“Vretça’da bağ budamak benim korkulu rüyamdı…”
Zalihe YABABA/GAZEDDA
(Vretçalı Zalihe Yababa, Gazedda Kıbrıs’ta Vretça’dan hatıralarının ikinci bölümünü yazdı… Bizi alıp o dağ köyüne götürdü yeniden… Teşekkürlerimizle iktibas ediyoruz… S.U.)
Köyümüzün bazı evleri dağ taşlarından yapılmıştı, dış cepheleri sıvasızdı.
Evlerin içlerini dağ mermerleriyle döşerlerdi. O zamanlar evlerimizde ocaklık dediğimiz şöminemiz vardı. Bu şöminede hem yemek pişirir, hem de ısınırdık.
Çalışkan bir yapıya sahip olan köylülerimiz bağcılık, bahçecilik, çiftçilik ve hayvancılık yaparak kendi geçimlerini sağlıyorlardı.
Hayal meyal hatırladığım dedemin, öküzlerin çektiği döveni vardı. Bu dövenin alt kısmı taştandı ve üstü de tahtaydı. Buğdaylar burada ezilir ve samanından ayrılırdı. Bizi de ağırlık olması ve buğdayların daha kolay ezilmesi için bu tahtanın üzerine oturturdu. Biz bu tahtanın üzerinde dönerken etrafta olan ağaçların sanki bizimle birlikte döndüğünü görürdük.
Ben çok soğuk bir kış gününde doğdum. O yıl kış çok ağır geçti.
“DEPREMDE ENKAZ ALTINDA KALDIYDIM…”
Ben altı aylıkken köyümüzde çok şiddetli bir deprem oldu. O depremde bizim evimiz de yıkıldı. Ben yıkılan enkazın altında kaldım. O esnada avluda çamaşır yıkayan annem ben içeride kaldığım için çok korktu ve o korkudan dolayı hasta oldu. Makarios’un köyü Panaya’da olan hastahaneye yattı. Hastalığından dolayı da sütü kesildi. Beni annemin amcasının kızı rahmetlik olan Refiye abla emzirdi.
Geçmişte çocukları olan anneler başka çocukları da emzirirlerdi ve o çocuklar süt kardeş olurdu. Kural olarak da süt kardeşler evlendirilmezdi.
“BAĞ BUDAMAK KORKULU RÜYAMDI…”
Şubat tatillerinde karnemi aldıktan sonra eve giderdim. Babam “Hade bakalım hazır olun, bağ budamaya gideceğiz” derdi. Bağ budamak benim korkulu rüyamdı. Onun için ben kendimi hiçbir zaman hazır hissetmezdim. Ama mecburen bağ budamaya giderdim. Böyle işler yapmaya pek alışkın olmadığım ve küçük olduğum için avuçlarımın içi önce kabarır, sonra şişer ve su toplayıp patlardı ama biz yine de bağlarımızı budamaya devam ederdik. Ne avuçlarımızdaki yaralar, ne de yağan karlar ve yağmurlar bize bu işi yapmamıza engel değildi. Yani kısacası biz işten değil, iş bizden korkardı. Sonuç olarak da bahçemizden, bağımızın dalından topladığımız güzel meyveleri yiyerek mutlu olurduk.
“BAYRAMLAR ÇOK GÜZEL GEÇERDİ…”
Bizim köyümüzde bayramlarımız çok güzel geçerdi. Arife günü temizlikler yapılır, fırında çörekler pişirilirdi. Gece olunca annem avuçlarımıza kına yakar ve bağlardı. Yeni alınan elbiselerimizi yataklarımızın yanına asardık. Yeni ayakkabılarımızı da koynumuza alıp uyurduk. Bayram sabahı erken kalkar, bayramlık giysilerimizi giyer ve büyüklerimizin camiden çıkmasını beklerdik. Daha sonra, çocuklukta en büyük mutluluğumuz olan el öperek para toplardık. Gerçi o dönemde çok para verilmezdi ama biz yine de çok sevinirdik. Keşke yine çocuk olabilsek…
AVUKAT SÜLEYMAN ŞEVKET’İN ÖLÜMÜ…
Köyde yaşanan bir olaydan da bahsetmek istiyorum.
Köyümüzde komşumuz olan Mehmet efendi ve eşi Rahme hanımın anlattıklarını sizlerle bölüşmek istedim.
Mehmet efendinin mesleği öğretmenlikti ayrıca imamlık da yapıyordu ve köyün ileri gelen ailelerindendi.
Mehmet efendinin iki oğlu vardı: Bir oğlu, Ankara’da diş doktorluğu yapıyordu, diğer oğlu ise ülkemizin tanınmış avukatlarından olan Süleyman Şevket beydi.
