1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Yalnızlık ve Hindistan: İçimdeki Başkasından Özgürlük
Yalnızlık ve Hindistan: İçimdeki Başkasından Özgürlük

Yalnızlık ve Hindistan: İçimdeki Başkasından Özgürlük

Yalnızlığımda kendi kendimi sevmenin, kendi sıkıntılarımla baş etmenin yollarını ararım. Başkalarının sevgisine bağımlı olmadan yaşamayı denerim.

A+A-

Yılmaz Akgünlü

". . . Geriye çekilme anlamında bir yalnızlık bu. Kendi kendini görmek zorunda kalmama, başka biri seni görürken kendini görmek zorunda kalmama anlamında" Paul Auster (Yalnızlığın Keşfi)

Gitgide yalnızlaşan insanlardan oluşan bir çağda yaşıyoruz. Refah arttıkça birbirimize muhtaç olmadan yaşayabileceğimiz yanılgısına kapılıyoruz. Uzmanlar toplumsal izolasyon anlamındaki yalnızlığı gerçek bir sağlık sorunu olarak görüyorlar. Sahip olduğumuz benlik algısı kendimizi başkalarından ayrı bireyler olarak tanımlandıkça bizzat bizler bu fakirleştirici yalnızlığı yaratıyoruz. İnsan zaman zaman yalnızlığı ister, ama geri dönmek ve başkalarına bir şeyler verebilecek enerjiyi ve ilhamı bulabilmek için bir geri çekilmedir bu. Bazen de uzak bir ülkeye giderek yaşarız yalnızlığı. Bugün bu yazıda olumlu ve aktif anlamdaki yalnızlığı tartışmak istiyorum.

Yalnızlık gerçekte nedir? Günümüzde yalnızlık deyince genellikle kimsesizlik, yabancılaşma, yalıtılmışlık, tek başınalık gibi başka birçok kavramla çevrelenmiş istenmeyen bir yaşantı biçimini anlarız. Herkes o ya da bu şekilde, sevsin ya da sevmesin yalnızlığı yaşar. O insan olmanın temel bir koşuludur. Kendi kendini herkesten farklı olarak bilmekten doğan bir korkudur. Aslında insan kendi zihniyle kendi durumunu tanımlayıp kendini çevresinden farklı, ayrık ve yabancı hissetmediği sürece yalnız sayılamaz. Onun gerçek varlığı zaten çevresiyle sürekli bir etkileşimle oluşur. Hiçbir varlık yoktur ki bir başına kendi kendini yaratabilsin. Her şey bir başka şeyden doğar, her canlı doğabilmek için bir anne babaya ihtiyaç duyar. Ve daha sonra da yaşamı boyunca her şey başka şeylere muhtaç ve onlarla ilişki içinde yaşar. Hatta düşünce dünyamız bile başkalarından aldığımız kavramlarla oluşur. Yalnızlığı bile başkalarından öğreniriz.

Ancak bütün bunların yanında bilincimizin kendi içine dönme ya da dünyayı “aşkın” bir bakışla görebilme yetisi anlamında bir yalnızlık da vardır. Yalnızlık ruhsal anlamda hem yok oluşun (yani kendini izole ederek içine kapanmanın) hem de gerçek varoluşun (içinden dışarıya doğru büyüyerek evrenle bütünleşmenin) doğasının anahtarı olabilen kavramlardan biridir. Yalnızlığımız dışındaki birçok konudan nesnel bir bağlamda konuşabiliriz. Ancak sadece yalnızlığımız bizzat bizim tarafımızdan deneyimlenen şeyin özüdür. Yalnızlık benim, salt ben. Gerçek yalnızlık herhangi bir ben düşüncesi değil, sadece olmaktır. Gerçek yalnızlıkta ne kimsesizlik ne yabancılaşma ne de yalıtılmışlık hissi vardır. O varoluşun doğasının harika bir parçasıdır. Kendisinin ve çevresinin en özlü ve akıcı bir biçimde farkına varmanın dinamik ve yaratıcı zevkidir. Yalnızlık gizemlerin en büyüğü, olanakların en güçlüsüdür. Yalnızlık bizi dünyaya gerçek anlamda bağlayan da yegane güçtür. Raine Maria Rilke’nin sözlerindeki gibi: “Yalnızlık iyidir, çünkü yalnız olmak güçtür, ve bir şeyin güç olması onu yaşamak için iyi olan nedenlerden biridir.”

