Wall Street Protestocuları: Sol Üzerindeki Ölü Toprağını Atıyor mu?
Tufan Erhürman: Marx ve Engels, “Avrupa’nın başına bir heyûla musallat olmuştur: Komünizm heyûlası” sözleriyle başlamışlardı Komünist Manifesto’ya
Tufan Erhürman
Marx ve Engels, “Avrupa’nın başına bir heyûla musallat olmuştur: Komünizm heyûlası” sözleriyle başlamışlardı Komünist Manifesto’ya. Onlara göre, gün gelecek, bütün dünyada komünist sistem hâkimiyetini ilan edecek ve bir manada tarih o noktada duracaktı. Oysa 20. yüzyılın sonlarında Fukuyama çıktı ortaya ve hâlihazırda tarihin sonuna ulaşıldığını, Marx ve Engels’in yanıldığını, tarihin sonunun komünizmi değil, liberalizmi ve kapitalizmi işaret ettiğini ilan etti. Bu arada, kendileri bu kavrama ilk başlarda çok sıcak bakmasalar da, iki “post-marxist”, Laclau ve Mouffe, tarihin bir sonu olacağı tezini külliyen reddetmişler ve zıtlar arasındaki mücadelenin hiçbir zaman sona ermeyeceğini söyleyerek, iki kampın da karşısına dikilmişlerdi.
Marx ve Engels’in mi yoksa Laclau ve Mouffe’un mu haklı olduğunu söyleyecek veriler henüz elimizde yok ama galiba Fukuyama’nın haksız çıktığını ilan etmek için daha fazla beklemeye gerek kalmadı!
Bir süreden beri Wall Street protestocularının Zucotti Parkı’nda, Avrupa’nın ve dünyanın diğer kısımlarındaki birçok protestocunun da başka ülkelerde gerçekleştirdikleri eylemler, liberal ekonomistlere dahi Marx’ı yeniden hatırlatmaya başladı. Mesela Güven Sak’ın 21 Ekim tarihli Radikal’de yayımlanan, “Gençler burada işçiler nerede?” başlıklı yazısının son paragrafı son derece dikkat çekiciydi. Sak, “ben bir daha hatırlatayım. Karl Marx yüz yıldan fazla bir zaman önce sosyalizmin zaten gelişmiş ülkelere has bir realite olduğundan bahsetmişti. Buyurun işçiler Zucotti Parkı’nda” sözleriyle bitiriyordu yazısını. Belli ki Zucotti Parkı’nı merkez alan “Wall-Street’i İşgal Et” Hareketi liberalleri de etkilemeye ve düşündürmeye başladı. Durum böyle olduğuna göre, Kıbrıslı Türk solcuların da, bir ara, içine gömüldükleri ada coğrafyasından başlarını kaldırıp, oralarda neler olduğuna bakmalarında yarar var sanırım.
Bu yazıda dünya sol hareketinin iki saygın isminin, Zizek ve Wallerstein’ın “Wall-Street’i İşgal Et” Hareketi ile ilgili görüşlerinden yararlanarak bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Meraklıları için, Zizek’in Ekim ayının başlarında Zucotti Parkı’nda protestoculara yaptığı konuşmanın metnine (http://www.imposemagazine.com/bytes/slavoj-zizek-at-occupy-wall-street-transcript) adresinden, Wallerstein’ın, “Wall Street’i İşgal Et Hareketi Giderek Daha Çok Fark Yaratıyor” başlıklı yazısına da 26.10.2011 tarihli Radikal’den ulaşılabileceğini söyleyerek başlayayım bu yazıya.
1. “Wall Street’i İşgal Et Hareketi”ni Hangi Olay ve Olgular Tetikledi?
