Yalnızlığından başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar
Bir süredir Cioran’ın söyleşilerinden oluşan ‘Ezeli Mağlup’ adlı kitabı çantamda dolaştırıyorum. Bekleme anlarında okuduğum bir kitap bu... Bir kafede gecikmiş bir arkadaşı beklerken, dişçide, kuaförde... Cioran, bir söyleşide akademisyen olmayı neden reddettiğine kısaca değinir ama bütün kitap bunun bir açıklamasını sunuyor gibidir. Okurken ‘Evet tam da bu’ dedim kendim için... Bilumum kıskaçlardan, kurumlardan kurtulma isteği benimkisi... Dilediğim sulara özgürce yelken açabilme özlemi... Kimisi şairliğe, sözcüklerle kurduğum farklı düzlemdeki ilişkilere yoruyor akademisyenliğe karşı hissettiğim soğukluğu. Belki bir oranda böyle ama sorun daha derinlerde.
Aslında şairlik bile bir başka yönden bakınca bir kıskaç benim için... Bir kendini ispat alanı, korunması gereken bir statü haline geldiğinde son derece yabancılaştırıcı... Şiirin terapik etkisine çok ihtiyacım var; bu doğru... Şiir, beni büyülüyor ve uçuruyor. İtiraf etmek gerekirse içimdekini ulaştırmak, hissedilmek ve sevilmek istiyorum ve şiir bunu bir oranda sağlıyor. Biraz da şiirle hayata müdahale edilebilinir düşüncesindeyim. Bir yanılsama da olabilir bu... Benim için en değerli olan şiirlerle yalnız olduğum; sözcükler aracılığıyla kendime ve hayata dair keşiflerde bulunduğum, kelimelerin garip bir biçimde birbirini bulmasıyla düşüncemde yeni pencereler açtığım anlar.
Politika ile ilişkim ise pek çoklarınca anlaşılmıyor. Politik bir kişilik olarak bilinirim ama bugüne kadar hiçbir partiye üye olmadım, parti kurulunda yer almadım ve toplantıya katılmadım. Kıbrıs’ın iki tarafında ve Türkiye’de olmak üzere üç partiden milletvekili adayı oldum; bu doğru. Bütün bu deneyimleri keyifli anlarından çok olağanüstü sıkıcı yanlarıyla da hatırlıyorum ve daha çok da bir şairin yerine getirdiği görevler gibi görüyorum.
Politikayı çok önemsiyorum ama onun bana kurallarını, çerçevelerini dayatmasına katlanamıyorum. Bulunduğum yerden, düşüncelerin sınırları aşmasına izin vererek müdahale etmek istiyorum. Kimseye bir bağım ya da borcum olmadan, hiçbir grup baskısı hissetmeden yapmak istiyorum bunu.
Aslında beni hayatta en rahatsız eden otorite ve hiyerarşi galiba… Birisinin üstümde otorite kurması, beni bir değerlendirme içine koyup basamakların birine oturtması katlanılmaz geliyor. İnsanlar, bakışlarıyla bile başkalarına karşı sürekli bunu yapıyorlar. Kendilerinden üstün bir yanın onlar için bir tehdit oluşturuyorsa seni mat edebilecekleri başka bir alana çeviriyorlar bakışlarını. Görüntülerin, sahteliklerin birbirleriyle yarıştığı, oyunu kuralına göre oynayanın taltif edildiği bir dünya bu. Bir de zaten adaletsizlik ta doğum anından hatta rahme düşme anından başlıyor. Birisinin kolunu kıpırdatmadan ulaştığı yere bir başkası yoğun bir emekle ulaşıyor ancak. Kimse kimsenin neler çektiğini; biricik hayatlarımızın ne gibi hırpalanmalarla dolu olduğunu, çocukluktan getirdiğimiz onulmaz yaralarımızı dikkate almıyor. Dikkat, vahşi bir sistem içinde ötekilerin üstüne basarak kendini var etmeye yönelmiş durumda.
Her değerlendirmenin içinde çeşitli yanılsamalar, kişisel hikâyelerin derin müdahalesi, ayırdına varılmayan ince ayrıntılar var. Nedense hep bunların peşindeyim ben. Normal bir insan olamıyorum bu yüzden. Derinleri kurcalayıp duruyorum. Hayata sürekli kırılıyorum. Ne yöne baksam içime bir sızı yerleşiyor. Karamsar biri değilim; yanlış anlaşılmasın. Hayatın içindeki karanlık kadar ışığı da görürüm, hatta çoğu kez ışık gözümü alır ve hayal âlemine dalarım. Kötülüğü zor seçerim ama iyilik hemen cezbeder beni. Kötülüğü görmezden gelip iyiliği abarttığım çok olur.
Dışardan, oyunu kuralına göre oynayanların dünyasından bakılınca pek çok açıdan ne kadar garip göründüğümü hissedebiliyorum. Belki de en trajiği bu, hem garip olmak hem de başkalarının senin için oluşturduğu yargı ve anlatıyı bilmek. Normal taklidi yaptığım çok oluyor bu yüzden.
Artık yakın arkadaşlarla uzun sohbetler, kendimize ve hayata dair paylaşımlar yaptığımız düşük tempolu hayatlar yok. Yalanlar ve yanılsamalar âleminde hız ve başarı hırsı her şeyi tutsak almış. Ben de artık en iyi arkadaşlarımı okurlarım gibi görüyorum zaten. Yazı yazmak bir monolog olsa da hayattaki en yakınlarım, içimi dilediğim gibi açabileceğim birileri varsa, okurlarım onlar da...
Yazarken hissettiğim cesaretin nedeni yalnızlığımdan başka kaybedecek bir şeyimin olmaması.
Aslında bir yazının bize verebileceği en büyük heyecan, yazarının deneyiminin bizim de deneyimimiz olduğunun keşfi değil midir? Umarım en azından bir kaç kişiye isabet etmiştir.
*Yolculuk telaşı nedeniyle 11 Ekim 2009’da BirGün gazetesinde yayımlanan eski bir yazımı paylaşıyorum özür dileyerek.