Gençlik yıllarımda yalnız kalabileceğim ortamlar bulduğumda çok mutlu olurdum. Özellikle evde kimse olmadığında, kendimi son derece özgür ve rahat hissederdim. Sessizliğin ortasında istediğim gibi çalışır, düşünür, müzik dinler ya da bahçeye çıkıp ağaçlar ve çiçeklerle ilgilenirken büyük bir haz duyardım. O sırada yanıma birisi gelirse sessiz ve yaratıcı zihinsel etkinliğim biraz azalır ve günlük bilinç beni daha çok etkilemeye başlardı. Elbette kimin geldiği de önemliydi. Kimi insanlar sizinle birlikte akarlar, yalnızlığınızda bulduğunuz yoğunlaşmayı onlarla da sürdürebilirsiniz. Kimileri ise daha yorucu ve talepkardır.

Ortaokuldayken yaz tatillerinde dükkanımızda çalışırdım. Uzun saatler boyunca dükkanda yalnız kalırdım, çok fazla müşteri gelmezdi ve ben de neredeyse bütün günümü kitap okuyarak geçirirdim. Önceleri yalnız kalmaktan sıkılırdım, ancak zamanla yalnızlığım hayal dünyasının, kitapların, gizemli hislerin, derin bir içsel yönelimin farkındalığıyla dolmaya başladı. Tabii ben o zamanlar bunu böyle anlamasam da, aslında dükkanda yaşadığım yalnız anların kendimi bulmamda ve zihnimdeki geniş alanlarda yolculuk yapmamda çok büyük bir katkısı olmuştu. Yalnızlık beni kitaplara yöneltmişti, kitaplarsa yaşadığım “hayatın” dışındaki binlerce farklı zaman ve mekanın elçileriydiler. Bu, hayal gücümde, farklı dünyalara, ülkelere ve kültürlere açık olmak demekti.

Bu nedenle belki de bazen dünyanın bizi kısıtlamasına, özgürlüğümüzü elimizden almasına karşı minnet duymalıyız. Çünkü belki de elimizden alınmasaydı onun değerini hiçbir zaman tam olarak anlamayacaktık. Yalnızlığı zorla da olsa tatmak zorunda kalmak, kendi zihnimi de disipline etmemi gerektiren zorlu bir çabaydı. Sıkıldığımızda hemen ortam değiştirmeye, televizyon seyretmeye ya da uyumaya alışmışızdır. Yalnızlığın yol açtığı sıkıntıyı da bir şekilde alt etmeyi öğreniriz. Ancak kendimizden kaçmanın bir sonu yoktur. Yalnızlığın yoğunluğunda karşılaşmamız gereken muhteşem şeyler vardır. Yalnız olmak ya da olabilmek, hakiki anlamda kendisiyle olabilmek için bir ortam bulabilmek demektir. Eğer koyu bir karanlığın içindeyseniz; tüm yapabileceğiniz; gözleriniz karanlığa alışana dek öylece oturmaktır demiş Murakami. Yalnızlık ve onun getirdiği karanlıkta bunun gibidir. Sabretmeli ve yalnızlıkta açılan içsel farkındalık ışığımızı beklemeliyiz. Yalnızlığımda kendi kendimi sevmenin, kendi sıkıntılarımla baş etmenin yollarını ararım. Başkalarının sevgisine bağımlı olmadan yaşamayı denerim.