Wallerstein’a göre, 1968’den beri ABD’deki en önemli siyasi olay olarak değerlendirilebilecek olan bu hareketi, hangisinin etkisinin ne kadar olduğu tespit etmek mümkün olmasa da, iki önemli etkenin tetiklediğini söylemek mümkün:
a) ABD’deki Ekonomik Koşullar
Liberal ekonomistlerce bir refah ülkesi olarak gösterilmeye çalışılsa da, ABD’de, uzun bir süreden beri, yalnızca çoğunlukla işsiz, hatta evsiz olan en yoksullar değil, çalışan yoksullar (yani orta sınıf) da ciddi bir ekonomik sıkıntı içerisindedir. Nüfusun %1’ini oluşturan en zenginlerin (ki Wall Street onları sembolize etmektedir) Wallerstein’ın deyimiyle yüzsüzlüğü ve açgözlülüğü bu sıkıntıyı daha da katlanılmaz hâle getirmektedir.
b) Dünyadaki Ayaklanmalar
Arap Baharı, İspanyol indignadoları, Şilili öğrenciler, Wisconsin’deki sendikalar, Yunanistan’da sokakları dolduranlar ve benzerleri, ABD’deki yoksulları, “kendilerine dayatılanları kuzu gibi kabul eden yalnızca biz miyiz” diye düşündürmeye başlamıştır.
c) Sistemin Sürdürülemez Olduğunun Fark Edilmeye Başlanması
Zizek, Wallerstein’ın sözünü ettiği bu iki etkene bir de sistemin sürdürülemez olduğunun artık fark edilmeye başlanmasını ekliyor. Yazar, bu durumu, her zamanki parlak üslubuyla, çizgi filmlerdeki meşhur bir sahneye benzetiyor ve “Wall Street’i İşgal Et Hareketi”nin yaptığını şu sözlerle anlatıyor: “Biz herhangi bir şeyi tahrip etmiyoruz. Biz, sadece sistemin kendi kendini tahrip etmesine tanıklık ediyoruz. Kedi bir uçuruma ulaşıyor ama altında hiçbir şey olmadığını görmezden gelerek ‘yürümeye’ devam ediyor. Ancak aşağıya bakıp da altında bir şey olmadığını fark ettiği zaman düşüyor. İşte bizim burada yaptığımız budur. Biz, Wall Street’tekilere, ‘Hey! Aşağıya bakın’ diyoruz”.
2. Hareket Kimlerden Oluşuyor?
Wallerstein’ın anlattıklarına göre göstericiler, başlangıçta, çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu bir avuç insandan ibaretti. Bu aşamada basın gösterilere tamamen ilgisizdi. Ancak polisin müdahaleleri olayları ikinci aşamaya taşıdı. Basın, polisin gaddarca müdahalesini görmezden gelemedi. Ancak bu aşamada da göstericiler, ekonomiden anlamayan, alternatif bir ekonomik program sunmaktan aciz, disiplinsiz bir avuç insan olarak lanse edilmeye çalışıldı (bu ithamlar Kıbrıslı Türklere hiç yabancı gelmiyor değil mi?!). Ancak bu yaklaşım, gösterilerin yaygınlaşmasını, orta yaşlıların, ünlülerin ve sendikaların da göstericilere destek vermesini engelleyemedi. Çünkü yukarıda sıralanan üç etken bir olgu olarak ortadaydı ve bunlar yalnızca gençleri etkilemiyordu. Göstericilerin, “ne istiyorsunuz” sorusuna verdikleri “adalet” yanıtı çok geniş kesimlerde kabul gördü. Buradan üçüncü aşamaya geçildi ve entelijensiya olarak niteleyebileceğimiz akademisyenler ve basında söz sahibi olan yazarlar da devreye girmeye başladı. O kadar ki, Wallerstein’ın aktardığına göre, merkezdeki en önemli gazete olan New York Times dahi, 8 Ekim tarihli baş yazısında, “protestocuların açık bir mesajı ve belirgin politik çözümleri bulunduğunu”, bu hareketin bir “gençlik isyanı”ndan daha fazla bir şey olduğunu ilan etti. Wallerstein’ın aktardığı başyazıdaki bazı sözler özellikle dikkat çekiciydi. Gazeteye göre, bu hareket, “aşırı eşitsizlik, üretken yatırımdan ziyade spekülasyon, dalavere ve hükümet desteğiyle iş gören bir finans sektörünün yönlendirdiği işlemeyen bir ekonomininin alamet-i farikası” idi. Ve nihayet ABD’li solcuların içerisinde yer aldığı Demokrat Parti’den de, protestoların desteklendiğine ilişkin açıklamalar duyulmaya başlandı (bu arada başkanlık makamında oturan Obama’nın Demokrat olduğunun ve Demokrat Parti’de örgütlenen solcuların sisteme karşı çıkmak için partilerinin tamamen muhalefete düşmesini bekleme ihtiyacı hissetmediğinin altını çizmek gerekiyor herhâlde!)
