Yanılsamada Israr Etmek
İnsanının hakikatle ilişkisi oldukça karmaşıktır. Olayların gerçek boyutlarını kavramak hiç kolay değildir. Bu sorun, insanlık tarihi boyunca devam edegelmiştir ve yanılsama ile gerçek arasındaki ilişki bütün önemli filozofları esaslı biçimde meşgul etmiştir.
Kavrayışı sekteye uğratan, gerçek ile algılama arasına giren perdedir. Marks buna ideoloji diyordu. Özellikle burjuva ideolojisi, olayların doğasını çarpıtarak bilincimize yansıtıyor ve yanlış bilincin oluşmasına yol açıyor.
Bu konuda çığır açıcı düşünürlerden biri, kuşkusuz, Platon’dur. Bütün Batı felsefe tarihinin Platon’a dipnot olduğu söyleniyor ki, bu abartılı deyiş pek yanlış sayılmaz.
Platon, gerçek ile yanılsama arasındaki zor ilişkiyi açıklamak için mağara alegorisine başvurur.
Düşünüre göre, insanlar çocukluklarından beri bir mağarada yaşamaktadırlar. Boyunları ve ayakları bağlı olduğundan, sadece mağaranın önünü görebilmektedirler. Yüzlerini başka tarafa çeviremiyorlar. Bu yüzden mağaranın dışında yanan ateşten mağaraya yansıyan gölgeleri gerçek zannediyorlar. Oysa gördükleri yanılsamadan başka bir şey değildir.
Gerçeği görebilmeleri için mağaranın dışına çıkmaları gerekiyor ki, Platon’a göre bunu ancak filozoflar başarabilmektedir. Bu yüzden, Platon dünyayı filozofların, yani “filozof-kralların” yönetmesini savunuyordu.
Bu görüşe katılmamakla beraber, yanılsama konusunda söylediklerini ciddiye almak gerekiyor. Gerçeği aramamız için mağaranın, yani ideolojik mahpushanemizin dışına çıkmamız ve gerçekle algı arasındaki perdeyi kaldırmamız şarttır.
Kuşkusuz algımız, içinde bulunduğumuz toplumsal koşul, konum, çıkarlarımız ve iradi niyetimizden bağımsız değildir. Örneğini çıkarlarımız, gerçeği görmemize sırtımızı dönmeye neden olabilir. Çıkarlardan ayrı olarak, niyet de çok önemlidir. Nitekim niyetle algı arasındaki bağlantıyı bir Kıbrıs deyişi çok iyi özetlemektedir: Kedi, yavrusunu yemeye niyet ettiğinde onu fare olarak görür!
Yanılsamaya çakılı kalmamız, bazen gerçeği kaldıramadığımızdan da ileri gelebilir. Psikiyatrda sık sık dile getirilen bir örnek son derece aydınlatıcıdır: Bir kişi, eşinin kendisini aldattığından şüphe etmektedir ve onu yakın takip altında tutmaktadır. Bir gün, bir yabancıyla lokantada yemek yediğini görür. Başka bir gün, aynı kişiyle bir pastanende buluştuğuna şahit olur. Daha sonra birlikte bara gittiklerini müşahede eder. Ve en sonunda bir otele girdiklerini görür. Yakın takipte olan kahramanımız, eşinin yabancı kişiyle otel odasında girdikten sonra perdeleri kapattıklarını saptar ve apar topar psikiyatrına koşarak şunları söyler: “Tam da aralarında bir ilişik var mı diye nihai kararımı verecektim ki, hotel odasının perdelerini kapattılar. Aralarında bir şey var mı yok mu, emin olamadım.”
Görüldüğü gibi, kahramanımız emin olmak istemiyordu, çünkü gerçeklikle yüzleşmeyi kaldıramıyordu. Eşinden ayrılacak gücü kendinde bulamadığından, kendi kendini kandırmayı, yani yanılsama içinde yaşamayı tercih etmişti.
Evet, yanılsama bazen çıkarlarımızın, bazen de iradesizliğimizin ürettiği bir durum olarak hayatımıza refakat edebiliyor.
Eğer bu sorunsalı Kıbrıs Sorunu etrafında sürdürülen tartışmalara taşırsak, şöyle bir tablo ile karşılaşırız: Her şey, tarih, siyaset, uluslararası ortam, BM, AB, federal devlete işaret ediyor ama gerçekliğe sırtını dönen ve yanılsamada ısrar edenler çoktur. Kimi çıkarından, kimi de mağarasının dışına çıkamadığından...