Biz yalnızlığı bu çağda istenmeyen bir zayıflık, bir tür başarısızlık olarak görüyoruz. Yalnızlık fanatikçe arzu edilecek, tapılacak bir yaşam biçimi değil elbette. Salt özgürlük için özgürlük istemek, salt yalnızlık için yalnızlığı amaçlamak tehlikelidir. Herman Hesse’nin Bozkırkurdu romanının baş karakteri gibi: “Yalnızlık atmosferiyle, sessiz bir atmosferle sarılıp kuşatılmıştı; çevre elinden kayıp gitmiş, başkalarıyla ilişki kurmasını önleyen ve hiç bir istem, hiç bir özlemle giderilemeyen bir güçsüzlük üzerine çullanmıştı.” Yalnızlığı amaç edinmek kendine tapmanın bir biçimiyse sağlıksızdır. Yalnızlık dünyaya daha güçlü bir yoğunluk ve keşifle dönebilmek için bir tür geri çekilme olmalıdır. Gerçek ve aktif yalnızlığı istenmeden sürüklendiğimiz pasif yalnızlıktan ayırt etmemiz gerekir. Aktif yalnızlık kendimle ilgili alışıldık algımdan, nasıl yaratıldığını unuttuğum özgüvensiz ve kararsız benliğimden kurtulmam için kullanabileceğim özel bir imkandır.

Budizmi Hindistan’dan Çin’e taşıyan Bodhidharma dokuz seneyi bir mağarada yalnız başına boş bir duvara bakarak, kim olduğu gerçeğini en derinden keşfetmeye çalışarak geçirmiştir. Günümüz dünyasında böyle bir yaşantı insanlara başarması olanaksız olmanın ötesinde değerli de gelmez. Bir mağarada boş bir duvara bakmak zamanı da boşa harcamaktır çoğumuza göre. Peki o boşa harcanan zaman ne için vardır gerçekte? Eğer kendimi tam anlamıyla bulamadıysam zamanı ne yapacağım? “Anlamayan ve çalışmadan anlayabileceklerini düşünen insanlar, siyahı beyazdan ayırt edemeyen o aldanış içindeki insanlardan hiç farklı değillerdir” demiş Bodhidharma. Yalnızlığından korkmadan çalışan ve kendi zihninin en derinde nasıl işlediğini bulan bu adam, dokuz senesini bize son derece yararsız gelen bir şekilde harcadıktan sonra dünyanın belki de gelmiş geçmiş en saygın öğretilerinden bir olan Zen Budizmi’ni kurmuştur.

Üniversiteye başladığımda kendi kültürümüzün çok ötesindeki fikirlerle karşılaşmaya başlamıştım. Hindistan’da, Çin’de, Japonya’da bizden çok uzak ve farklı bir dünya görüşü egemendi. Bu sadece birkaç kişinin düşüncelerinden ibaret değildi elbette. Koskoca bir kıta, belki de dünya nüfusunun yarısı görece bir huzur ve barış içinde yaşamıştı binlerce yıldır. Bu büyük uygarlık alanın temelleri Batı dünyasındaki gibi akıl ve bireyselcilikten çok maneviyat ve kollektif yaşamla tanımlanıyordu. Hava sıcak ve güzeldi, her yer ormanlar ve verimli düzlüklerle kaplıydı, yaz kış bereketli bu topraklar bir milyardan fazla insanı doyurabiliyordu.  Güneş insanların yüzünü güldürüyordu, yağmurlar pirinç tarlalarını suluyordu. Dünyanın en yüksek ve soğuk dağları olan Himalayalardan Hint okyanusunun tropik cennetlerine dek uzanan son derece zengin bir coğrafyaydı. Ayrıca binlerce yıllık muhteşem bir kültürel birikim vardı Hindistan’da. Ve ben de en kısa zamanda bu büyülü ülkeyi keşfetmeyi arzuluyordum.

Hindistan’da Yalnız Geçen Bir Ay

Ve böylece ilk kez yoğun bir yalnızlığı üniversitenin ikinci sınıfının yaz tatilinde Hindistan’a giderken yaşadım. Aslında planlı bir şekilde yalnız kalmamıştım. Hindistan’ı çok iyi bilen yol arkadaşım Zafer vizesini yolda almayı planlıyordu ancak işler rast gitmedi o vize alamadı ve karayoluyla beş gün yol gittikten, İran ve Pakistan gibi iki koca ülkeyi geçtikten sonra Hindistan sınırında bir karar vermek zorunda kaldım.  Ya Zafer’le birlikte geri dönecektim ya da belirsizlikler ve zorluklarla dolu bu koca ülkeyi tek başıma gezecektim.

