Yaratma Sürecinde Sanat - Felsefe İlişkisine Kısa Bir Bakış
...felsefe bizi ortaya çıkan sanat ürününün bilgisine ulaştırır ya da ulaştırmaya çalışır, demek yanlış olmaz.
Emel Kaya
[email protected]
Felsefe veya düşünbilim sözcüğü köken olarak Yunanca “seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum” anlamına gelen “phileo” ve “bilgi, bilgelik” anlamına gelen “sophia” sözcüklerinden türeyen terimin işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disiplin demektir. "Phileo" sevgi, "sophia" bilgi veya bilmek kelimelerinden türemiştir. Philosophia=bilgelik arayışı, bilgiyi sevmek, bilgi severlik, araştırmak ve peşinde koşmak anlamlarını taşır.
Bu durumda, felsefe bizi ortaya çıkan sanat ürününün bilgisine ulaştırır ya da ulaştırmaya çalışır, demek yanlış olmaz. Bu bilgi, sanatçının kendini ve dünyayı nasıl algıladığının; “özne”yi, “nesne”yi ne şekilde konumlandırdığının, “ben kimdir?” sorusuna verdiği bir dizi cevabın bilgisidir. Kafasında kendisi ve yaşadığı dünyayla ilgili bir yığın soru ve çelişkiyle bilginin peşinde koşan insanın, öncelikle Hölderlin’in ifade ettiği “ben ve ben olmayan”, bilinç ve bilince nesnesini veren dışsallık arasındaki ayrımı fark etmesi, anlaması gerekir. Yasa çiğnenmeden yasanın tanınamayacağı ve cezanın ortaya çıkmayacağı gibi, “Ben varım.” diyebilmenin tüm koşulu, kendimi kendimden ayırmamla olanaklıdır.
Sanat yapıtının oluşmaya başladığı ilk nüveden, olgunlaşıp bizim karşımızda dört başı mamur duracağı zamana kadar geçen süreç içerisinde sanatçıya bu “bilgi” eşlik eder. Bunu söylerken, bilme ediminin her zaman eksik olduğunu, “biliyorum” yargısının bir özne-nesne yarılması anlamına gelmesi dolayısıyla hiçbir zaman bütünselliği, mutlağı ifade etmediğini vurgulamak gerekir. Yaratıcı edimin incelenmesini zorlaştıran, tam da yaratıcı edimin bu iki kutup (özne ve nesne) arasındaki bir karşılaşma olmasıdır. Öznel kutbu olan kişiyi bulmak, ortaya çıkarmak yeterince kolaysa da, nesnel kutbu, “dünya”yı ya da “gerçeklik”i tanımlamak çok daha zordur.
Rollo May, Yaratma Cesareti kitabında, sanatçı ya da şairin görüsünün, özneyle (kişi) nesnel kutup (olmayı bekleyen- dünya) arasındaki belirleyici ara noktada olduğunu söyler. Bu nesnel kutup, şairin mücadelesi, yanıtlayıcı bir anlamı ortaya çıkarana kadar yokluk olarak kalacaktır. Bir şiir ya da resmin büyüklüğü, yaşanan ya da gözlenen şeyi görüntülemesinde değil, sanatçı ya da şairin, gerçeklikle karşılaşmasıyla, harekete geçen görüyü görüntülemesindedir. Resim ya da şiir bu yüzden eşsizdir, özgündür, sureti elde edilemeyendir.
Felsefe sözcüğünde “seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum” anlamına gelen "phileo", sanatçının yukarıda dile getirmeye çalıştığımız “arama-bulma-bilme” sürecinin devamlılığını, kesintisizliğini imler. Sanatçı, “dünyayı bilme”yi üstlenmek, onu “anlam”a zorlamak için dünya ya da gerçeklik’in karşısında “alıcı” olarak beklemektedir. Sanatçının alıcılığı asla edilgenlikle karıştırılmamalı. Alıcılık, sanatçının kendini varlığın diyeceklerine karşı açık ve canlı tutuşudur. Böylesi bir alıcılık, kişinin kendini ortaya çıkacak görünün aracı yapmasına izin verecek bir çevikliği, iyi bilenmiş bir duyarlılığı gerektirir. Bu alıcılık, “güç istemi” tarafından dayatılan yetkeci istemlerin karşıtıdır.
