Ya Bir Şarkı Ya Da Bir Işık Hüzmesi
68’in şarkısı buydu, bütün bu yalnız insanlar kendi yalnızlıklarından geliyor, kaldırım taşlarının altındaki kumsalda buluşmak için birbirlerini arıyordu.
Bulut Ünvan
bulut.ü[email protected]
Bakıyorum; füme rengi cam kapağın ardında renkleri normalde olduklarından daha solgun. Sanki sesleri de kısılmış gibi. Gözüm nedense her biri farklı bir yazı karakteri ile incelikle yazılmış grup isimlerine, tek tek hepsinin neden ayrı bir sanat eseri olduğu konusunda herkesle tartışabileceğim kapak tasarımlarına değil, o kapaklardaki aşınan noktalara, benden önceki yüzlerce koleksiyoncudan birinin bir etiketten kurtulmaya çalışırken kopardığı kısımlara, ihmal ettiğim plakların üstünde gördüğüm bana mahcubiyet veren toza takılıyor. Elimi uzatsam, o cam kapağı açsam, rafta uyudukları yerden çekip alarak renklerini yeniden görünür kılsam bu plaklarla tarihin başka bir anlatısını kurabilir, benim hayatımdaki yerlerini anlatmak için bir başka hayata daha ihtiyaç duyduğum bu seslerin yakın tarihteki yerlerini anlatmayı becerebilir miyim? Emin değilim. İşimi kolaylaştırıp kendimi yüreklendirmek için aslında çok da anlamlı olmayan bir şey deniyor ‘umut, isyan, direnmek, gençlik’ gibi sözleri kafamda tartarak böyle bir yazı için neyi odak olarak seçmem gerektiğine karar vermeye çalışıyorum. Anlamsız çünkü imkansız. İmkansız çünkü İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarının donuk sessizliği içinde yetişen kendilerinden önceki kuşaklara öfke duyan, öfkesini -ama eksik ama gedik- siyasal bir bilinç ile harmanlayan kuşağın yaptığı müzik tıpkı o dönem çok moda olan ve bakana içiçe geçen sayısız rengi gösteren çiçek dürbünleri gibi, üzerine düşündükçe bana içiçe geçen onlarca farklı düşünceyi sunuyor, bir noktaya odaklanarak kısıtlanmıyor. Sadece Rolling Stones’un 68 tarihli Beggars Banquet’in plakçalarda dönerken bile tek bir albümde umuttan umutsuzluğa, öfkeden sevgiye bir çok zıt noktaya savrulan bu müzikal dili 1968’e çoğulcu kişiliğini kazandıran temel unsurlardan biri olarak kabul etmenin daha doğru olduğunu hissediyorum. Gene de eğer ki bu dağınık çeşitliliğe uzaktan toplu bir bakış atılacaksa belki de bu bakışın tümünü kapsayabilecek denli açık bir eyleme sırt yaslanılabilir: İnsanileştirmek. 1968’in müzikal hammaddesi buydu.