Geri dönmek istemedim ve Hindistan’la birlikte yalnızlığımı da keşfetmenin yolculuğuna böylece başlamış oldum. Bir bakıma bu benim için iyi bir şey oldu, çünkü insanın otuz beş gün yanında bir yol arkadaşı olmadan, son derece fakir ve hiçbir konuda belirli standartların ve düzenin doğru düzgün işlemediği bir ülkede gezmesi, yaşaması çok büyük bir meydan okumaydı.

İlk günler biraz tedirgin olsam da, yavaş yavaş bu durum hoşuma gitmeye başlamıştı. Hem yalnızdım hem de başka bir ülkede ve de kaotik bir ülkede yalnızdım, kimsenin ne konuştuğunu bile anlamıyordum. Tren istasyonları, oteller, sokaklar, restoranlar, köyler, dağlar ve ormanlarda sıradan bir insan gibi geziyordum. Hiçbir bakımdan alışıldık bir turistik gezi değildi bu. Çevremde beni destekleyen, güç alabileceğim kendimden başka hiç kimse yoktu, sadece dünyayla beraberdim. Herkes benim için eşit değerdeydi, herkes insandı, ağaçtı ya da duvardı. Her şeyi geride bırakmak ve sadece kendi içime bakmak için (ya da şöyle diyebiliriz: dünyaya bakarken kendi içime de bakabilmek için) çok güzel bir fırsattı. Bir sabah uyandığında o gün nereye gideceğini ya da ne göreceğini bilmemek güzeldi, ya da istediğinde bir yerde uzun bir süre konaklayıp dinlenebilmekte. Günler geçtikçe yavaş yavaş geride kalan hayatım, ben dediğim şeyler, ailem, arkadaşlarım, ülkem ve onun kültürü benden uzaklaşmaya başlamıştı. Onları bırakıyordum günbegün, günde iki üç kez sessizce köşeme çekilip iç dünyama dönerdim. Yaşadıklarımı, izlenimlerimi değerlendirir, zihnimi yaratıcı bir şekilde kullanmanın keyfini yaşardım.

Sürekli yolda olmak, gelen geçeni, köylüleri, Hindistan’da bolca görülen mandaları ya da maymunları seyretmek, bu yoğun, yaşamla dopdolu, bir dünyaya bedel ülkeyi seyretmek artık beni adeta bir Dünya yolcusu haline getirmişti. Belli bir yerde ya da zamanda olmaktan çok dünyada olma duygusuydu bu. Kendi alışıldık benliğimi unutmak çok rahatlatıcıydı, geçmişte yaşadığım birçok iyi ya da kötü şey benim kendimi belirli ve tanımlı bir benliğe hapsetmeme neden olmuştu. Şimdi bu ülkede her şeyle beraber akarken bu zorla üstüme kuşanmak zorunda kaldığım benlikler, oynamaya alıştığım rollerde üzerimden teker teker düşmeye başlamıştı. Kimse bana adımla hitap etmiyordu, sadece sınırlardaki polisler, ya da resepsiyondaki görevli pasaportuma baktığında ismimi hatırlıyordum.

Hindistan’da geçen süre kendi olağan yaşamımdakinden çok daha yoğun ve yavaş geçiyordu, bir gün üç dört gün yoğunluğundaydı desem abartmış olmam. Bazen sabahın beşinde kalkıp trene yetişip etrafı seyredip bin bir çeşit şey görüp, düşünerek yedi sekiz saat uzaklıktaki bir kasabaya öğlen saatlerinde varmak normal yaşamımda birkaç günde yaşayamayacağım algısal bir yoğunluk ve izlenim zenginliği demekti. Günlerin bu şekilde doya doya geçmesinden memnundum. Yolda birçok insanla da tanışıp sohbet etme imkanım oluyordu. Genellikle grupça gezdiğinizde çevredeki insanlara daha kapalı olursunuz, oysa yalnız gezmek sizi başka insanlara daha açık yapar. Hiç kimseye takılıp yapışmadan birçok insanın kişiliklerinin, yaşamlarının farklı tatlarını alarak yola devam edersiniz.