3. Hareket’i Hayalciler mi Yönlendiriyor?
Fukuyama’nin tarihin sonunun liberalizm ve kapitalizm olduğunu ilan etmesinin de etkisiyle, uzunca bir süreden beri, başka bir dünyanın mümkün olduğunu iddia edenler hayalcilikle suçlanıyorlar bilindiği gibi. Zizek, “1968” adlı kitapçığında, esas bu eleştiriyi yapanların hayal kurduğunu iddia eder. Yazara göre, “esas ütopya mevcut küresel sistemin kendini sonsuzca üretebileceği inancıdır; doğru bir şekilde ‘gerçekçi’ olmanın tek yolu, sistemin koordinatları içinde ister istemez olanaksız görünecek olan şeyi düşünmektir.”
Zizek, bu iddiasını, Zucotti Parkı konuşmasında şu sözlerle yineledi: “Size, bizim hayalci olduğumuzu söylüyorlar. Esas hayalciler, her şeyin, sonsuza kadar bugün olduğu gibi devam edeceğini ileri sürenlerdir. Biz hayalci değiliz. Biz, artık karabasana dönüşen bir rüyadan uyananlarız.”
Yazar, hayalci oldukları için eleştirilen protestocuların işlevini, daha önce başka yerlerde de anlattığı, doğu bloku döneminden kalma bir fıkrayla açıkladı ve fıkrayı Zucotti Parkı’ndaki göstericilere şöyle anlattı: “Doğu Almanya’dan bir kişi Sibirya’ya çalışmaya gönderilir. Mektuplarının sansürcüler tarafından okunacağını bildiği için, arkadaşlarına, ‘bir şifremiz olsun. Benden mavi mürekkeple yazılmış bir mektup alırsanız, anlayın ki yazdıklarım doğrudur. Mektup kırmızı mürekkeple yazılmışsa, anlayın ki yazdıklarım yanlıştır’ der. Bir ay sonra, ilk mektup arkadaşlarına ulaşır. Mavi mürekkeple yazılmıştır. Mektupta şunlar yazılıdır: ‘Burada her şey mükemmel. Depolar güzel yiyeceklerle dolu. Sinemalarda batıdan güzel filmler gösteriliyor. Daireler geniş ve konforlu. Satın alamayacağınız tek şey kırmızı mürekkep’”
Ve yazar fıkranın kıssadan hissesini şu sözlerle aktardı Zucotti Parkı’ndaki dinleyicilerine: “Biz de böyle yaşıyoruz işte! Arzuladığımız bütün özgürlüklere sahibiz. Tek eksiğimiz kırmızı mürekkep: Özgürlük yoksunluğumuzu anlatacak bir dil! Bize özgürlükten söz ederken kullanmamızı öğrettikleri dil özgürlüğü yanlışlıyor. Ve işte sizin burada yaptığınız bu: Siz bize kırmızı mürekkep sağlıyorsunuz.”