Avukat Süleyman Limasol mahkemesinde gördüğü bir davayı insanlar şöyle anlatırdı. Bir zaman bir yerde bir Rum başka bir Rumu öldürmüştü. Avukat Şevket öldürülen Rumun Avukatlığını yapıyordu. Karşı taraf öldürülen adamın Avukat Şevket’in müvekili tarafından öldürüldüğünü iddia ediyordu. Delil olarak da olay yerinde bulunan ayak izine kireç dökerek ayakkabı kalıbı yaparak Mahkemeye getirdiler: Şevket bu kalıbı kendisi giydi ve ayağına tam oldu o zaman Mahkemeye dönüp “Demek ki bu kişiyi ben de öldürmüş olabilirim” dedi ve bu delili mahkemenin kabul etmesini istemedi. Mahkeme kabul etmedi ve Süleyman Şevket bu davayı bu şekilde kazandı.
Avukat Süleyman Şevket 1936 Baf Limasol yolu üzerinde Aşelya köprüsünün yıkıldığını görmeyip maalesef azgın sulara kapılıp hayatını kaybetmişti, ölüm haberi tüm Kıbrıs halkını üzmüştü. Bu komşularımızın değerleri o kar büyüktü ki hepimiz çok duygulanırdık. Bu acılı aileler devamlı gözyaşı dökerlerdi, kaybettikleri oğlularına canları yanardı ve tekrar yaraları kanardı.
(GAZEDDA – Zalihe YABABA – 18.3.2025)
Vretça'dan bir görünüm...
*** BASINDAN GÜNCEL…
“Bir hikâyeye inanmakla başlar her şey…”
Ohannes Kılıçdağı/AGOS
“Siyasetinizin gücü, hikâyenizin gücüyle doğru orantılıdır. Başka bir deyişle, hikâyesi daha iyi olan, yukarıda saydığım işlevleri daha iyi yerine getiren hikâyelere dayanan siyasetler yarışa önde başlar. Örneğin “Biz Türk’üz”, “Biz Amerikalıyız” gibi bir önermenin arkasındaki hikâye, “Biz demokratız” gibi bir önermenin sunduğu hikâyeden çok daha güçlü olduğu için, kendini bunlara dayandıran siyasetler daha fazla taraftar toplar. Bunların arkasındaki hikâye niye daha güçlü?”
Evet, her şey bir insanı sevmekle değil, bir hikâyeye inanmakla başlıyor, çünkü hikâye olmadan anlam olmuyor, insan denen varlık anlamı ancak bir hikâye içinde kurabiliyor; anlam olmadan da hayata tutunmak, yaşam enerjisi bulmak, geçiciliğin, hiçliğin yükünü taşımak zorlaşıyor. Sadece anlam da değil, bir hikâyeye inanmak, huzur ve güvenlik hissi ve buna bağlı olarak bir çeşit mutluluk veriyor insanlara. Bir hikâyeye inanmak, aynı zamanda o hikâyenin bir parçası olmak, kendini o hikâyede bir yerlere yerleştirmek, yani kendi zayıf, küçük, geçici varlığını ezelden gelip ebede gittiği düşünülen bir anlatı içinde güçlü ve kalıcı kılma çabası demek. Onun için hikâyeler bu kadar önemli, bu kadar etkili.
“MİLLİYETÇİLİK, MUHAFAZAKARLIK BİRER HİKAYEDİR…”
Dinler, birer hikâyedir örneğin. Tüm siyasi akımlar, ideolojiler, daha çok da sağ ideolojiler ve onun içinde de özellikle milliyetçilik, muhafazakârlık, birer hikâyedir. Size bir hikâye anlatırlar ve buna inanmanızı isterler, çünkü inanmayan insan eyleme geçemez. Bu hikâyeler ekseriyetle geçmişte her şeyin doğru, mükemmel, iyi ve güzel olduğu bir zaman, bilinen tabirle bir altın çağ tanımlarlar. Nostalji burada hikâyenin ayrılmaz bir parçasıdır. Hikâyelerin sağ-muhafazakâr siyasette, sol ve özgürlükçü siyasete kıyasla daha ön planda, daha etkin olmasının bir sebebi de burada yatıyor. Şöyle ki, sağ siyaset(ler) ideal dönemi geçmişte bir yere yerleştirip onun bir nevi restorasyonunu amaçlarken, sol ve/veya özgürlükçü siyaset, ideal dönemi ulaşılması gereken bir hedef olarak geleceğe yerleştirir. Bu siyasetlerin gözünde geçmiş, kurtulunması, sonlandırılması gereken bir adaletsizlik ve baskı dönemidir. Bu söylediğim, hikâyeler sol siyasette hiç rol oynamaz demek değildir ama insanlar hikâyeleri olmuş veya olan bir hâl olarak dinlemeyi severler, bunu da onlara sağ siyasetler verir. Anlatılan, masal bile olsa, “Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde” diye başlar.
“MELEZLİK SEVİLMEZ…”
Yeri gelmişken şunu da söyleyelim: Bu hikâyelerin, bu altın çağ anlatılarının etkili ve inandırıcı olması için gerçek olmasına gerek yoktur; güzel, insanın duygularına hitap eden ve yukarıda saydığım işlevleri yerine getiren bir hikâye olması fazlasıyla yeterlidir. Hatta, gerçeklikten ne kadar uzaklaşırsa bu işlevler açısından başarılı olma ihtimali o kadar yükselir bile denebilir, çünkü böylece gerçeğin karmaşıklığıyla, belirsizliğiyle, melezliğiyle, gri alanlarıyla uğraşmak zorunda kalmaz. Siyasetlerin, ideolojilerin hikâyeleri gri alan, arada kalmışlık, muğlaklık, tutarsızlık, melezlik sevmez. Orada iyi ve kötü, doğru ve yanlış, güzel ve çirkin, dost ve düşman, birbirinden net çizgilerle ayrılmıştır.
