yavaş yavaş tenekeyi yalağın ön kenarına geçirir ve aşağıya atlar, tenekeyi ağır ağır aşağıya indirir, arabaya koyardım. İkinci, üçüncü ve dördüncü tenekeleri de aynı şekilde doldurur, sonra arabayı iki kolundan tutar, yukarı kaldırır ve sürerek eve getirirdim. Evimizin kapısı yoldan yüksek ve yol dar olduğu için basamak yapılamış, kocaman bir taş konmuştu, oraya, o taşa basarak kapıya çıkardık. Suları da evvela o taşın üstüne koyar, sonra kapıyı açıp tenekeyi yukarı çekerdim. Bu işleri yapmak, benim için çok zordu ama ne yapabilirdim. Karşı çıkmak imkansızdı. İster istemez suları taşıyacaktım.

Bir gün sudan gelirken evimize yakın oturan Cemaliye Hanım beni çağırdı. Eğer kendisine de dört teneke su getirirsem, bana bir kuruş vereceğini söyledi. Hemen suları onun evine taşıdım. Evine beş altı basamakla çıkılırdı. Tenekeleri bir bir o basamaklardan çıkarıp küpünün olduğu yere kadar taşıdım ve bir kuruşu aldığımda ne kadar çok sevindiğimi anlatamam. Boş tenekeleri alıp hemen çeşmeye koştum. Onları tekrar doldurup eve getirdim. Cemaliye Hanım, “Her gün, her gün bir kuruşuluk getir be Haticanım” dedi. Yeni adımı bilmediği için bana Hatice diyordu. Ben de aldırış etmedim. Her gün binbir eziyet ve korku ile tenekeleri doldurup Cemaliye Hanım’ın evine taşıdım. Artık benim de param vardı. Cumartesi günü aldığım ilk kuruşu cebime koydum ve okula gittim. Teneffüste de doğru Fatmabanın odasına gidip bir çörek aldım. Kalan yirmi parayı da sakladım. Mahallemizde, tam evimizin karşısında bir fırın vardı. Yanni isimli bir Rum tatlıcı, her ikindi o fırına yağlı kurabiye getirir ve sıcak sıcak çıkan kurabiyelerin kokusu içimize işlerdi. Alacak paramız olmadığı için yutkunur dururduk. İşte geri kalan yirmi paramla da bir yağlı kurabiye alıp kardeşlerimle paylaşarak yedim. Artık her gün aldığım bir kuruş su parasıyla bazan bir çörek, bazan sıcak çitlembik, bazan kalem, kağıt, defter alabiliyordum. Cumaları da bazan dedeme, bazan Miskinler Çiftliği’ndeki Zühre Kadın’ın ölülerine Yasin okur ve üç kuruş alırdım. Böylece okul masraflarımı biraz olsun karşılamaya çalışırdım…

uu-022.jpg

SHAKESPEARE SCHOOL…

Viktorya’yı 1933 yılında Pek İyi derece ile tamamlayıp diplomamı aldım. Boş kadro olmadığı için öğretmen olamadım. Evde oturup nakış işlemeye başladım. Bir gün Feylesof dedikleri Necmi Sagıp Bodamyalızade bize gelmişti. Ağabeyime parasız ders vermiş ve o zamanlar çok gerekli Ordinary imtihanlarını geçmesine yardımcı olmuştu. Ağabeyim Mustafa çok zekiydi. İmtihana girdiğinde ona epeyi güçlük çıkarmışlar, “Yaşın küçük, sen bu imtihanı geçemezsin” demişler. Ağabeyim direnince de saatlerce soru sormuşlar ve hepsinden de güzel cevaplar alınca geçmiş imtihanı. Necmi Bey de ağabeyimi yoklamaya gelmiş. Laftan lafa dedem ona “İşte Türkan da Pek İyi derece ile mezun oldu ama evde oturur. Babası haırsız, ben de ev kiralarıyla geçinirim. Pişenden yesin ama aylık veremem” demiş. Necmi Bey, fakir çocuklardan para almazdı. Beni çağırdı ve “Yarın okula gel, madem Mustafa’nın kızkardeşisin, senden para istemem” dedi. Çok sevindim, teşekkür ettim. Ertesi gün erkenden okula gittim. Necmi Bey bana evvela imla söyledi, yazdım. Çok beğendi. “Hem yazın güzel, hem yanlışsız. Bu çok iyi” dedi. Birkaç dersten sonra beni yanına çağırdı. Senin İngilizcen, imlan çok iyi, öğleden sonra da gelebilirsen Distinction derslerini de beraber götürebilirsin” dedi. Çok sevindim. Her iki imithana birden hazırlanmaya başladım ve dokuz ay sonra “Ordinary”yi, ondan bir ay sonra da “Distinction” imtihanını geçtim. Hala hükümet kadro açmamıştı. Yine evde oturup nakış işlemeye başladım. Bir gün yine Necmi Bey bize geldi. “Ne yapan Türkan?” dedi. “Evde oturur nakış işlerim” dedim. “Seni okuluma öğretmen almak isterim. On şilin ayda. Parası az ama bildiğini unutmazsın, hiç olmazsa bir işin olur” dedi. Çok sevindim. Ertesi gün de öğretmenliğe başladım.