Bununla da kalmadı yazar ve bugün bize imkân dahilinde ve imkânsız olduğu söylenenlerin hakikiliğini şu sözlerle sorguladı: “Bugün neyi mümkün kabul ediyoruz? Medyaya bakın. Bir taraftan teknoloji ve cinsellik açısından her şey mümkün! Aya yolculuk yapabiliyorsunuz, biyogenetik sayesinde ölümsüz olabiliyorsunuz, hayvanlarla cinsel ilişkiye girebiliyorsunuz. Ama bir de topluma ve ekonomiye bakın. Bu alanda hemen hemen her şey olanaksız! Zenginlerin vergilerini biraz artırmaya çalışıyorsunuz, size rekabete zarar vereceğimiz için bunun imkânsız olduğunu söylüyorlar. Sağlık harcamaları için daha fazla para ayrılsın istiyorsunuz, size bunun imkânsız olduğu çünkü sağlık harcamalarına daha fazla para ayrılmasının totaliter bir devlet yaratmak anlamına geleceğini söylüyorlar. Dünyada ters giden bir şeyler var: Size ölümsüz olma sözü veriyorlar ancak sağlık harcamaları için biraz daha fazla para harcamak imkânsız!”
Zizek’in sözleri üzerinde biraz kafa yorulduğunda “imkânsız” gibi gösterilenin aslında bal gibi imkân dahilinde olduğu nasıl da çıkıyor gün yüzüne!
4. Hareket Nereye Varacak?
Bir toplumsal hareketin nereye varacağını hareketlenme devam ederken kestirmek hiç kolay değil elbette. Yalnızca tahminde bulunmak ya da hareketin varmasını arzuladığınız noktayı açıklamak mümkün. Yine de karşımızda iki ihtimal bulunduğunu söyleyebiliriz sanırım. Bunlardan birincisi, bu hareketin yavaş yavaş sönümlenmesidir. İkinci ihtimal ise giderek yaygınlaşması ve başka mücadeleleri de tetiklemesi.
Wallerstein, bir açıdan umutsuz, diğer açıdan da umutlu sayılabilecek bir öngörüsünü paylaşıyor yazısında.
Yazara göre, hareketin yorgunluktan ve baskıdan dolayı zayıflamaya başlaması muhtemel. Hareketin zayıflamasına yol açacak iki önemli etkenden söz edilebilir. Bunlardan birincisi, sokaklarda güçlü sağcı gösterilerin düzenlenmesi ve hâkim durumda olanların baskıyı artırmasıdır (ki Cumhuriyetçiler, ABD’de, bu yöndeki eğilimin ilk işaretlerini vermeye başladılar bile). İkinci etken ise, hareket büyüdükçe ve katılanlar çeşitlendikçe, dar grup zihniyetine sahip olan “tarikatçılar”ın genişlemeye karşı, “kim olursan ol” görüşünde olanların da siyasi uyuma karşı tehlike oluşturmaya başlamasıdır. Bu iki olumsuz etkiyi ortadan kaldıracak bir sihirli formül maalesef bugüne kadar üretilebilmiş değil!
Wallerstein’ın umutlu tarafı ise, hareketin bugüne kadar zaten önemli bir başarı kazanmış olduğunu düşünmesi. Yazara göre, bu iş böyle olur her durumda! “Roma bir günde kurulmadı”ğına göre, bu hareket de 1968 gibi bir miras bırakacak ve her nesil bu mirasın üzerine bir şeyler daha ekleyerek başka bir dünyayı kuracaktır.
Oysa Zizek’in Wallerstein kadar sabırlı olduğunu söylemek mümkün değil! Onun en büyük endişesi, bugünün protestocularının, bu hareket sönümlendikten sonra evlerine dönmeleri ve her yıl belli bir günde toplanarak, “biz gençliğimizde neler yaptık” hikâyeleriyle böbürlenmeleridir (gençliğinde devrimci hareket içinde yer alan bugünün kapitalistlerinin, o şanlı gençlik günlerini yad etmek için içki masalarında attıkları nutukları bilmeleri, herhâlde Kıbrıslı Türk solculara Zizek’in endişelerinin haksız olmadığını düşündürecektir!)