Böylece, hikâyelerin önemli başka bir işlevi olan “Biz kimiz?” sorusunu cevaplamak da kolaylaşır. “Biz Türk’üz/ Fransız’ız/ Amerikalıyız/ Müslüman’ız/ Hıristiyan’ız...” derken aslında hikâyenin iyi, doğru ve güzel karakterleri olduğumuzu söyleriz. Hikâyelerimiz bizi böyle tarif edecek, böyle gösterecek şekilde yazılmıştır. Kötü karakteri ‘biz’ olan bir hikâye tutmaz, yaşamaz.
“ÖNEMLİ OLAN HİKAYENİZİN GÜCÜ…”
Siyasetinizin gücü, hikâyenizin gücüyle doğru orantılıdır. Başka bir deyişle, hikâyesi daha iyi olan, yukarıda saydığım işlevleri daha iyi yerine getiren hikâyelere dayanan siyasetler yarışa önde başlar. Örneğin “Biz Türk’üz”, “Biz Amerikalıyız” gibi bir önermenin arkasındaki hikâye, “Biz demokratız” gibi bir önermenin sunduğu hikâyeden çok daha güçlü olduğu için, kendini bunlara dayandıran siyasetler daha fazla taraftar toplar. Bunların arkasındaki hikâye niye daha güçlü? Herhangi bir hikâyeyi güçlü yapan sebeplerden dolayı: tarih olarak daha geriye gidiyor, dolayısıyla derinlik hissi fazla; olay örgüsü daha sık, devamlılığı daha fazla; iyi (biz) ve kötü (öteki/ler) karakterler net biçimde çizilmiş, aksiyonu, heyecanı daha yüksek, duygulara daha fazla hitap ediyor. Öte yandan, demokrat olmanın böyle derinlikli, heyecan veren, aksiyon ve duygu yüklü bir hikâyesi yok.
“BEKÇİLER, KİMSENİN DIŞARI ÇIKMASINI İSTEMEZ…”
Dinlerin, siyasi akımların, ideolojilerinin katılığının arkasında yatan sebeplerden biri, belki de en önemlisi, gene bu hikâye unsuruyla, daha spesifik söyleyecek olursak hikâyenin arılığını, dolayısıyla anlamını, gücünü ve etkisini korumakla ilgilidir kanımca. Örneğin dinler – belli zaman ve zeminlerde Hıristiyanlık, Musevilik, bugün özellikle köktenci İslam... Bunların kanaat önderliğine soyunanlar neden kendilerinin ve diğer müminlerin inandıkları dinin gereklerine göre yaşamasıyla yetinmezler ve herkese, her şeye, her insan faaliyetine o dinin gereklerine göre şekil vermek isterler? Bu sorunun cevabının tabii ki siyasi iktidar, ekonomik zenginlik vs. elde etmekle ilgili boyutları vardır ama bence önemli bir boyut da temel hikâyeyi korumak ve yüceltmekle ilgilidir, çünkü sizin hikâyenize inanmayanlar olması ve bunların serbestçe görünür hâlde bulunması, ‘normal’in şirazesini bozar, sizin hikâyenizin çekiciliğini, cazibesini, dolayısıyla gücünü, bağlayıcılığını azaltır. Dışarıda kalanların, içerdekilerin ‘iman’ını zayıflatması riski vardır. İçerdekiler, dışarıdakilere bakıp “Demek bu hikâyeye inanmadan, onun bir parçası olmadan da yaşanabiliyor” diye düşünmeye başladıkları, şüpheye düştükleri anda hikâye tehlikeye girmiş demektir. Onun için, kapıdaki ‘bekçiler’ kimse dışarı çıksın istemez, dışarıdakinin de içeri girmesini ister.
“İSTENMEYENLER…”
Göçmenlere, mültecilere, her türlü azınlığa olumsuz bakışın, nefretin arkasında da benzer bir dinamik vardır. Bu gruplar temel hikâyenin saflığını bozdukları, kafaları karıştırdıkları, sınırları belirsizleştirdikleri için de öfkenin hedefi olurlar. Geçmişten bugüne yazdığımız ‘bizim hikâyemiz’in iç tutarlılığını bozdukları, geleceği ‘tehdit ederek’ geçmişi anlamsızlaştırdıkları düşünülür; onun için de istenmezler. Hikâyemizi bozanlar manaya, huzura, güvenlik hissine ve dolayısıyla mutluluğa karşı bir tehdit olarak görülüp yok edilmek istenir. Bugünlerde küresel olarak ayyuka çıkan budur.
(AGOS – Ohannes KILIÇDAĞI – 16.3.2025)