 

ÖĞRETMENLİĞE İLK ADIM…

Öğretmenlik yapacağım için çok heyecanlıydım. Okula gittim. Necmi Bey beni bir odaya götürdü. “İşte bu ikinci sınıf. Onlara sen ders vereceksin” dedi. Kendime bir şema yaptım, program hazırladım. Derslere başladığımın ikinci günü Posta Müdürü Rahmetli Aziz Bey okula geldi. Oğlu Vedat’ı getirdi. Beni yanına çağırdı. “Kızım bu çocuk çok haylaz ve yaramazdır. Benden sana müsaade, istediğin kadar döv ama ona mutlaka bir şeyler öğret. Hade göreyim seni” dedi. Derslere başladık. Bir bir bir çocukları tanımak için onlara adını, baba adını, babasının ne iş yaptığını soruyor, onlarla bir arkadaş, bir abla gibi konuşuyordum. Kısa zamanda ben onları, onlar beni tanıdılar, aramızda bir sevgi bağı oluştu. Onlar beni, ben de onları çok seviyorduk. Her dediğimi yapıyorlardı. Hatta Vedat bile sınıfta uslu uslu oturup dersi dinliyordu. Aziz Bey çok memnundu. Bir gün beni evine çağırdı. Ders çıkışı gittim. Vedat’ın annesi ve anneannasi ile tanıştım. Bana Vedat’a özel ders vermemi ve bana ayda altı şilin vereceklerini söylediler. Çok sevindim. Ek bir kazancım olmuştu. Artık kendime bir şeyler alabilirdim bu para ile. Vedat’a her gün, ertesi gün okuyacağı dersleri öğretiyor, imla yazdırıyordum. Kısa zamanda Vedat derslerinde çok iyi ilerlemeler kaydetti, ailesi ve ben de hepimiz mutlu olduk. Sonra Selma isimli başka bir öğrencim de ders almak istediğini söyledi. Ona da aynı miktar parayla yani ayda altı şilin ücretle ders vermeye başladım. Daha sonra Türkiye’den elçiliğe gelen Mehemdali Bey isimli Ataşe, İsmet ve Hikmet isimli iki oğlunu okula getirdi. Onlar da benden özel ders almak istediler. Onlara da ders vermeye başladım. Aysonu Mehmedali Bey çocuklarla bir lira gönderdi bana. Dünyalar benim olmuştu. Hayatımda ilk defa olarak bir lira alıyordum. Parayı alınca gözlerimden yaşlar boşandı. Mümkün olsa o parayı çerçeveleyip duvara asacaktım. Ama öyle yapmadım. O para ile bir çift ayakkabı ve elbise aldım. Zaten Necmi Bey’den aldığım 10 şilinin sekiz şilinini bankaya yatırıyor ve bütün ay iki şilin harçlıkla idare ediyordum. Hala makine örmesi çorap giyiyordum. Necmi Bey’den aldığım ilk maaşımdan Tüccar Salih Efendi’den yedi kuruşa bir çift fildikoz çorap ve çok ihtiyacım olan bir şemsiye aldım. O güne kadar şemsiyem veya yağmurluğum olmadığı için, yağmurlu günlerde okula yıkanarak gider gelirdim. Vedat, Selma, İsmet ve Hikmet isimli özel öğrencilerimden para almaya başlayınca artık mali durumum düzelmeye başladı. Kendi ihtiyaçlarımı karşılayabiliyor, hatta biraz da cehiz parası arttırıyordum. Üç yıl Şekspir Okulu’nda ikinci ve sekizinci sınıflara ders verdikten sonra bir gün Maarif Dairesi’nden bir mektup aldım. Distinction imtihanını geçen ben, Hidayet, Vicdan, Melek ve Münevver, tekrar Viktorya Kız Lisesi’ne çağrılıyorduk. Altı aylık öğretmenlik kursu görmemiz gerekiyormuş. Necmi Bey buna şiddetle karşı çıktı çünkü hepimizin öğretmenlik yapmak için Maarif Dairesi’nden iznimiz vardı. Eğer gitmezsek, öğretmenlik hakkımızı kaybedecektik. Necmi Bey’in okulunda ayda 10 şilinle çalışacaktık. Halbuki altı ay okula gidersek, ayda üçbuçuk lira maaşla öğretmen olacak ve ayrıca emekli maaşı almaya hak kazanacaktık. Ben Necmi Bey’e bunları anlattım ve okula gideceğimi söyledim ve okuldan ayrıldım…”

 

(Devam edecek)

Bu yazı toplam 2595 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar