Yakınlarda bir his
Aliye Özsoylu: “Yakınlık” duygusu; “dünyalıların” en büyük tutkusudur. İnsanların birbirlerine “yakın olma” arzusu; hiçbir çağda yok olmamıştır. Sadece birbirine bağlılık ya da yakın olma isteği değil, hissedilen hiçbir
Aliye Özsoylu
“Yakınlık” duygusu; “dünyalıların” en büyük tutkusudur. İnsanların birbirlerine “yakın olma” arzusu; hiçbir çağda yok olmamıştır. Sadece birbirine bağlılık ya da yakın olma isteği değil, hissedilen hiçbir duygu tamamıyla yok olmaz zaten, sadece değişir. Hiçbir şeyin yok olmadığı, sadece değiştiği görüşü; termodinamiğin ilk yasasıdır. Ama kimi insanlara göre de bir inançtır. Ben “yakınlık” duygusunun bir inanç olduğuna inananlardanım ve insandan gelen her şeyin de sabit bir yasaya ait olmadığını düşünenlerdenim. Birine, bir şeye, bir düşünceye karşı duyulan “yakınlık” hissi ne kadar tutkulu olursa o kadar korkutucu hale gelir ve insan korkunun olduğu her yere, her şeye daha çok yakınlaşır. Eğer bu duygunun içinden “dünyalıları” çıkarıp yerine “dünya düzenini” koyarsak; işte o zaman “uzaklık” en çok hissedilen olur. Düzen tarafından hayal edilen, “uzaklık” hissini yaygınlaştırmaktır çünkü yakınlaşmak daha insanidir, güçlüdür ve dediğim gibi korkutucudur. Elbette ki, bu durumda korkan bir taraf da olacaktır ve tabi ki de hayallerini gerçekleştirmek için kollayacağı fırsatlara ulaşabilmeyi amaçlayacaktır.
Fırsatlar elde edilmeden ve uygulanmaya başlanmadan önce, insanların yine de bir düzenleri mevcuttu ve şimdiye nazaran çok daha doğaldı. Yakınlık üzerine kuruluydu ve düzenle aralarındaki mesafe olması gerektiği kadardı. Günlük hayatta yerine getirilmesi gereken ihtiyaçlarda, mutlu bir günde, kötü bir günde ve daha birçok anda paylaşım ön plandaydı. Bir sevgiliye hissedilen aşkta da, anneyle babaya duyulan sevgide de, nene ile torunun ilişkisinde de ve topluma karşı duyulan sorumlulukta da aynı evlilik kuralları geçerliydi: Yakınlık ve saygı… Yakınlık duymaya başlamak için en birincil sebep; saygı duymak ve karşılığında saygı duyulmasını istemektir. Bu da düşünmeyi bilmekle ve düşünülmesine izin verilmekle oluşur. Gerçek saygının insanda oluşumu; kendinden olmayanlara “öteki” etiketini yapıştırmadan önce; farklılıklara onların gözünden bakarak, bir süre onlar gibi yaşayarak anlamaya çalışmakla başlar. Bir an için ve bir süre için kendine yabancılaşıp kendinden başkalarını da dinlemeye ve anlamaya çalıştığı zaman, ancak o zaman insan; kendinden olmadığını düşündüklerine yakınlık hissedebilir. Esas nokta şu ki; bizi birbirimizden farklı kılan içinde bulunduğumuz kültürdür. Sahip olduğumuz farklı diller, dinler, yaşayış şekilleri, gelenekler, yaşadığımız toprak parçasını oluşturan coğrafyalar ve daha birçok farklı etken bizim kültürümüzü oluşturur. Ama hiçbir kültür; bir insanı diğer insandan daha yabanıl, daha akıllı, daha zengin ya da daha güçlü kılmaz. Aksine bunu yapan yine insanoğludur. Bu yüzden de biri diğerinin “ötekisi” haline gelir. Ama gerçek şu ki; “öteki” olmazsa “biz” diye bir şey de olamaz çünkü kendimizi anlatırken hep başkaları üzerinden örnekler vermek zorunda kalırız, kendi kültürümüzü üstün kılmaya çalıştığımız zamanlarda da hep başka kültürleri aşağılamak zorunda kalırız. Yani; biri olmazsa diğeri de olmaz değil; “diğeri” olmazsa “biri” de kendini var edemez diyebiliriz. Bu yüzden de yakınlık; bir insan için ne ise bir toplum için de aynı derecede önemlidir. Yok olmaz, sadece farlılık gösterir ve değişir.
