Yalnız emekçiler ve orta sınıf sendikacılığı
Yalnız emekçiler ve orta sınıf sendikacılığı
Mertkan Hamit
[email protected]
20. yüzyıla damgasını vuran iki siyasi akım vardır. Biri sosyalizm diğeri ise faşizmdir. Kıbrıs ve sol üzerine konuşurken taraflar, genellikle kendilerine göre emekçi dostu deneyimlerden biri olarak Sovyetçi, Maocu veya Titocu ekonomik kalkınma yöntemlerini merkeze alırlar. Buradan bugünün ekonomik yapısına dair karşılaştırmalar yaparak politikalar üretmeye çalışırlar. Sol ekonomi politikaların içselleştirebileceği kurumların ve hakların temeli bu görüşler ekseninde şekillenir. Hem eleştirirken hem de savunurken, uygulanacak açılımların kriterleri de bir biçimde bahsi geçen soğuk savaş dönemine ait ekonomik anlayışa göre belirlenir.
Tüm bu düşüncelerin kökenini soğuk savaşın öncesine dayandırabiliriz. Çünkü solun neresinde olursa olsun, hatta liberal veya faşist düşünceyi savunanların bile, kimi zaman Marksizmden etkilendiğini görebiliriz. Sınıfsal tahlil ve diyalektik materyalizmi görmezden gelerek yapılacak ekonomoik analizlerin bir tarafının güçlü olamayacağını söylemek bana göre su götürmez bir gerçektir. Marks’ı ve Marksist ekonomik teoriyi birçok biçimde yorumlamak da mümkündür. Bugünün ekonomistlerinin ise güncel doğrular, sömürünün yeni biçimleri ve gelişen insan ihtiyaçları ekseninde oluşturduğu Neo-Marksist ekonomik tahlil de değişimin engellenemezliğinin bir başka kanıtıdır.
Bu noktada ekonomik anlayışın soğuk savaştan kaldığını söylediğimde, özelde Marksist ekonomik anlayışı genelde ise sol ekonomik teorinin geçersiz olduğunu iddia etmek gibi bir niyette değilim. Benim buradaki niyetim, soğuk savaş döneminin barındırdığı sosyalist ve enternasyonalist yaklaşımları tartışmak değil. Tam tersine niyetim, pek de tartışmaya aşina olmadığımız sol düşüncenin üzerine yansıyan, faşizan anlayışın yansımalarını ortaya koymaktır. Bunu yaparken özünde faşist devletin birçok özelliğini barındıran Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti dahilindeki ekonomik ilişkileri sorgulamayı hedefliyorum. (1) Üstelik bunu yaparken, sol için merkezi öneme sahip olan sendikal hareketlilik merkezinde gelişen sol ekonomik anlayışı sorgulamayı niyet ediyorum. (2)
Söylem ve düşünsel temel boyutunda eleştirel bir noktada bulunsa da, sendikal hareketin bugünkü yapısının sosyalist akımdan etkilenip etkilenmediği noktasında bir çok kişinin derin kuşkuları vardır. Çünkü temel özellikleri bakımından Kuzey Kıbrıs’taki sendikal hareket, adanın kuzeyindeki yapının faşizan bir anlayışa göre oluşturulmasına olanak sağlayacak biçimde var olagelmiştir. Özellikle 1980’lerin başında Denktaş’ın Türk Milliyetçiliği ve Antikomünizmine karşıtlık temelinde kendini var edebilen Kıbrıs Türk sendikal hareketi, faşizme karşı gelmekle giriştiği bu diyalektik ilişkide ister istemez faşizmin izlerini de barındırmaktadır. (3)
Yazının bu noktasından sonra, sendikacı dostlarımın vereceği olası tepkileri kafamda kurguluyor olsam da, yukarıdaki iddia bir yazım hatası değil. Evet, Kuzey Kıbrıs’taki sendikal hareket sosyalist ve enternasyonel öğeleri barındırıyor olabilir ama eş zamanda ‘faşizan’ öğeleri de barındırmaktadır. Çünkü son yıllarda, verilen mücadele ile kazanılan veya hali hazırda bahşedilen hak ve ayrıcalıklar, dillendirilmese de; mevcut faşizan anlayışın devamlılığı üst-prensibinin korunmasına dayanır. Öyle ki bahsi geçen iddiaya nereden vardığımı güçlendirmek için belki faşizmin ekonomik anlayışı olan korporatizmi genişleterek ortaya koyarak, kaygılarımın kaynaklarını netleştirmem gerekmektedir.
