Yağmurlar.. Masallar.. Gerçekler…
Geçtiğimiz günlerde, yitip giden çocukluğumuz gibi eski zamanlara gizlenmiş, artık bir daha geri gelmeyecekmişçesine çok uzaklarda kalan yağmurlar, sınırlı bir süre için de olsa, geri geldi. Öylesine bir geri dönüştü ki bu, kendi gelmekle kalmadı, masallarını da beraberinde getirdi. Üstelik cömertliğini de esirgemedi, bir yağmurdan daha fazlası oldu ve adeta şiirsel imge sağanağı halinde üzerimize yağdı.
Oysa biz, artık bütün dünyayı tehdit eden -üstelik sebebi insanlık olarak kendimizin olduğu- kuraklığı çoktandır bir kader olarak yaşamaya alıştığımız bu adada, acaba bu yıl da kış mevsimi yolunu şaşırarak, yine kupkuru geçip gidecek mi diye tasalanıyorduk ki, önce giderek koyulaşan bulutlar gökyüzünü karanlık bir örtü halinde kuşandı, sonra gürültülü ışık çakımlarıyla o karanlık örtü biraz daha ve biraz daha yeryüzüne yaklaştı ve derken hasretle beklenen yağmur, önce “küçük, muttarit, muhteriz darbeler” ve sonra da sağanak halinde yağmaya başladı. İçimizde bir kıpırtı, yoksa yolunu ve bereketini hanidir gözlediğimiz o ‘vuslat vakti’ nihayet gelmişti de alıp götürecek miydi bizleri bir zamanlar cennetin yaşandığı yere. Biz “acaba” diye hâlâ tasalana duralım önce “küçük, muttarit, muhteriz darbeler” halinde yağamaya başlayan yağmur, tıpkı eskiden olduğu gibi giderek “muttasıl” bir ses ahengine dönüşecek ve yoğunlaşacaktır. Ve işte o an zaman, geriye doğru sarmaya başlayacaktır. Nereye mi?
İptida kendi tenhalığını sadece kendi küçük ama bir o kadar da huzurlu kalabalığıyla yaşayan eski mahallelerden birine. Orada her kapıdan sımsıcak bir dost gülümsemesi selamlayacaktır bizleri. Ne yana dönsek, asaletini dupduru sadeliğinde yaşayan, önlerinde irili ufaklı genişleyen bahçelerini hile katılmamış güzelliğin resmi olarak taşıyan mütevazı evler çıkacaktır karşımıza. O bahçeler ki mutlaka her mevsimin üzerlerine titrenen renk renk nadide çiçekleri vardır içlerinde, ama şimdi yusufçuk ve portakal zamanıdır ya, yağmur yemiş ıslak dallar onlarla ağırlaşacaktır. Tam bu sırada henüz daha hoyratça yağmalanmamış toprağın kokusu dört bir yana yayılacak ve hele bir de ebemkuşağı çıkmışsa, işte o vakit, masallarına daha hayatın kiri bulaşmamış çocuklar, gökyüzüne çizilen bu gizemli renk eğrisinin altından -bir dilek tut sonunda gerçek olsun- geçmek için ona doğru koşacaklardır. Koşacaklardır koşmasına da, hayret, onlar koştukça ebemkuşağı biraz daha uzağa çekilecek ve bir yandan da sanki o çocuklara, hayatta amaç edinilen şeye ulaşmanın zorluğunu ve de oraya varmak için yoğun çabalar, fedakârlıklar gerekeceğini -duymasalar da- kulaklarına fısıldayıp duracaktır. Nasıl duysunlar ki, onlar henüz gelecek adına vaat edilmiş cennetlerin -cinnetlerin mi yoksa- en sonunda öyle ya da böyle azaba ve de gazaba dönüşecek varlığından bîhaber, günahlardan azade kendi cennetlerinin masum çocuklarıdırlar ve henüz oradan fırlatılıp atılmamıştırlar.