60lı yılların müziğe en büyük katkısı şüphesiz ki bireyi merkeze yerleştirmesiydi. Her ne kadar 60lar sıklıkla kitle hareketleri, alt kültürler, türler etafında buluşan değişik toplulukların sanatsal ortaklıkları gibi merceklerle incelense bile Atlantik’in iki yakasındaki bu kültürün temel belirleyicisi iki ülkede yani ABD ve Britanya’da o güne kadar ulaşılmaz görünen star müzisyen kimliği kırılıyor, Bob Dylan ya da Donovan gibi dinleyicinin kendisi ile kurduğu duygudaşlıktan dolayı benimsediği müzisyenler yaygınlık kazanıyordu. The Beatles dört adet Elvis’ten oluşan bir superband değil üzerlerindeki takım elbisenin tıpkı dönemin ahlak anlayışının gençlerin üstünde durduğu gibi eğreti durduğu dört işçi sınıfı mensubu genç adamdan oluşan bir gruptu. Şarkıları aracılığıyla anlattıkları hikayeler her ne kadar stadyum konserlerinde onbinler tarafından çığlık çığlığa dinlense de o zamana kadar popüler kültürde ve dolayısıyla da toplumsal alanda pek izine rastlanmamış bir yalınlıkla bireyi yansıtıyordu. Bunun müzikal karşlığı akılda kolay kalabilen, sözleri duvarlara slogan olarak yazılabilen, dahası her bir dizesi birer ilke gibi benimsenebilen şarkıların yaygınlık kazanmasıydı. Örneğin 1966 tarihli The Beatles single’ı Eleanor Rigby’de McCartney’nin sorduğu “All the lonely people Where do they all come from? All the lonely people Where do they all belong?” (tr. Tüm bu yalnız insanlar nereden geliyorlar / Tüm bu yalnız insanlar nereye aitler?) sorusu bir yandan gösteri dünyasının izleyici koltuğundakilerin gözünü kamaştıran sahte ışıltısını alaşağı edip onlara yalnızlıklarını hatırlatırken, bir yandan da tüm yalnız insanlara yalnızlıkları etrafında yeni bir ortaklık öneriyordu. 1950li yılların sonunda kendi başlangıcında siyah müzisyenlerin gitar melodilerinin yeniden üretilmesi ve çok sesli vokaller, yeni kayıt teknikleri ile zenginleştirilmesi anlamına gelen rock’n roll bu tematik içeriğe bağlantılı olarak dönüşüyor binlerce insanın tek bir ağızdan söylemesi için tasarlanmış şarkılara dinleyiciyi susup kendi yalnızlığına çekilmeye davet eden uzun gitar solaları, esler dahil oluyordu. Sınıf kültürünün en az ulusal kültür kadar belirgin olduğu Britanya’da belirli bir sınıfa, işçi sınıfına dahil olan bireyler aynı anda hem kendi sınıfsal konumları içinde kalıp hem de egemen ahlak anlayışının, geleneksel düşünüş biçimlerinin dışına çıkarak sınıfsal olanın kapsamını genişletiyordu. Amerika’da ise Bob Dylan Amerikan şiirinin en gür iki damarı olan Beat ve Pastoral şiire yaslanarak Walt Whitman gibi büyük bir ozanın söylemi ile kapitalizmin dışına püskürttüğü insanların sözcüsü konumunda olan Allen Ginsberg’in şiirini harmanlıyor ve bunu büyük bir ustalık ile kişiselleştirerek hem kendinin, hem de dinleyenin şiiri kılıyordu. 1963 tarihli Blowin In The Wind’de oldukça yalın ve net bir şekilde insanın insan sayılabilmesi için neyi deneyimlemiş, kısacası nasıl yaşamış olması gerektiğini sorup ardından da cevabın esen rüzgarda olduğunu söyleyerek yaşamı sadece yaşamın kendisinde aramayı önermesi, şarkılarında aynı anda hem dağınık yatağından, üstüne yağan yağmurdan hem de sendikalaşma hakkından, ırk ayrımcılığından bahsetmesi bir tesadüf durum değildi. Özetle bireyin ilk kez bu kadar görünür olduğu popüler kültür alanında geleneksel anlayışlar yıkılırken o güne kadar gelen değerler hiyerarşisi de yıkılıyor yalnızken içilen bir sigara ile bir dünya savaşının kalıntıları ya da özlenen bir sevgili ve beklenen bir devrim arasındaki anlam farkı belirsizleşiyor ve müzik de buna bağlı olarak biçim değiştiriyordu.