Kültürler arası farklılık ve toplumlar arasında oluşturulan düzenler arasındaki farklılıklar, birbirlerinin varlığını eşit derecede kabul ettikleri sürece, aralarında “uzaklık” diye bir şey olamaz ve insanlar da bu duyguyu dışarılara taşıyamazlar. Çünkü “uzaklık” hissi; makinelere has bir duygudur; insanlar tarafından doğru şekilde hissedilemez. İnsan konuşur, paylaşır, dinler, beynini canlı tutar ama makineler sömürür, susar ve insanları beklerler. Bu yüzden de bize uzaktırlar. Aslında uzaktılar demeliyim çünkü şu yıllarda son derece yakınlaştılar. Bu yüzden “biz insanlar” birbirimize çok “uzaklaşmış” vaziyetteyiz. Bir insanın yüzüne bakarak konuşmak, onun gözlerinin içine dik dik bakarak fikirlerini savunmaya heveslenmek, karşılığında onun söylediklerini kulaklarını açarak dinlemek çağını geride bıraktık sanırım. “Dünya düzeni”nin eline fırsat geçince, “uzaklık” bizi yöneten bir makineye dönüştü. Bu durum çaresiz bırakıyor oysaki ben korkmayı yeğlerdim. “Uzaklık” o kadar tahammülsüz ki; artık farklılıklara var olma hakkı tanımıyor. İpleri o kadar hızlı eline geçirdi ki; düşünceleri, duyguları yok sayıyor. Susturmak için o kadar hevesli ki; bir sosyopat gibi şiddetin türlü hallerini uyguluyor. Herkes kendini aynı hissetsin, her kültür aynı kimliğe sahip olsun diye el altından, sinsice “yakınlığı” silmeye çalışıyor. Tek tip bir dünya düzeninde yaşamayı kabul etmek istemeyen herkese “uzaylı” muamelesi yapıp kapının ardını asma kilitle kilitliyor. Halbuki “yakınlık” güvende hissettirirdi, insanlar birbirlerinden korkmadıkları ve birbirlerine güvendikleri için sokaklarda yürürlerdi, evdeki makinelerden uzaklık mesafesini aşmaya dilenmezlerdi, düşünürlerdi ve konuşurlardı: Yüz yüze ve birbirlerini görerek… Nefes alırlardı. Bazen nefesim kesiliyor ve kendimi “Fringe” adında yabancı bir dizide; insan olmanın suç sayıldığı bir karaktere bürünmüş hissediyorum. Duygunun hiçbir şekilde bünyede barınamadığı, hissiz, düşünemeyen, sadece prosedür gereği beyini taşıyan “gözcüler”; “insanları” yok etmeye çalışıyorlar. Bir bilim adamı; duygu ve mantığın bir arada barınamayacağı tezini savunarak yeni bir tür oluşturmayı başarıyor ve bu türe “gözcüler” adını veriyor. Eğer herhangi bir duygu hissediyorsa o zaman o duygu; onları hızlıca öldürebiliyor. İnsanları yok etmek ve dünyayı yönetmek istiyorlar. Dizi, bu tema üzerine kurulu birçok bilimsel olayları, izleyenin gözünün içine sokuyor. Benim bugüne kadar izlediğim en etkili korku filmim oldu çünkü “uzaklık” bizim yaşadığımız dünyadaki “gözcülerimiz”. Ve biz de bu dünyanın, düşünemez, konuşamaz, mantığımızın bizi yavaş yavaş öldürdüğü “yakın” insanlarıyız.
Bu adada; insanlık tam anlamıyla susturulamadığı için, sırf “beyinsiz”, görüntüde insan kılıklı makineler yaratmak için; “uzaklık” yeni, tanıdık olmadığımız bir yüzle karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. Şunu es geçmemeliyim; “yakınlık” eğer doğru alışverişler yapılırsa bir de etkileşimle sağlanır. Bizim toplumumuzun da bizi yönetenler tarafından etkileşim içerisine sokulduğu yakın coğrafyalar var. Ama ne yazık ki doğru alışverişler yapamıyoruz. Bunun sebebi de; baskın olan tarafın “bizimkiler” değil “dışardakiler”in olduğudur. Biz hâlâ birkaç “insanken” ve birbirimize “yakınken” bizi “uzaklaştırmak” için yeni makinelerle içimize bodoslama dalma planları yapıyorlar. Şiddetin halini daha masumane yapıp itiraz halinde üzerimize su püskürtmeyi düşünüyorlar. Ama unutulmamalıdır ki; biz çok erken büyüdük ve su tabancalarıyla oyun oynamayı da çok önceleri bıraktık. Biz gerçeklerini çok acımasızca deneyimleyen bir toplumuz ve şimdi de her kavganın gecesinde beraberce toplanıp eğlenmemiz bundan. Biz hâlâ “yakınız” ve hâlâ “saygılı”. Fikirlerin de duyguların da bizi hızlıca öldüremeyeceği, farklılıklara her zaman var olma izni tanıyan, insan formunda “gözcüleriz.”