Masal bu ya, sonra o geri dönen yağmurlar, şimdi hatıraları katledilecek kadar yağmalanarak kendinden başkası olmuş şehri, bir an için bile olsa kirinden, pasından ve günahlarından arındıracak; siyah beyaz fotoğraflara yerleşerek solmaya yüz tutan uzak görüntüleri yeniden canlanacaklardır. Misal, cumbaları yıkılan, sıvaları dökülen, verandaları çöken, arka bahçeleri kuruyan evler ayağa kalkacak; çoktan yitip gitmiş sakinleri birer birer geri geleceklerdir. Madem ki mucize o halde, modern teknolojinin acımasızlığına ve rekabetine yenilerek kapılarına ardı sıra kilit vuran zanaatkârlar, radyolardan yükselen ‘beraber ve solo şarkılar’ eşliğinde yeniden tezgâh açıp işe koyulacaklardır. Bitmeyecek, yeni doğan günün ilk ışıklarıyla şehre giriş yapan ahşap kasalı köy otobüsleri yolcularını çarşıya bırakacak, derken şehir uyanacak, yaşamın şen şakrak gürültüsü, dumanı tüten sabah kahveleri eşliğinde koyulaşan sohbetlerden kopup gelen kahkahalarla etrafa saçılacak, hasılı dosta düşmana dert, ‘ada keyfi’ dört başı mamur yaşanmaya başlanacaktır.
Bütün bunlar olurken, o yağmurların berrak aynasında yerleşik yaşam biçimlerinin olabildiğince dingin, abartılı ihtiraslardan ve zalim ilişkilerden uzak, sade, samimi ve de sahici görüntülerine, bir yandan da tabiatın henüz yağmalanmamış cömertliğini resmeden sükûneti ve güzelliği yansıyacaktır. Öyle ki, bereketin ıslak yeşil rengi göz alabildiğine genişleyerek ufka doğru yayılacak, dağların doruklarından eteklerine ve oradan da ovalara inen ağaçlar rüzgârın ıslık sesinde sanki daha da çoğalacak, kuşlar bir daldan ötekine havalanıp konacak ve henüz oyulmamış dağların ‘beş parmak’ biçiminde uzayan kıvrımları yükseklere doğru tırmanırken, üzerlerine çöken bulutların uhrevî sessizliğinde, tam da şairin “lirik tahayyüller” dediği o imgeler, şiirsel bir yoğunluk halinde yüreğimize akacaktır.
Ancak çok geçmeyecek, gerçek masala galebe çalacak, ipil ipil saadet yağmurları gürül gürül gazap yağmurlarına dönüşecek, su baskınlarıydı, elektrik kesintileriydi, fırtınaydı, kapanan yollardı derken, cennetin boyaları dökülmeye başlayacak, orada yaşanan hayatlara ve insanlara dair saf, masum ve güzel olan her şey berhava olup gidecek, bir an için gizlenen bugünün hakikati cehennem apaçık ortaya çıkacaktır. Neler yoktur ki orada?
Eskinin mütevazı hayatları ihtiras yüklü gösterişli hayatlarla yer değiştirmiş, değişirken de o bereketli yağmurları doğuran tabiat talan edilmiştir. Ormanlar yakılmış, yetmemiş, kalan ağaçlar “gölgeleri satılamadığı” için kesilerek yerlerine varidatı yüksek yapılar dikilmiştir. O da yetmemiş, şimdi de saadet yuvası mütevazı evler, mekânın ve zamanın ruhundan uzak garabetlerle yer değiştirmişlerdir. Bitmemiş, dağ etekleri traş edilip üzerine villalar kondurulmuş; deniz kıyıları aynı açgözlülüğün kurbanı olmuş, daha da yetmemiş dere yataklarına varana kadar her yer işgal edilmiştir. Nihayetinde -üstüne üstlük ganimet mikrobu ile zehirlenerek ahlâk ve vicdan yıkımına uğramış- yukardan aşağıya -seviye ve derece farkı göstererek- toplumun geniş kesimlerine yayılan arsızlıkta ve hırsızlıkta ölçü tanımaz, kendine yontan bu yaşam tarzı, varoluşsal bir nitelik kazanırken bununla örtüşen ilişki biçimleri de hayatın her alanına yansır hale gelmiştir.