1967 senesine kadar istisnai bazı örnekler dışında alışıldık şarkı formunun (4 dakika, dörtlük – nakarat- dörtlük) sınırları içerisinde yaşanan bu dönüşüm 67 senesinde adeta ışığın prizmadan geçip kırılarak renge kavuşması gibi kırıldı ve müzik tarihi geri dönüşü olamaz bir biçimde değişti. O güne kadar bu formun en akılda kalan örneklerini veren The Beatles belki de popüler kültür alanında yapılmış en devrimci işlerden birini yaparak kendi grup kimliğini de rafa kaldırdı ve Sgt Pepper’s Lonely Hearts Club Band adlı hayali bir grubun elinden çıkma kapağında Lewis Carroll’dan Edgar Allen Poe’ya, Karl Marx’tan Carl Jung’a ürettikleri ile genelde insanlık tarihine özelde o 60lar kuşağının kendisine doğrudan etki eden yüze yakın ismin portresinin bulunduğu ve içinde o güne kadar işitilmemiş bir müzik barındıran tarihin en devrimci albümlerinden birini piyasaya çıkardı. Tüm şarkıların birbirini tamamlayan bir hikayenin alt başlıklıkları gibi tasarlandığı albümdeki A Day In The Life adlı beş dakikalık şarkı aynı anda hem bir klasik müzik orkestrasını, vodvil müziğini hem de Lennon’ın tek gitarlı Blues şarkılarındakine benzer kullandığı yalın bir vokali, üstüne ekolü sesleri, hızlı biçim ve tema geçişlerini içeriyor dinleyeni beş dakikalık bir süre içinde farklı duyumsama biçimlerini kullanmaya itiyordu. Artık biçim, form diye bir şey yoktu. The Beatles hem prizmayı hem de o prizmayla birlikte bireyin kim olması ve nasıl algılayıp, düşünüp, yaşaması gerektiğiyle ilgili kalıpları da kırdı ve tek tek milyonlarca dinleyiciyi yeni bir yaşayışı aramaya itti. Sgt Pepper’in Abbey Road stüdyolarında kaydedildiği sırada yan stüdyoda kaydedilen bir diğer albüm Pink Floyd’un Piper At The Gates of Dawn’ı da aynı devrimin bir başka göstergesiydi. O güne kadar popüler kültürde kendine kısıtlı olarak yer bulan kimi sanatsal dinamikler artık kitlelere aitti. Tasarlamak ve kavramsallaştırmak onları gasp eden yüksek sınıflardan çekilip alınmış, olması gerektiği gibi işçi sınıfı çocuklarına devredilmişti.
1968 işte böyle bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. Şüphesiz ki 1968’i ortaya çıkaran gerisinde sadece popüler kültür alanındaki bu dönüşümün olduğunu iddia edecek değilim. Ama Lennon/ McCartney olmasaydı kitlelerin 1968 senesinde öncüllerine daha benzer şekillerde direneceğine, 68’in sadece siyasal söylemin içeriğinde değil, söyleyiş ve eylem biçiminin içeriğinde de bildiğimiz özgünlüğüne sahip olmayacağına inandığımı ifade edebilirim. “Anlaşılmaz ve adaletsiz koşullar karşısında ortaya çıkan akıldışılığı seyrederken doğar başkaldırı” diye Camus’yü hatırlamak, belki dingin bir aklın dinlemesi için tasarlanmamış, normal olanın dışına hem sistem tarafından itilmiş hem de kendi varmaya çalışmış bu kültürel üretimin siyasal bir anlam ifade etmesi için net bir söylemi olması gibi hatalı bir ön kabülden kurtulmamıza, Soft Machine’in 1968 tarihli grupla aynı adı taşıyan ve dinleyiciyi her bir notada sarsan, alışkanlıklarına sırt çevirmeye iten albümünü dinlerken bu müziğin sitüasyonalistlerle olan bağlantısını hissetmemize, 1968’de doğan duvar yazısı kültürünün şarkı sözlerindeki köklerinin izini sürebilmemize neden olabilir, hatta 68’in yol açtığı bu dönüşümü kendi bireyselliğimizde de deneyimlememizi sağlayabilir. İnsani olanın toplumsal olmasına nadiren fırsat tanıyan Tarihe itiraz ve müdahale. 68’in şarkısı buydu, bütün bu yalnız insanlar kendi yalnızlıklarından geliyor, kaldırım taşlarının altındaki kumsalda buluşmak için birbirlerini arıyordu.