Yapılan pazarlıklar, bir birleştirme, bütünleştirme projesi olması gereken Federal çözümü, ayırma ve ayrıştırmayı meşrulaştıran, kamufle edilmiş Taksim/Bölünme tezi kılığına sokuyor…”
Dünya Sendikalar Federasyonu’na üye yedi Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum sendikanın kadın bürolarının düzenlediği “Birleşik bir Kıbrıs’ta toplumsal cinsiyet eşitliği” etkinliğinde ana konuşmacı olan milletvekili, sosyolog, aktivist Doğuş Derya:
“Milliyetçi elit erkekler, militarist ve fanatik pratiklerini yürürlüğe koyup adamızı bölerken, Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk kadınlar, ekonomik, cinsel ve sosyal istismar yaşadılar; kayıplar verdiler…”
“Müzakere dili ve stratejisi tamamen etnik temelden kurulan, adada yaşayan toplumların dinsel, dilsel, kültürel, etnik farklılıklarına vurgu yapan bir dil ve strateji. Oysa federal tez, ortak bir yurt duygusu, federal, çoğulcu ve birleştirici bir kimlik/kültür kurmayı öngörür. Bu yaklaşımı masada göremiyoruz, adada yaşayan tüm toplumları birleştiren deneyimler ve ortaklıklar üzerinden değil, ayrıştırmayı ve ayrılıkları garanti altına almaya çalışan eril bir müzakere masası var…”
Dünya Sendikalar Federasyonu’na üye yedi Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum sendikanın kadın bürolarının düzenlediği “Birleşik bir Kıbrıs’ta toplumsal cinsiyet eşitliği” etkinliğinde ana konuşmacı olan milletvekili, sosyolog, aktivist Doğuş Derya ““Yapılan pazarlıklar, bir birleştirme, bütünleştirme projesi olması gereken Federal çözümü, ayırma ve ayrıştırmayı meşrulaştıran, kamufle edilmiş Taksim/Bölünme tezi kılığına sokuyor…” dedi.
“Milliyetçi elit erkekler, militarist ve fanatik pratiklerini yürürlüğe koyup adamızı bölerken, Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk kadınlar, ekonomik, cinsel ve sosyal istismar yaşadılar; kayıplar verdiler” diye konuşan Doğuş Derya’nın bu önemli konuşmasını bugünden itibaren sayfalarımızda yayımlamaya başlıyoruz. Doğuş Derya’nın DSF’ye üye Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum sendikaların kadın bürolarının ortak etkinliğinde yaptığı konuşma şöyle:
“Öncelikle bu konferansı düzenlemek için emek veren herkese çok teşekkür etmek istiyorum. Barışı konuşmaya ve kurmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanlardan geçiyoruz. Yakın bölgelerde yaşanan savaş ve katliamlar, ekonomik krizler ve giderek yükselen şiddet, sadece Kıbrıs’ta değil, Kıbrıs’ı da içeren geniş bir coğrafyada yaşayan tüm halkların barış ihtiyacını her geçen gün daha da artırıyor. Aslında bizler için hiç de yabancı olmayan şiddet bugün binlerce insanın yerinden edilmesine, yoksullaşmasına, mülteci olmasına, tecavüze, istismara, insan ticaretine maruz kalmasına, yeni bir yaşam umuduyla çıktığı yollarda ölmesine neden oluyor. Ve bu korkunç zamanlarda, Kıbrıs sorununa çözüm bulmak için adada yürütülen müzakereler devam ediyor.
Bu müzakerelerin Avrupa Birliği açısından önemi, uzunca bir süreden beri bölünmüş olan ve bölünmüşlüğün Birlik sınırları içerisinde yarattığı sorunları ortadan kaldıracak, küresel enerji politikaları resmi içerisinde sorunsuz bir ada yaratmak. Türkiye hariciyesi açısından önemi ise, “dış politikada sıfır sorun” diye başlayan ve bugün “dış politikada sıfır komşu/ sıfır çözüm” noktasına gelen Türk dış politikasının akamete uğradığı, tıkandığı noktaları açacak bir vesile olarak görülmesi... Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin veto ettiği AB müzakere başlıklarını açmak için ve küresel enerji politikalarının gerektirdiği resim içerisinde yerini almak için Kıbrıs Sorunu üzerinden (çok da istikrarlı olmayan) bir açılım yakalamaya çalışıyor. Geçtiğimiz haftalarda Türkiye Başbakanı Davutoğlu ile Yunanistan Başbakanı Çipras arasında gerçekleşen bazı işbirliği anlaşmaları da bunun bir göstergesi.