Önce “küçük, muttarit, muhteriz darbeler” , sonra ‘muttasıl’ ve adeta şiirsel imge sağanağı halinde üzerimize yağan yağmuru ilk anda, geçmişte kalan cennetle ‘vuslat vakti’ ve sonra da bugünün göz ardı edilemeyecek hakikati cehennemle yüzleşme vesilesi olarak algılamak -öyle algıladık mı ki- acaba bize neyi hatırlatıyor ve anlatıyordu. Şunu baştan kabul etmek gerekir, bugünün -ki her haliyle bir felaketler yumağı olduğunu kim inkâr edebilir- zorluklarından kaçmanın en kolay yolu; bir, artık geri gelmesi imkânsız ve böyle olduğu için de hep mükemmel olarak anımsanan geçmişe (asr-ı saadete); iki, henüz gelmemiş, bu nedenle de kire bulaşmamış olan mükemmel bir geleceğe (gelecek tahayyülüne) sığınmaktır. Oysa bütün saflığı, samimiliği ve sahiciliğiyle, -ne kadar öyleyse- geçmiş, yaşanmış ve bitmiştir; içimizi sızlatan hatıralar ve yaşadıklarımız deneyim olarak anılabilir, buradan ders de çıkarılabilir/çıkarılmalıdır, ancak zamanı dondurup bugünde o geçmişin aynı biçimde tekrarlanması/yaşanması mümkün değildir (“panta rhei/her şey akar, her şey değişir/dönüşür)”; gelecekse bir tahayyülden öte (ya da tahayyülle birlikte) bugünde/şimdide, doğadan başlayarak siyasetten toplumsal hayatın her alanında ve her seviyede kurulacak ilişki biçimlerinin ne’liği/nasıl’lığı ile anlam ve içerik kazanacaktır. Buradan bakınca bugün/şimdi, yaşanmış hatıra ve deneyim toplamı olarak geçmişi ve yaşanacak olan ihtimaller/imkânlar çokluğuyla mücehhez potansiyel güce sahip geleceği aynı anda içkindir ve de geçim derdiyle (ekonomi), seçim derdiyle (siyaset), yaşam kalitesiyle (kültür) ve hepsini kuşatan fiziki varlık doğayla (mekân) birey-toplum olarak hemhal olacağımız zaman aralığı da burasıdır.
Beklenmedik bir anda zaman tünelinden çıkıp gelen o eski yağmurlar yağdı ve geçip gitti. Geçip giderken görebilen göze, düşünebilen akla ve hissedebilen yüreğe yitirdiğimiz cennetti hatırlatıp, kendi ellerimizle yarattığımız cehennemimizle yüzleşmemizi sağladı/sağlamalıydı. (Çünkü her şey doğrudan ya da dolaylı, birbirine bağlı/bağlantılıydı). Eğer sağlamışsaydı, bu buluşmadan çıkaracağımız sonuç ise, bir kez daha, çok parçalı çok boyutlu bu büyük fotoğrafı gerek bir bütün ve gerekse ayrı ayrı kapsayacak ve orada daha iyi, daha güzel, daha adil, daha yaşanılır olanı inşa etmek adına daha anlamlı ve de işlevsel olacak olanın, -bu aynı zamanda yeni bir yaşam anlayışı ve tarzı demekti- bu taleplerle örtüşecek, salt dar ölçekli katı ideolojilerden öte, geniş ölçekli bir zihniyet dünyası olduğuydu..