Yaralanmaz Beden Yok! Tamam da, Ya Sonra?
“Üzerinde düşünmeden, acımadan, utanmadan
büyük ve yüksek duvarlar ördüler dört bir yanıma.
Ve şimdi burada oturmuş umutsuzca bekliyor,
Aklımı kemiren bu yazgıdan başka bir şey düşünemiyorum.
Oysa dışarıda bir sürü işim vardı görülecek...”
Kostantinos Kavafis, 1897 yılında kaleme aldığı bu mısralarda belki yabancılaşmış bir insanın kendi kendini içeriye hapsetmesini, dışarıyla, dünyayla ilişiğini kesmesini anlatıyor. Belki de ideolojik bir mahpushaneye kapanmamızı veya derin bir yabancılaşmaya kapılmamızı tarif ediyordur şair-i azam.
“Yabancılaşmış insan” diyoruz, çünkü insan yapısı gereği içeriye kapanarak var olamaz, dışarıya açıktır. Hatta dışarıya mahkumdur. Onu toplumsal hayvan, yani insan yapan budur. Ama bu özelliği, yani dışarıya açık ve maruz olması, insanı aynı zamanda yaralanabilir kılar. Bu yüzden bütün bedenler yaralanırdır diyoruz. Ve yine bu yüzden insanın varlığını sürdürebilmesi için kendi dışındaki koruyuculara ihtiyacı vardır.
Bizim bugün yaşadığımız içeriye kapanma, yalıtılmış kalma, Kavafis’in anlattığı türden bir olgu değildir elbette.
Bize bunu dayatan force majeure, yani zorlayıcı bir sebep vardır.
Bugün salgın, yani biyolojik bir olgu, insanları hem beden olarak, hem tür olarak tehdit ediyor, kendini topluma ve siyasete dayatıyor ve bu yüzden elbette korunmamız gerekiyor. Hem kendi dışımızdaki devletler ve toplumsal kurumlar tarafından korunmaya ihtiyacımız var, hem de kendimizi ve başkalarını korumak gibi bir sorumluluğumuz var.
Fakat bu noktada iki önemli soruyla karşı karşıyayız: Korunması gereken “biz” kimdir ve devletler nüfuslarını nasıl koruyorlar?
Birinci soruya eğilelim.
Korona salgını açıkça göstermiştir ki, korunması gereken “bizin” kim olduğu sorusuna maalesef millet, etniklik, aşinalık vs. gibi kriterlerle yanıt veriyoruz. “Bizden” olmayanların, “bize” benzemeyenlerin acı çekmesi, hatta hayatlarını kaybetmesi “bize” pek dokunmuyor.
Avrupa Birliği içinde bile “birlik” fikrine hiç yakışmayan “milli davranışlar” görüyoruz.
Yabancıların, göçmenlerin, mültecilerin korunmasız bırakılması ise vicdanlarımızı rahatsız etmiyor.
Örneğin Ersin Tatar dünyanın en doğal şeyini yaparmış gibi, yabancı işçi ve öğrencileri çaresizliğe mahkum edebiliyor.
“Biz” dediğimiz “milli gruplar” içinde de ayırım yapılıyor. Örneğin yaşlılar ötekileştiriliyor. Bir televizyon ekranında bir adam avaz avaz şöyle bağırıyor: “Yaşlıları eve kapatın ve evin anahtarlarını alın...”
İnsanın evrensel yaralanabilirliği karşısında tikel bir “bize” sarılmamız ve gerisine karşı kayıtsız kalmamız, ahlaki bir çöküşüdür. İnsanlığın ahlaki çöküşüdür.
Sorumluluğumuzu insanlığa yaymadığımız sürece, insan sayıp insan saymadıklarımız arasında bir ayırım yapıyoruz demektir ki, bu da insanlıktan ve bir o kadar da kendimizden uzaklaştığımız anlamına geliyor. Çünkü insan, insanlığın parçası olduğu sürece vardır.
İkinci soru(nu)muz, devletlerin koruma yöntemleridir.