Endişesinde haklı çıkmamak için uğraşan Zizek, şu sözlerle seslendi dinleyicilerine: “Ortada bir tehlike var. Kendi kendinize âşık olmayın. Burada iyi zaman geçiriyoruz. Ancak unutmayın ki karnavallar ucuzdur. Önemli olan, bir gün sonra normal hayata dönmek zorunda kaldığımızda ne olacağıdır. O zaman herhangi bir değişiklik olacak mıdır? Bu günleri, ‘biz gençtik ve her şey güzeldi’ diyerek hatırlamanızı istemiyorum. Unutmayın ki temel mesajımız, ‘alternatifleri düşünmekte serbestiz’dir. Kuralı bozduğumuzda mümkün olan en iyi dünyaya kavuşmayacağız. Önümüzde uzun bir yol olacak. Karşımızda zor sorular var. Ne istemediğimizi biliyoruz. Ama ne istiyoruz? Kapitalizmin yerini alacak sosyal düzen hangisidir? Ne tür liderler istiyoruz?
Unutmayın! Sorun yolsuzluk ya da açgözlülük değildir. Sorun sistemin kendisidir. Sistem sizi yolsuzluğa zorlamaktadır. Yalnızca düşmanlarınızdan değil, hâlihazırda süreci sulandırmak için uğraşan yanlış dostlardan da koruyun kendinizi. Nasıl kafeinsiz kahve, alkolsüz bira ve yağsız dondurma alabiliyorsanız, onlar da bu protestoları zararsız, ahlaki eylemlere dönüştürmeye çalışacaklardır: Kafeinden arındırılmış bir süreç! Ama bugün burada olmamızın sebebi, kola kutularının geri dönüştürüldüğünü, yardım için iki dolar verdiğimizi ya da satın aldığımız bir bardak Starbucks cappucino için ödediğimiz paranın %1’inin üçüncü dünyadaki aç çocuklara gittiğini bilmemizin kendimizi iyi hissetmemiz için yeterli sayıldığı bir dünyadan sıkılmış olmamızdır. Çalışmanın ve işkencenin taşerona verilmesinden, aşk hayatımızın evlilik şirketleri tarafından taşerona devredilmesinden sonra, şimdi uzun bir süreden beri politik mücadelemizin de taşerona devredilmesine izin verdiğimizi fark ediyoruz. Onu, mücadelemizi geri istiyoruz”.
5. Kıbrıs Türk Solu’nun Üzerinde Düşünmesi Gereken Sorular
“Wall Street’i İşgal Et” protestocuları elbette birtakım soruları getirmeli aklımıza. Bunları yanıtlamak için daha ne kadar zamana ihtiyacımız olduğunu bilmiyorum ama galiba sorular netleşmeye başladı. Onları alt alta sıralamak iyi bir başlangıç noktası olabilir:
a) Her ne adla anarsanız anın Kıbrıs’ın kuzeyinde bugün var olan düzeni, bir solcunun, bu düzenin tarihin sonunu işaret ettiğini, dolayısıyla bundan sonra, ufak tefek iyileştirmeler dışında artık herhangi bir şeyin değişemeyeceğini söylemesi kabul edilebilir mi?
b) Bu topraklardaki toplumsal hareketleri, genişlemeyi engelleyen “tarikatçılar”a ve siyasi uyumu, aklı ve hedefi ortadan kaldıran “kim olursan ol gel”cilere karşı korumanın yöntemi nedir?
c) Bu toplumsal hareketleri, status quo’dan beslenmeye devam ettiği için sulandırmaya ve zayıflatmaya çalışan yanlış dostlardan korumak mümkün mü?
d) Neyi istemediklerini bilenler, neyi istediklerini açıkça ortaya koyan bir programı üretmeyi becerebilecekler mi?
Ve son olarak: Bu toplumsal hareketleri de daha öncekiler gibi, “ileride çocuklarına anlatacak kahramanlık hikâyeleri” olarak hanelerine yazmaya hazırlanan “protestocular”dan nasıl koruyacağız kendimizi?