Korporatizmin temel özelliklerinden biri, toplumun herkesin belli görevleri olan bir bedene benzetilmesidir. Bu noktada bazı temel ve stratejik işler belli kişiler –organlar- tarafından yapılmalıdır. Özel, devlet ve sendika dengeleri her ne kadar birbirine karşı gibi görünse de, kimi zaman birbirlerini destekleyici ve birbirlerinin devamlılığını sağlayacak biçimde ilişkiler oluşturur. Bu sistemin devamlılığını sağlar ve bundan ötürü sendikalar ayrıcalıklı bir konuma sahip olurlar.
Örneğin, özel eğitim konusunda, adı ve şanı büyük kimi özel girişimcilerin eğitim kurumlarında sendikal haklar sağlanmazken, vergi konusunda dahi ciddi soru işaretleri varken, devlet burada denetleyici ve düzenleyici rolünü dahi oynamamaktadır. Yasama ve yürütmenin kilitlenmesi yetmiyormuş gibi, yargı da üzerine düşen görevi yapmakta çekingen davranır. ‘Demokratik devlet’ üzerine düşen görevi tam anlamıyla yerine getiremez. Sermaye ile devlet arasında görünmez sözleşme iktidarın devamlılığını sağlamayı garanti eder. Bu noktada, emekçilerin haklarını savunması gereken, toplumsal adaletin ince ayarını yapacak olan sendikaların sessizliği şaşırtıcı değil midir? Özel sektörde mesleğini icra eden öğretmenlerin sendikal güvenlikten yoksun çalışması konusunda beklenen radikal eylemlilikleri bir kenara, ilgili eğitim sendikaları basın bildirisi dahi kaleme almamaktadırlar. Maddi olarak daha kötü şartlarda, özel eğitim kurumlarında emeklerinin sömürülmesine karşı ses çıkarmaları durumunda işsiz kalma kaygıları olan bu insanların sözcülüğüne savunmayıp, konunun gündeme gelmesi ile ilgili olarak dahi girişim yapılmaması aslında belli stratejik güç alanlarının, statükonun devamlılığını sağlayabilecek bir biçimde geliştiğinin en büyük örneğidir.
Korporatizmin beden ile birleştiği noktada, beden algısının sınırları bir taraftan son derece fonkisyonel bir biçimde belirlenirken, diğer taraftan da ırksal veya ulusal temellere dayanır. Liberal ekonomik aklı reddettiğini iddia eden bu anlayış, buna rağmen sömürü/sömürülen ilişkilerinin sınırlarını ırk, ulus veya vatandaşlık temeline koyar. Bu noktada, yerli işçi ile yabancı işçi arasında sendikalaşma oranlarının farklılaşması, sosyal güvenlik konusunda ‘ötekinin’ koşullarının kötü olmasının pek bir önemi yoktur. Dahası, ‘ötekinin’ aşırı sömürülmesi de görmezden gelinir, çünkü beden üzerinden algılanan toplumun bedeni ‘kendi toplumu’ ile sınırlıdır.
Kuzey Kıbrıs’ta mevcut durumu doğrulayan sayısız örnek mevcuttur. İşçisinden, profösörüne kadar özel sektör ile kamu sektörü ayrımının oluştuğu tüm noktalarda yabancı iş gücünün dezavantajlı konumunun sömürülmesi söz konusudur. (4) Kimi sektörlerde hiç sendikal örgütlenme yokken, örgütlenmenin olduğu sektörlerde bile yabancı işçilere yönelik anlayışın hala ‘Kıbrıslılık Kimliğine Tehdit’ olarak görülmesi, ikinci ve üçüncü kuşak göçmenlerin dahi, hala daha kökenlerine göre yargılanması ve bu yüzden de sosyal güvenlikleri konusunda emek hareketinin oluşturucu güçlerinin inisiyatif alamamış olması da, korporatist ekonomik anlayışla benzeşmektedir. Sadece seçilmiş bir grubun emek-sermaye ilişkisiyle ilgilenmek başlı başına bir problemdir. Kadın, göçmen, mülteci, çocuk emeği ile ilgili olarak görünür çalışmalarda bulunmamış olmak temelde ayrımcılığı içselleştirmiş bir sendikalizmden beslenmektedir.