Force majeure ile karşı karşıya olduğumuzu inkar edemeyiz. Olağanüstü hal koşullarında bu yüzden yaşıyoruz. Fakat özgürlükleri askıya alan güvenlikçi yaklaşımın nereye varacağını sorgulamamız şarttır. Bütün otoriter rejimlerin olağanüstü hal rejimi olduğunu unutmamalıyız. Ne de olağanüstü halin otoriter rejimlerin kurumlaşmasına yol açtığını akıldan çıkarmalıyız.
Hayatı korumak özgürlükleri yok ederek olmaz!
Devlet erkinin biyoteknikle bütünleştiği ve politikanın bütünüyle nüfusu disiplin eden, denetleyici biyo-politikaya dönüştüğü bu günlerde, özgürlükler konusunda inatçı olmamız gerekiyor. Yoksa, korona salgınından sonra nerelere savrulabileceğimiz meçhul kalır.
Bir de Trump gibiler vardır. Önce ekonomi deyip, insanları ölüm pahasına fabrikalara yollamak isteyenler... Onlara karşı da tavır almalı ve insan yaşamının her şeyin üstünde olduğunu vurgulamalıyız.
Olağanüstü Hal Ülkesi Kıbrıs’ta Ölmek!
Kıbrıs, uzun yıllardan beri olağanüstü hal koşullarının hükmettiği bir ülkedir.
Kıbrıs Cumhuriyeti 1964’ten beri anayasayı askıya almış, “Gereklilik Doktrini” ile yönetilen bir ülkedir. Adanın kuzeyi zaten bütünüyle olağanüstü hal koşullarına teslim olmuştur.
“Normalde” olağanüstü hal ülkesi olan Kıbrıs’ta şimdi bir de korona salgınının yarattığı olağanüstü koşullar vardır.
Tikel “bizin” gailesine kapılıp geçit noktalarını kapattık ve bölünmüşlüğün dibe vurmasını sağladık.
Oysa barikatlar yerine, iki taraf da anlaşıp hava limanlarını birlikte kapatsalardı, şimdi farklı bir yerde olacaktık.
Olağanüstü hal Kıbrıs’ında ölmek zor!
Dünyanın bu halinde hayatını kaybeden insanların yasını tutmak genel olarak zordur ama Kıbrıs gibi bölünmüş bir ülkenin “yanlış tarafında” ölmek hepsinden zordur. Cenazeyi bir taraftan diğer tarafa taşımak için, çifte olağanüstü hali aşacak kadar olağanüstü bir çabaya ihtiyaç vardır. Çifte devletli, çifte polisli, çifte orduları olan bu ülkede hayatını kaybetmiş bir insanı adetince toprağı vermek söz konusu olunca, ortalıkta kimseyi ve hiçbir kurumu bulamazsınız. Kurumları bulursanız da birbirlerine konuşmaya ikna edemezsiniz.
Nitekim geçenlerde Limasol’da ölen Kıbrıslı Türk’ü adanın kuzeyine ulaştırabilmek için, insan üstü çabalar sarf edildi. Dışişleri bakanlığı, iki toplumlu sağlık komitesi, BM, polis vs. devreye girsin diye çok çaba sarf etmek gerekti. Sonunda izin çıktı ama cenazeyi kuzeye taşıyacak araba bulmak imkansızdı. Bulsanız da, şoför dönüşte 14 gün karantinaya alınacağından buna cesaret edemezdi. Sonunda, güneyden gelenle kuzeyden gelen arabalar ara bölgede buluştu ve cenaze bir arabadan diğerine aktarıldı. Bu işi kotarmak için çok uğraşan sevgili Argentulla, cenazeye çiçek bırakmak isteyince BM askerleri bağırmaya başladı: “Çiçek yasaktır!”
Zavallı Argentulla çiçekleriyle geri döndü. Şimdi evinin vazosuna yerleştirdiği çiçekleri seyrettikçe, “arkadaşım Şenay ile birlikte, Kıbrıs’ta her türlü birliktelik de öldü” diyor...