Peki, o hâlde, sanatta ya da şiirde “kurgu” veya “kurmaca”nın yeri nedir? Sanatçı ne zaman ve nasıl kurgular? Bilinç ve bilinç dışında kalanın “aldıklarının” birliğini nasıl kurar? Biçim ve içerik ikileminden sıyrılıp bu ikisi arasındaki bağları nasıl örer? Walter Benjamin, “kurgu” sözcüğünü Erken Romantik dönem şairleri için “şiirin şiirini yazmak” ifadesini açıklarken kullanır. Hölderlin’in iki şiiri üzerine yazdığı metinde şunları söyler: Şiirin şiirini yazmak demek, yaşamı şiire yansıtmak yerine, yaşamı şiir olarak yeniden kurmak demektir. Bu ne anlama gelir? Sanat yapıtı, özneden ayrı bir nesne olarak üretilmemeli, sanatçı da yapıtına dahil olmalı, hatta kendini bir sanat yapıtı olarak kurgulamalıdır. Kurgu ya da kurmaca sözcüğü burada önemlidir. Özne ve nesnenin, doğa/dünya ve bilincin, reel ve ideal olanın birliği, mutlak ya da varlık, adına her ne denirse, eğer düşünseme ile bilinemiyorsa kurgulanmalıdır. Şiir, bu kurgulanışın sahnesi, mutlağın temsil edildiği yer olabilir. Ancak burada temsil, bir şeyin yeniden sunuluşu ya da yeniden kurgulanışı değildir. Dile getirilemeyen, düşünülemeyenin kurgulanışı olarak temsil, saf bir yaratma edimidir. Bu nedenle belki temsil sözcüğü yerine, “meydana getirme”, “ortaya koyma” gibi deyimlerin kullanılması daha uygun olabilir. Sonuç olarak, hakikat arayışının mekânı, form ve biçimin, sanat yapıtı ile sanatçının birbirinden ayrılmadığı bir etkinliktedir.
Terry Eagleton ise, Şiir Nasıl Okunur adlı kitabında “kurmacalaştırmak” sözcüğünü “bir yazı parçasını onu birincil, ampirik bağlamından koparıp daha geniş biçimde kullanıma açmak” şeklinde tanımlar. Kurmaca, “hayali” veya “bilgi açısından yanlış” anlamına gelmez. Eagleton, kumacalaştırma söz konusu olduğunda, bahsedilen deneyimin gerçekte yaşanıp yaşanmadığının önemli olmadığını söyler. Kral Lear oyununa atıfta bulunur: Shakespeare’in bir çalılık üzerinde deliye dönerek, çıplak bir hâlde insanı korkuya düşüren biçimde hain kızlarına lanet okuyup okumadığı hakkında hiçbir fikrimiz yoktur ve eleştirel bir açıdan bakıldığında bunu yapıp yapmamasının önemi yoktur. Lear’ın “arkasında”ki deneyim değil, oyun olan deneyimin kendisi bizi ilgilendirir. T.S. Eliot, bir defasında gerçek şairin deneyimler hakkında, o deneyimleri yaşamadan önce yazan kişi olduğunu belirtmiştir.
O hâlde felsefe, bir sanat yapıtı ortaya koyacak olan sanatçının kendisini/ ben’i/ özne’yi, “dünya/doğa”, “gerçeklik/hakikat” ve “kurmaca” karşısında/ önünde/ içinde nasıl konumlandıracağını belirler. Bu konumlandırmaların sanat yapıtına yansıtılma/ aktarılma biçimleri ise sanatçıyı ve yapıtını “biricik” kılan en önemli unsurdur.