Biz kadınlar için ise çözümün Avrupa Birliği’nin veya Türkiye’nin jeopolitik ve ekonomik çıkarlarının ötesinde bir anlamı var. Çünkü geçmişte yaşadığımız çatışmaların etkileri kadınlar üzerinde bugün bile devam ediyor. Çünkü dünyadaki tüm çatışma süreçlerinde olduğu gibi, adamızda da kadınlar, dili, dini, etnik kökeni, yaşı fark etmeksizin benzer acılardan geçtiler. Çünkü milliyetçi elit erkekler, militarist ve fanatik pratiklerini yürürlüğe koyup adamızı bölerken, Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk kadınlar, ekonomik, cinsel ve sosyal istismar yaşadılar; kayıplar verdiler. Bu yüzden de Birleşik Kıbrıs ve inşa edilecek barış düzeni bizler için teknik bir “al-ver” süreci değil. Bugün müzakere masasına toplumsal cinsiyet bakışının yansıtılmasını konuşacaksak aslında kadınların geçmişte ne yaşadığının görülmesini, açılan yaraların bir daha açılmamak üzere sarmalanıp iyileştirilmesi talebini geliştirmemiz gerekiyor. Bunun için dünden günümüze taşınan sıkıntıları billur bir şekilde konuşmamız gerek.
Burada bulunanların bir kısmı savaş sürecini yaşadı, benim gibi bölünme sonrasında doğanlar da fiilen savaşı/bölünme günlerini yaşamasak bile, dinlediğimiz hikâyelerden, yakınlarımızın sözlerinden ve gözlerinden çatışmanın izlerini takip ettik. Birçok savaşta olduğu gibi, ülkemizde de kadınlar aile fertlerini sevdiklerini kaybetti. Bu kayıplar fiilen bir kişinin ölümü olabildiği gibi, bazen gidip de dönmeyen bir insanın ardından bitmek bilmez bir bekleyiş ve “belki de yaşıyordur” umudu oldu. Aradan geçen 42 yıldan sonra, bugün bile, eşi veya çocuğu hala kayıp olan, hala kapı çaldığında “acaba gelen O mu?” diye kapıya koşan, “öldüyse de bilmek istiyorum, en azından kemikleri bulunsun” diye gözyaşı döken onlarca kadın var. Sohbet ettiğim bir Kıbrıslırum kadının söylediği gibi, “bu öyle bir yas ki, bir türlü bitiremiyorum. Öldüğünden emin olsam, haftalarca ağlayıp sonra iyileşebilirdim. İçimde yaşıyor olduğu umudu var ya, her günüm sonsuz bir bekleyiş, sonsuz bir keder”. Bu keder hiç kapanmayan bir yara gibi, geleceği de belirledi.
Kadınların yaşadıkları sadece sevdikleri bireyleri kaybetmek değildi. Bölünme öncesinde ve sonrasında kadınlar evlerini, tarlalarını, yaşam kaynaklarını, ürettiklerini bırakıp daha güvenli bir bölgeye göç etmek zorunda kaldılar veya yerlerinden edilerek zorla bir başka yere taşınmaya zorlandılar. Aslında gündelik hayat en çok kadınların örgütlediği bir hayattır. Kadınlar, üzerlerine yüklenen toplumsal cinsiyet rollerinden dolayı sadece evdeki gündelik yaşamı değil, sokaktaki ilişkileri, manevi bağları da kuranlardır. Ailenin yaşamını geçirdiği evin ekonomisi gibi, ev etrafında kurulan komşuluk ilişkileri, gündelik hayatın akıp gittiği market, okul varsa tarla yani hayatın sosyal ve ekonomik boyutları ile yeniden üretildiği tüm mekânları bırakıp, yeni bir yerde yaşam örgütlemenin yükünü taşımak zorunda kaldı kadınlar. Bu yüzden yerinden edilme derken aslında sadece bir mekânın değil, yaşamın ve kadın emeğinin temellendiği tüm bir alanın yerinden edilmesinden de bahsediyorum.
Pazartesi devam edecek...