YARALI YASEMİNLER ŞEHRİ
Bilmem hiç gözlemlediniz mi? Bebekler evdeki değişimlerden rahatsız olurlar. Eşyaların yerlerinin değiştirilmesi, evde yapılan bir yenilik onları bir süre tedirgin eder. Mekânlarla böylesi bir ilişkisi, onlara özel bir bağlılığı vardır bazı insanların… Özlenen bir “ilk ev” vardır. Asla dönülemeyecek bir yer. Belleğe ait bir mekândır artık orası. Aslında gerçek de değildir. Bellek, onu defalarca yeniden kurgulamıştır. Bir de ilk mahallemiz, ilk köyümüz, ilk şehrimiz vardır. Oralar kimliğimize bir şeyler katmıştır. Yitip giden bazı anları oralarda yeniden bulabileceğimizi sanırız. Hayat akıp gider ve hayat değişim demektir. Bir ana veda edip yeni bir ana kavuşuruz. “Aynı nehirde iki kez yıkanamayız”. Yitip giden, kederle anımsanır çoğu zaman. Şehirlerin büyümesini izlemişizdir. Kar hırsıyla çocukluğumuzun mekânlarına vahşi bir saldırıyı... Odamızın karşısındaki dağ bir gün görünmez olmuş, yerini beton bloklar almıştır. Arkadaşımız olan ağaçlar, penceremizdeki gün batımı elimizden alınmıştır. Bir gün çocukluğumuzda terk ettiğimiz yere geri döneriz ama bulamayız orayı. Yitip gitmiş, yerini başka bir yere bırakmıştır.
Kıbrıslılar zaten trajik olan bu deneyimi çok daha derin kırılmalarla yaşamışlardır. Modern hayat mobilete demektir ama bu büyük oranda gönüllülükle yapılan bir yer değiştirmedir. En azından kimse silah zoruyla sizi evinizden çıkarmamıştır. Kıbrıs’ta yaşanan ve her birimizin içinde derin yaralar açan işte bu zorla koparılma halidir. Adanın trajik bölünmesi, zorla koparıldığımız evlerimizi ulaşılmaz kılmıştır. Yıllar boyunca iki adım ötedeki evlerimiz dünyanın en uzak yeri olmuştur bizim için.
Bir gün sınır kapıları açılıp da oraları ziyarete gittiğimizde, akıttığımız gözyaşları biraz da yitip giden çocukluklar, geri dönülmez gençliklerimiz içindi aslında. Belki de terk ettiğimiz evlerimizden çok savaşlarla örselenmiş hayatlarımıza ağlıyorduk. Evlerin küçüldüğünü düşündük pek çoğumuz. Belleğimizdeki evimizi bulamadık oralarda.
Şehirlerimiz de değişiyor. Dünyanın her yerinde değişiyor şehirler. Ama bizimkisi başka türlü değişiyor.
Coğrafyaya katılan işaretler “yanlış” hikâyemizi anlatıyor bize.
Önce ülkemiz bölündü ve adanın Kuzey yarısında yaşayıp diğer yarısını unutmamız söylendi bize. Sonra adanın Kuzey tarafının “Türkleştirilme” operasyonundaydı sıra. Doğduğumuz, çocukluğumuzun geçtiği yerleri unutmalıydık ama hatırlamamız gereken başka şeyler vardı. Her köşede bir anıt boy gösterdi. Savaşı ve onun “zaferi”ni kutsallaştıran anıtlar. Şehrin belleğini silerek yerine yeni bir bellek koymaktı amaç.
Başkalarının da evi olan bu toprakları yalnızca “bizim” yapılmalıydı. “Düşman” dediklerinin izleri silinmeliydi tamamen. Şehirlerin, köylerin geçmiş yaşantıları unutulmalıydı. Her şey “bizim” olmalıydı. Biz muzafferdik.
Önce isimlerden başlandı. Köylerin isimleri değiştirildi. Fenikelilerin kurduğu güzelim Lapta “Malazgirit” oldu. Karava köyüne “Alsancak” dendi ve daha nice köyün ismi Türkleştirildi.
Her yana anıtlar dikildi. “Zafer”imizi kutsayan nekrofilik anıtlardı bunlar. İçimizdeki ölüm anıtları...
Dağlara boyanan dev bayraklar uzaktan geçmişteki hayatlara özlemle bakan Rum komşularımıza bir mesajdı: “Bu dağ bizim dağımızdır.”
Adaletsizliğe karşı isyan, ulaşılmaz olanı kutsallaştırma, bilinmeze karşı duyulan korkunun doğurduğu nefret oldu bunun sonucu.
Onlar iyice görsünler diye büyüdükçe büyüdü bayraklarımız.
Nefret çoğalsın, ayrılık derinleşsin, taksim gerçekleşsin istendi.
Şehirler, tarihin rehineleridirler. Şehirler, tarihin süngüsü altında inlerler. Dünyanın pek çok ülkesinde acı bir tarihi olmuştur şehirlerin. Bombalanmış, yıkılmış, talan edilmişlerdir.
Bizim şehrimizin de acı bir hikâyesi var. Düşmanlık ve savaş simgeleriyle donatılmış, ikiye bölünmüş bir şehir Lefkoşa’mız. Hala yasemin kokan yaz geceleriyle bize geçmişte gizli hikâyeleri anlatan ve kendini yeniden bulabileceği bir geleceği özleyerek öteki yarısına kavuşacağı günü umutla bekleyen bir şehir. Bizim yaralı ve güzel şehrimiz.