Yabancı-Korkusu, Irkçılık ve “Biz” ve “Onlar” Üstüne
Ünlü yazar Umberto Eco, hoşgörüsüzlük “her türlü öğretiden önce vardır ve biyolojik köklere sahiptir” diyor ve ekliyor: Bizden farklı olan insanlara tahammül edemeyiz: derilerinin rengi farklı olduğu için, anlamadığımız bir dili konuştukları için, kurbağa, köpek, maymun, domuz, sarmısak yedikleri için, dövme yaptırdıkları için...”
“Hoşgörüsüzlüğün kökenini ve kaynağını sorgulayan Zygmunt Bauman ise, “ben bunu, bilinmeyene karşı korkuda aramayı öneriyorum” diyor ve bilinmeyenin en belirgin temsilcileri olarak da “yabancıları’ ya da “ötekileri” gösteriyor.
Bauman’ın bu betimlemesi aslında Eski Yunan’da kullanılan Ksenofobi sözcüğünün çevirisidir. Yunancada kseno yabancı, fobi de korku anlamına gelmektedir.
Fakat yabancı-korkusu, bu iki önemli yazarın söylediği kadar doğal mıdır?
Soru etrafında düşünebilmek için öncelikle “yabancı” sözcüğünü tanımlamamız gerekiyor.
Eski Yunan’da “yabancı” sözcüğü zengin bir kelime haznesiyle tanımlanıyor. Birkaçını buraya alalım: Heteros, allos, ksenos, varvaros.
Bunlar sırasıyla farklı, öteki, yabancı ve barbar anlamlarına geliyor ki, aralarında esaslı farklar vardır. Örneğin ksenos (yabancı) aynı zamanda “misafir” demektir. Diğer uçta ise yabancı, barbar olarak görülüyor.
Dolayısıyla sormamız gereken soru, bir yabancının ne zaman “misafir”, ne zaman korkuya yol açan “barbar” olarak görüldüğüdür.
Konuya açıklık getirebilmek için şunu da belirtelim ki, yabancı, tanıdık/tekin olmayan, bilinmeyen karşısında tedirgin olmak başkadır, korkuya kapılmak başka.
İşte bu noktada, algılayan öznenin kim olduğu ve nasıl düşündüğü çok önemlidir. Örneğin önemli düşünürlerden Fichte, bir yabancıyla karşılaştığımızda, yüz yüze geldiğimizde bir hemcinsimizi görürüz ve spontane olarak aklımıza kötü şeyler gelmez diyor. Eğer odan korkuyorsak veya onu küçümsüyorsak ya da onu istenmeyen biri ilan ediyorsak, bu davranışımızın gerisinde bizim ideolojik duruşumuz, dünya görüşümüz, dünyayı algılama filtremiz vardır.
Kısacası, yabancı düşmanlığı ve ırkçılığa kadar varabilen yabancı-korkusu doğal bir duygu değildir.
Bu yüzden, bireylerin hangi değer ve normlarla yetiştiği çok önemlidir.
Bu durum genel olarak “Biz” ve “Onlar” ayırımı için de geçerlidir.
Önce Zygmunt Bauman’dan bir alıntı daha okuyalım: “İnsanların “biz” ve “onlar olarak bölünmesi –yan yana ve uzlaşmaz oluşları insan türünün dünyada-oluş tarzının ayrılmaz bir özelliğidir. “Biz” ve “onlar”, yazı ve tura gibi bağlıdırlar– aynı paranın iki yüzüdürler; ki tek yüzlü para zaten bir tezat, kavram kargaşasıdır. Karşıtlığın her iki tarafı karşılıklı olarak ‘olumsuzlukla tanımlanır’: “onlar”, “biz olmayanlardır”, “biz” de “onlar olmayanlar...”
İyi güzel de, burada sormamız gereken soru, “onları” algılayan/betimleyerek belirleyen “bizin” nasıl oluştuğudur.
Eğer faşist Carl Schmitt’in yolundan giderseniz, bir topluluğun siyasal “biz” olarak kurulması için “dost-düşman ayırımı” yapmak ve düşmanı yok etmek eğilimi şarttır. Burada ırkçılık sisteme içkindir. Demokratik olmayan toplumlarda bu yaygın bir “biz” duygusudur.
Bundan farklı olarak demokratik, çoğulcu değer ve normlarla kurulan bir “biz-grubu”, “onlara” karşı ne üstünlük taslar, ne de “onları” dışlar. Barış içinde bir arada yaşamanın koşullarını yaratmak için çabalar.
Dünyanın Amerika’da ırkçılığın vardığı boyutları konuştuğu şu günlerde bir hatırlatma yaparak yazıyı bitirelim.
Amerikalı sosyal bilimci Martha C. Nussbaum, 1990’lı yılların ortasında Amerika’nın eğitim sisteminin radikal biçimde değişmesi gerektiğini ileri sürmüştü. Nussbaum, Amerikan yurttaşlarının dünyayı hiç tanımadan yetiştiklerini, oysa başkalarını tanımadan kendimizi tanıyamayacağımızı söylüyordu. Ayrıca, dünyaya açık bir eğitim sisteminin ve herkes için adalet talep etmenin çok-kültürlü bir toplum olan Amerikan toplumunun kendi içinde de uyumlu olmasının bir koşuludur diyordu. Amerikan demokrasisinin etno-santrizme son vererek dünyalı, kozmopolit yurttaşlar yetiştirmesinin bir gereklilik olduğunu vurgulayan Nussbaum, kozmopolit yurttaşı, “adaleti yurdundan daha önemli sayan kişi” olarak tanımlıyordu ve şöyle haykırıyordu: “Yurdunuza Tanrı gibi tapınırsanız, onu çökertirsiniz!”
Maalesef, Martha C. Nussbaum’un önerileri büyük tepkilerle karşılanmıştı. En liberal aydınlar bile milliyetçiliğin tuzağına düşerek Amerika’nın “yurtsever” bir eğitim sistemine ihtiyacı olduğunu söylüyor ve bunun şovenizm ve ırkçılığı körükleyen bir yaklaşım olduğunu göremiyorlardı. Trump gibi fenomenlerin bu anlayışın bir eseri olduğunu gördüklerinde ise çok geç kalmışlardı.
Kurumsal ırkçılığın kurbanı olan George Floyd’un öldürülmesi bütün dünyada ve ülkemizde yabancı düşmanlığından ve ırkçılıktan uzak demokratik “Biz” duygusunun oluşturulmasının ne kadar önemli ve ivedi bir ihtiyaç olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.