İlk yurt dışı seyahatimi ülkemden ve hatta dünyadan bu kadar farklı bir ülkeye yapmak beni kendi kültürümün birçok alışkanlık ve dogmalarından da özgür bırakmıştı. Bunlar belki de ilk bakışta çok da önemli değilmiş gibi görünebilir, mesela sabahları tren yolcuğu yaparken yanlarından geçtiğimiz gecekondularda, tenekeden yapılmış evlerde erkekler dışarı çıkar ve herkesin gözü önünde hiç utanıp çekinmeden tuvaletlerini yaparlardı. Bir zamanlar ortaçağda insanların sabah uyandıklarında tuvaletlerini aile üyeleri beraber yaptıklarını duymuştum. Bu alışkanlık Hindistan’ın fakir kesimlerinde halen sürüyordu. Benim için önemli olan o ya da bu adetin farklılığı değildi, önemli olan benden son derece farklı şekilde yiyen, içen yaşayan insanların da var olmaları, hatta bu fakir ve ilkel koşullarda bile mutlu olabilmeleriydi. Hem kendinizi hem de diğer insanları bambaşka şekilde yaşayabiliyordunuz. Bir benlikten diğerine (eski kalıplaşmış duygu ve düşüncelerinizden yeni olanına) atlarken ortadaki boşluktan geçersiniz. Orası isimsiz, dinamik, sonsuz bir alandır. Bir an için bakışınızın ufkundan, deneyiminizin sert duvarlarından sızan bir ışık çakması gibi. Benden ben olmayana sürekli bir geçiştir yolculuk. Durduğum ve zihnimle kendi kendime bir şeyler konuştuğumda oluyordu, kendimi bazen arkadaşlarıma orada yaşadıklarımı anlatırken buluyordum. 1991’de Hindistan çok farklıydı, zaten dünya da çok farklıydı. Şimdiki gibi akıllı telefonlar yoktu. Orda bulunduğum bir aydan fazla süre içinde sadece iki kez birkaç dakikalığına ailemi arayıp iyi olduğumu haber verebilmiştim. Haberleşme özgürlüğümün kısıtlanması orada bulunma özgürlüğümü arttırmıştı. Ancak günümüz dünyasında kimse sizi aramasa bile siz arkadaşlarınıza mesaj ya da fotoğraf atıp bulunduğunuz anları paylaşmak istersiniz. Öte yandan sürekli alışageldiğiniz insanlarla temas halinde olmak kendinizden ve onlardan tam olarak uzaklaşmanıza izin vermez. Dünyanın en ücra köşesine de gitseniz wifi denen teknoloji sizin o uzaklığa ulaşmak için harcadığınız onca zahmete son verir.

Başkaları için, etrafımdaki insanlar için sadece bilmedikleri diyarlardan gelen bir turisttim. Kimse bana bir anlam yüklemeye, beni zihni ve sorunlarıyla meşgul etmeye çalışmıyordu, ben de kimseye özel bir anlam yüklemiyordum elbette. Bu durum zihnin bir tür enerji kazanması demekti, daha içsel ve daha evrensel olan şeyleri fark etme ve onların tadına varabilme özgürlüğüydü bu.

İşte bu anlamda yalnızlık iki yönde de güçlüdür hayatımızda, yalnızlık eğer özgürlük, açıklık ve sevgiyle dünyaya açılmamızı doğurabilirse bizi daha büyük bir şeyle bütünleştirebilme olanağına sahiptir. Tam tersi de olabilir elbette, üretken olmayan, kendini dünyaya kapatan bir insan için yalnızlık umutsuz bir çöküntüye neden olabilir.