Aslında, korporatizmin akıl karışıklığına sebep olan bir başka hareket noktası küreselleşen kapitalizme karşı durabilme niteliğidir. Kapitalizmin küresel ekonomik aklına karşı, emekten önce ulusal çıkarın ortaya konulmasıyla meydana gelen bu durum, toplumsal adalet algısında görünür olanları kapsayan ‘bizi’ ve dışlanmış ‘onları’ yaratır… Özellikle kapitalizmin dengesiz geliştiği toplumlarda korporatizm içerdeki kapitalist ilişkileri korur, ama dışardan gelen kapitalist baskılara karşı ses çıkarır. Kıbrıs’ta bu, işçi ve emekçiler ile küreselleşen sermaye arasındaki uçurumu yaratır. Sendikalar kamuda örgütlenip oradakilerin haklarını korurken; geriye kalanları, yani, ücretsiz veya asgari ücretin altına çalışmaya zorlananları, aşırı sömürülenleri, çocuk işçileri, stajyerleri, işyerinde cinsel istismar veya şiddet istirmarına uğrayanları kapsamakta başarısız olur. Orta sınıfların sendikal haklarla korunması, sistemin devamlılığını sağlamak için altın değerindedir. Bugün aklı karışık halde bizleri yönetmeye çalışanların, toplumda yarattığı yıkıcı etki ortadadır. Aklı karışık bir iktidarla beraber, aklı karışık bir sendikal hareketin olması, özelde emekçilere, genelde ise toplumdaki tüm dışlanmış, görünmeyen insanlara zarar vermektedir. Mevcut akıl karışıklığından ise kazanan, her zamanki gibi gücü elinde bulunduranlardan başkası değildir.
----------------------
Notlar:
(1) Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren otoktratik bir niteliğe sahiptir. Temelde tek adamın gücünün devamlılığına dayanan bu yapının, sürekli olarak olağanüstü hal algısına göre yönetilmesi, anayasal hiçbir değişikliğe gidilememiş olması da bu iddiayı güçlendirir. Güçler ayrılığı ve denetleyici diğer mekanizmaların çalışamıyor olması, askerin hegemonik durumu, kolluk kuvvetlerinin dahi sivil iktidara bağlı olmayışı da bu durumu güçlendirir. Çeşitli reformlarla durumun düzeltilmesi deneniyor olsa da, maddenin özünün değişmeyeceğini düşünenlerdenim. Kuzey Kıbrıs’taki olağan dışı olma hali kalıcı bir çözümle giderilmediği sürece de bunun devam edeceğini düşünüyorum.
(2) Bu yazının tartışmayı hedeflediğim konuyu kapsayacak kadar derinlemesine olması mümkün değil. Bu yüzden eleştirel bir yaklaşımla sendikal hareketi tartışırken, tartışmanın farklı kişiler tarafından da yapılması zaman içinde tartışmayı genişletmeye yönelik bir davet niteliğindedir.
(3) Örneğin bu yazıyı hazırlarken, 366 İnisiyatifi’ne destek belirttiğini söyleyen 8 sendikanın adaletsizlik olarak belirttikleri meselenin meydana gelmesinin kurultay rüşveti olduğunu, iktidarın devamlılığını hedeflemesi çarpıcı bir örnektir. (http://www.kibrispostasi.com/index.php/cat/35/news/122645/PageName/KIBRIS_HABERLERI)
(4) Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde uzun yıllardır KKTC vatandaşı olmayan birçok çalışan bulunmaktadır. Bu durumda DAÜ-SEN’in bu kişilerin de temsiliyetine yer vermesi önemlidir ve bu örneğin dışında düşünülmesi daha doğru olur.