Yalnızlık Paradoksu

Herkesin belki de en çok korktuğu şey olsa da yalnızlık başarılması en zor şeydir. Ancak korktuğumuz şey aslında yalnızlık değil önemsenmemektir, ne kendi kendimiz için ne de bir başkası için bir şey ifade etmeme duygusu. Kendi kendini düşünmenin, daha doğrusu düşündüğünü sanmanın ama aslında kendinden en uzak bilinçsizlik noktasında olmanın sonsuz çaresizliğidir bizim yalnızlıktan anladığımız. Bu hastalıklı bir yalnızlık halidir, belirsizlikten ve kendinden kaçarak topluma sığınmaktır. Ancak bu yalnızlıktan kaçış tam da istemediğimiz o yabancılaşma, izole olma haline götürür bizi. Yalnızlıktan kaçan daha çok yalnız kalır, çünkü başkalarına vereceği gerçek bir benliği, gerçek hisleri ve duyguları yoktur. O sadece onlardan biridir. Kendi bireysel özgünlüğü olmadığından, kendi koşullarıyla yalnız başına savaşarak yarattığı değerleri de olmaz. Bu yüzden hiç var olmamış gibidir çoğu insan, sadece bir ötekinin ufak farklılıkları olan kopyalarıdırlar. Buna “yalnızlık paradoksu” diyebiliriz. Yalnızlıktan kaçtıkça yalnız kalır insan. Ama onu bile isteye, yaratıcı ve etkin bir eylem olarak yaşamak yalnızlığın kötülüğünden kurtulmamızı sağlar. Önemli olan yalnız kalmak değil, yalnızlığınızda ne yaptığınızdır.

Gerçek yalnızlık bu benlik imgesinin söndüğü yerde ortaya çıkar oysa. O muhteşem bir keşiftir çünkü bütün inançlar, kurgular, tasarılar ve onlarla gelen aldanış ortadan kalkmıştır. Artık kendini ayrı bir varlık olarak bilen ben ortadan kalktığı için yalnızlığa konu olacak kimse kalmamıştır ortada. Yani yalnızlık sandığımız şey aşılmış ve gerçek yalnızlığa kavuşmuşuzdur. Yalnızlık yalnızlığın olmadığı yerdedir. Yani bir insan tümüyle kendi kendisiyle birlikteyse o gerçekten yalnız olabilir demektir. Ancak bu yalnızlık başkalarından kopuk olmak değil, kendi olmanın gücünün ve güvenin doğal bir koşulu olan yalnızlıktır. Yalnızlığında, en içsel birey oluş noktasında insan içindeki en evrensel olana kavuşmanın da mutluluğunu yaşar. O yüzden yalnızlık noktasını en sonuna kadar itebilmek bizi karanlığın en bilinmez derinliklerinden Hakikat ışığına ulaştırabilecek yegane güçtür. Yalnızlık kimseyle konuşmamak, birlikte olmamak değildir. O insanlarla beraberken de kendini yitirmemek demektir. Başkalarıyla beraberken de yalnız olabilmeyi öğrenmeliyiz. Olgun ve güçlü bir yalnızlık bir insanın kendi öz benliğine karşı gösterebileceği en saygı dolu yaklaşımdır. Ve bu tür üretken bir yalnızlıktan da gerçek bir varoluş ve gerçek bir sevgi doğar. Mountain is Young adlı romanında Han Suyin şöyle yazar:  “… bütün insanlar kendi yalnızlıklarından korkarlar. Ancak sadece yalnızlık içindeyken insan kendini bilebilir ve yalnızlığının sonsuzluğuyla baş etmenin yolunu bulabilir. Ve bir varlıktan ötekine doğru olan sevgi sadece iki yalnızlık birbirine yakınlaştığında, birbirlerini tanıdıklarında ve koruyarak rahatlattıklarında mümkün olabilir.”

Hindistan yolculuğum benim için yalnızlığı sevmeye açılan bir kapı olmuştu. Yalnızlık ve gezmek birlikte olduklarında daha da güçlü bir şekilde insanın geldiği toplumdan özgürleşmesine neden olabilir. Kendinizi geride bırakabilmeniz koşuluyla.

 

 

 

Bu haber toplam 5220 defa okunmuştur
Gaile 454. Sayısı

Gaile 454. Sayısı